Nâzım Hikmet, 3 Haziran 1963’te aramızdan ayrılmıştı. Yıllar boyu düzmece davalar ile sayısız gözaltılar, yıllar süren hapislik ve sürgünlerle geçen hayatında rahat yüzü görmemiş olan Nâzım Hikmet’i, ölüm yıldönümünde dergi sayfalarında kalmış bir kitap tanıtımı yazısı ile anıyoruz.
03 Haziran 2020 16:54
1935 yılında “Orhan Selim” müstear ismiyle kaleme aldığı “Bir Kitap ve Bir Yazıcı” başlıklı yazıyı paylaşmadan önce Nâzım Hikmet’in hayli canını sıkan Orhan Selim meselesinden söz etmeliyiz. Bu tartışmaların öne çıkan ismi Peyami Safa’dır, bu arada Akbaba dergisinden eski dostları da Nâzım’ı “kapitalistlerin gazetesinde çalışmakla” suçlamaktaydılar. O sıralar Tan gazetesinin ikinci sayfasından köşe komşusu olan Peyami Safa ile tartışmaların dozu gitgide artar. Sağ köşede “Düşündükçe” başlıklı köşede yazan Peyami Safa, sol köşede “Bu da Benden” başlığı ile yazan Orhan Selim’e saldırılarını başka dergilerde de sürdürecek ve ikisi arasındaki ilişki tamamen kopacaktır.
Edebiyatımızda fazlaca müstear isim kullanan yazarlardan biri de Nâzım Hikmet’tir. Yazı ve şiirlerinin yasaklı olduğu, kendisinin ya cezaevinde ya da sürekli polis takibinde bulunduğu yıllarda kullandığı bu takma isimlerin başında Orhan Selim gelir. Ahmet Oğuz Saruhan, Ercüment Er, Mümtaz Osman, İhsan Koza, Mazhar Lütfi, İbrahim Sabri, Osman Cemal, Sarı Murat, Ben, Bendeniz, Fıkracı, Adsız Yazıcı… gibi isimlerle yazı ve şiirleri yayınlanan Nâzım Hikmet, en çok Orhan Selim isminden çeker…
Orhan Selim’i anlatmaya Zekeriya Sertel ile başlayalım. Sertel, Hatırladıklarım isimli kitabında Nâzım Hikmet’e de yer verir. “Orhan Selim” başlıklı bölümde 1934 yılında Akşam gazetesinde takma bir adla yazmaya başladığı günleri anlatır:
“Nâzım, Akşam gazetesinde fıkra yazarı olarak çalışmaya başladı. Fakat kendi imzasını kullanmıyor ve ‘Orhan Selim’ ya da ‘İmzasız Adam’ takma adlarıyla çalışıyordu. Fakat orada yerini yadırgadı. İstediği gibi konuşamıyor, Resimli Ay’daki hür havayı bulamıyordu. Bu da onu rahatsız ediyordu. Takma adlarla yazdığı yazılar onu doyurmuyordu. Nâzım, âdeta hürriyetini yitirmişti. Hayatını kazanmak için çırpındı durdu. Nihayet takma ad arkasına gizlenmenin verdiği üzüntüyü anlatan bir şiir yazdı. (…)
Orhan Selim imzasıyla Akşam gazetesine yazdığı bu yazılar ona ekmek parası sağlayan bir vasıtadan başka bir şey değildi. Ama Resimli Ay’da olduğu gibi fikirlerini açıkça söyleyemediği için düşmanları onu kapitalistlere satılmış olmakla suçlandırmak istediler. Nâzım aynı şiirin sonunda onlara şu cevabı verir:
Fakat bugün
sende beni sattığımı gösteren
bir tek satır bulanın
alnını karışlarım!
Fakat Nâzım bu acıya uzun süre dayanamadı. Sonunda Babıâli’den ayrıldı, kendisine sinemacılıkta bir geçim yolu aradı.
Sinemacılığa daha Moskova’dayken merak sarmış ve bazı denemeler yapmıştı. Sinema şirketlerinden birinde rejisör olarak çalışmaya başladı."
Nâzım Hikmet, “Otobiyografi” şiirinde “hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı, ne mutlu bana” diyordu ya işte, Orhan Selim’in yazdığı yazılar da ekmek parası içindir. Nâzım, Akşam gazetesinde “Düşünceler” başlıklı köşesindeki yazılarından günde iki lira alır. Orhan Selim’i konu edinen bir başka “yazıcı” da 2 Temmuz 1993’de Sivas Katliamı’nda yitirdiğimiz Asım Bezirci’dir. Bezirci, Nâzım Hikmet - Yaşamı, Şairliği, Eseri, Sanatı - isimli kitabında Nâzım Hikmet’in o sıkıntılı günlerini şu satırlarla dile getirir:
“Dışarda geçim sıkıntısı çeker. İş arar. Eskiden çalıştığı Resimli Ay dergisi kapatılmıştır. Ancak bir iki gazetede yazabilecektir. Onlar da adını kullanmasına izin vermezler. Bunun üzerine, Orhan Selim takma adıyla ve Düşünceler başlığıyla Akşam gazetesinde 12 Kasım 1934 tarihinde fıkralarına başlar. Politikaya pek karışmaz, daha çok günlük konuları işler. Öyleyken sağın da, solun da tepkileriyle karşılaşır. Solcular onun gerilemeye başladığını, uzlaşmaya yöneldiğini söylerler. Sağcılar ise yeniden zehir saçmaya koyulduğunu öne sürerler. Nâzım Hikmet kamuoyunu aydınlatmayı, amacını açıklamayı gerekli görür:
‘Orhan Selim adındaki adam iki aydan beri Akşam gazetesinde temiz Türkçe denemeleri yapan ‘teknik bir yazı işçisinden’ başka bir nesne değildir. Bu bakımdan o, ikinci ayına basan bir teknik yazıcıdır. Ancak gören iki gözü ve duyan iki kulağı vardır.’
Bu açık seçik satırlara karşı onu ekmeğinden etmeyi, korkutup yıldırmayı tasarlayan jurnallama ve karalamaların arkası kesilmez.”
“İt Ürür Kervan Yürür!”
Bir yandan polis baskısı diğer yandan geçim sıkıntısı ile bunalan Nâzım Hikmet, sadece geçinebilmek için yazdığı Orhan Selim imzalı yazılarından dolayı aldığı sağlı sollu eleştiri, karalama ve saldırılar karşısında suskun kalamaz. 9 Ocak 1935 tarihli Akşam gazetesinde Orhan Selim imzasıyla yayınlanan “İt Ürür Kervan Yürür No. 2” başlıklı yazısı ile suçlamalara cevap verir:
“Orhan Selim kendilerinin de dediği gibi: Gündeliğini ‘teknik yazı işçiliği’ yaparak çıkarmağa çalışan bir adamdan başka bir nesne değildir. Ancak, yeryüzünde, yürüyen kervanların ardından üreyen itlerin var olduğunu, ‘günün birinde gündeliğinden edileceğinden’ korkmadan bir kez daha yazıyor işte!..”
Nâzım çok üzgündür. Meselenin uzadıkça daha kötü canının sıkılacağını düşünerek iki gün sonra, 11 Ocak 1935’te Akşam gazetesinde Orhan Selim’in “Düşünceler” başlıklı köşesinde bir yazı daha yayınlayarak konuyu kapatmaya çalışır. “Nâzım Hikmet’ten Orhan Selim’e Mektup…” başlıklı yazıdan bir bölümü aktaralım:
“Nâzım Hikmet’ten şöyle bir mektub aldım. Olduğu gibi aşağıya geçiriyorum:
‘Benim sıska, benim cılız, benim toy oğlum Orhan Selim!
İki aydır senin yazdıklarını, iki üçtür sana yazılanları okuyorum. Sana her çatanın kurşunu, senin arkadan vurarak, benim göğsümü aramakta. (…)
Sen iki aylık acemi, toy bir yazıcısın. Bu acemiliğine, bu toyluğuna bakmadan, karanlıklardan ders almış, ‘medrese mantığıyla’ pişkin eski kurtlarla nasıl çene yarıştırabilirsin? (…)
Aldırma oğlum Orhan Selim! Kavgayı uzatmakla güttükleri iki yol var: Birisi provokasyon yaparak seni ekmek parasından etmek; ötekisi tirajlarını yükseltmek!”
Orhan Selim meselesi canını çok acıtmıştır Nâzım’ın. Yaşadıklarını, düşüncelerini bir çırpıda dile getirdiği bir şiirle, “Orhan Selim” başlıklı şiiri ile meseleyi noktalar:
Benim sıska
benim cılız
benim zavallı çocuğum Orhan Selim!
Sen
benim,
ne gözüm
ne kolum
ne kafamsın:
sen
benim,
bir kurşun balyası gibi, sıska sırtına bindiğim
ve alnının teriyle geçindiğim
ilk
ve son adamsın!
Sana sevgi
sana saygı
sana minnetle uzanıyor elim.
Sen
yaptığı iyiliği yüze vuran değilsin
ve ben
nankör değilim..
Benim sıska
benim cılız
ve üstüne üstlük
bir yudumluk soluğuna bakmadan
şişirilmiş davulların arasında
türkü söylemeye kalkan
benim sersem çocuğum Orhan Selim!
Kalmasın
hatırın
ama,
yok okumağa
değer
bir tek satırın!
Böyle hiç
bu kadar boş
bundan daha kötü verim verilmez!
Deme ki, “gösterilmez
daha usta bir marifet iki papele!”
Bak:
içleri boş kalıpları fırlatarak, tutarak
cümlelerde senden iyi hokkabazlık yapıyor
delikanlı doçentlerin en cahili bile!..
Benim sıska
benim cılız
benim zavallı çocuğum Orhan Selim!
Bu sözlerim
Yüreğini ters taraftan sarmasın,
yüzün kızarmasın!
Boş ver, aldırma pek!
Kötünün kötüsü yazman gerek!
Bu
Bence daha doğru
daha iyi!..
Yalnız unutma bir şeyi:
yorulur da
ayağın kayarsa eğer
seni herkesten önce ben
taşlarım!
Fakat bugün
sende beni sattığını gösteren
bir tek satır bulanın
alnını karışlarım!
O yıllarda Orhan Selim imzalı yazılar sadece Akşam gazetesinde değil, Tan gazetesi ile Akbaba, Resimli Ay, Yarım Ay, Perşembe ve Resimli Herşey dergilerinde de yayınlanır. Yarım Ay dergisinde yayımlanan Orhan Selim imzalı yazılardan biri de bir kitap üzerinedir. 1935 yılında 15 günde bir çıkmaya başlayan “aile ve gençlik mecmuası” Yarım Ay, yazı kadrosundaki Cahit Uçuk, Naci Sadullah, Ziya Şakir, Hatice Hatip, Ömer Besim, Suad Derviş, Cevad Şakir, Nurullah Ataç, Enver Naci, Vedad Örfi gibi isimlerle dikkat çeker.
“Avni’nin kitabını üç kere okudum. Daha da okuyacağım.”
Nâzım Hikmet’in Orhan Selim ismi ile kaleme aldığı yazı, Hüseyin Avni Şanda’nın yine o yıl yayımlanan 1908’de Ecnebî Sermayedarlığına Karşı Kalkınmalar kitabı üzerinedir. Yazıya geçemeden önce birkaç satırla da olsa Hüseyin Avni Şanda’dan söz etmeliyiz. Gazeteci, yazar, iktisat tarihi araştırmacısı Hüseyin Avni, 1 Aralık 1971’de vefat etti. 1902, Trabzon doğumlu olan Şanda, ortaöğrenimini tamamladıktan sonra bir süre Trabzon’da İstiklal gazetesinde yazmaya başladı. 1926 yılında İstanbul’a yerleştikten sonra Vakit, Akşam, Ekonomi ve 1959 ile 1964 yılları arasında çıkardığı İstanbul Postası gazetelerinde çalıştı. Çeşitli gazete ve dergilerde Türkiye’nin ekonomik ve sosyal meseleleri ile ilgili makaleleri yayınlandı. Hüseyin Avni’nin başlıca eserleri arasında: Bir Yarım Müstemleke Oluş Tarihi (1932), 1908’de Ecnebi Sermayesine Karşılık İlk Kalkınmalar (1935), Reaya ve Köylü (1941) kitapları sayılabilir.
Hüseyin Avni’nin 1908’de Ecnebi Sermayesine Karşılık İlk Kalkınmalar kitabının ikinci baskısı için 1962’de kaleme aldığı önsözden bir bölümü birlikte okuyalım:
“Bu kitapta anlatılan 1908 grevleri, Türk işçi hareketlerinin başlangıcı olmuştur diyebiliriz. Bu grevlerin patlak verdiği günlerde, Türkiye'de ne sendikalar, ne iş kanunu, ne de sigorta vardı.. Memleketin endüstri seviyesi de bu güne göre oldukça geriydi. Bununla beraber, ileriki sayfalarda görüleceği gibi Türk işçi sınıfı, İkinci Meşrutiyet'in daha ilk yılında daha iyi yaşamak için, büyük bir olgunlukla grev hakkını kullanmıştı. (…)
Şurası da çok dikkate değer, bir noktadır ki, daha sonraki dönemlerde de, memleketimizde ne vakit demokratik bir hayata doğru yöneliş olmuşsa, çalışan kitlelerin de yaşama haklarını savunmak için seslerini yükselttikleri duyulmuştur. Zaten; işçi sınıfının toplanma ve grev haklarının katıksız tanınmadığı bir ülkede batı demokrasisinden söz etmek gülünç olur.”
15 Haziran 1935’te Yarım Ay dergisinin 9. sayısında “Bir Kitap ve Bir Yazıcı” başlıklı yazıyı çok uzun zamandır kaldığı tozlu raftan indirerek paylaşmak istedik.
İşte, Nâzım Hikmet’in kaleminden bir kitap tanıtımı:
“Bir Yarım Müstemlike Oluş Tarihi’nin yazıcısı yeni bir kitap çıkardı. Bu kitabın adı: 1908’de Ecnebî Sermayedarlığına Karşı Kalkınmalar.
Bu bir dokümanlar, bir sosyal tarih kitabıdır.
Kitap derince akla her şeyden önce bir hacim gelir.
Bir üst üste dikilmiş kâatlar yığını. Hele sosyal tarih deyince, bu kitabın sayfa sayısı en aşağı 200 olmak gerektir sanırız. Oysaki Hüseyin Avni’nin kitabı küçücük. Buna bilgin baylar broşür derler belki. Eğer bir broşürle, bir ilim eserinin arasındaki ayrılık, sayfa sayısından geliyorsa, siz de broşür deyin; fakat bence bu olgun eser, bir mükemmel verim, biz de eşi olmıyan kocaman bir kitaptır.
Hüseyin Avni o genç bilginlerdendir ki, iki sayfa yazmak için iki sene çalışır; ve iki bin kitap gazete, vesika okur. İşte bunun için, onun iki sayfasında bütün fazlalıklarından temizlenmiş, dört yanı en usta bir kalemtraşla büyük emekler verilerek yontulmuş bir elmas ışıltısı vardır. Yalnız şunu da söylemek lâzım ki Hüseyin Avni sadece bir elmas yontucusu değildir. O elması ham halinde arıyan, bunun için bütün güçlüklere büyük bir sabırla katlanan bir işçidir. Avni, yontulmamış, işlenmemiş paslı elması; kömür yığınları, derelerin kumları ve çakılları, toprağın derinliği içinden bulur, çıkarır ve işler. Ve bu kocaman çalışma, bu çalışmadaki metod ve ustalıktır ki, Avni’nin iki sayfası içine iki bir sayfalık değer kor.
Avni ‘mürekkep işle’ çalışan yazıcılarımızın, bilginlerimizin başında gelir. İşte bunun için: 1908’de Ecnebî Sermayedarlığına Karşı Kalkınmalar bütün bu şartlar içinde kusursuz bir eser, eşi bizde bulunmıyan bir araştırma olmuştur. Ben kendi payıma Avni’nin kitabını üç kere okudum. Daha da okuyacağım. Hayatla bilginin, metodla realitenin Avni’deki kaynaşması, birliği; onun bu ikinci kitabında bir kerre daha ortaya çıktı. Ve bu birliktir ki, gazeteci Avni’yi iki sıçrayışta büyük bilgi adamı Hüseyin Avni yaptı. Ve yine bunun içindir ki, onun küçücük büyük eserleri, bir kerre okunmakla doyulamıyan verimler oldu.”
•
Kullanılan resimler Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı Arşivi'nden alınmıştır.