Necmiye Alpay'ın dile yönelik çabası, yalnızca teknik bir uzmanlıktan ibaret değildir, aynı zamanda politik bir bilincin ürünüdür
01 Eylül 2016 16:29
Yolu bir süreliğine de olsa bir yayınevinin, bir editör ya da çevirmen masasının yanından yöresinden geçmiş biri, muhtemelen “Necmiye Alpay’ı uzatsana” cümlesine rastgelmiştir. O mavi kapaklı kitap, yazarının ismiyle özdeşleştiyse bunun nedeni yalnızca çalışmanın özgünlüğü değil; aynı zamanda bizzat yazarının titizliği ve güvenilirliğidir de. Dil üzerine uzun uzadıya düşünmüş bir zihnin imbiğinden geçmiş ve yıllar içerisinde mütemadiyen yenilenmiş bu çalışma, adı ister yazar ister editör ister çevirmen olsun yazı çiziye “bulaşmış” pek çok kişi için vazgeçilmez bir kılavuz oldu. (Çevirmenliği, eleştirmenliği ayrı ayrı konuşulmayı hak ediyorsa da ne yazık ki bunları şimdilik ertelemek mecburiyetindeyiz.)
Necmiye Hanım’ın (izninizle ona mailde, telefonda ya da yüz yüzeyken hitap ettiğim gibi hitap edeceğim bu yazıda) dile yönelik çabası, yalnızca teknik bir uzmanlıktan ibaret değildir, aynı zamanda politik bir bilincin ürünüdür de. Radikal’de “anadili” ile “anadil” arasındaki fark üzerine yazdığı değini, bugün dahi aklımdaysa bunun nedeni sözcüklerin hayatının politikadan ayrılamayacağını o kısacık metinde bile göstermiş olmasıdır. Dolayısıyla uzatmadan söyleyelim: Necmiye Hanım “barış” dediğinde bunun kuru kuruya bir talepten ya da miting sevdalılarınki gibi bir “kardeşlik pozu”ndan ibaret olmadığını çok iyi biliyoruz.
Kıyametle kıymet arasında ayrım yapamayacak denli şuurunu yitirmiş bir saldırganlığın “Barış Açısını Savunmak”tan başka bir şey yapmamış birine reva gördüğü bu muamele, bir kez daha kıymetlerimizi var gücümüzle savunmamız gerektiğini anımsatıyor; çünkü bu kıymetler başkaları gibi “kandırıldık” manzumesinin arkasına sığınmak yerine sözünü her zaman ve her zeminde korkusuzca dile getirmekten hiç vazgeçmediler. (Anımsayalım: 12 Eylül karanlığı Necmiye Hanım’ın üç yılını çalmıştı.) Parmaklıkların ardına koyarak bir edebiyatçının sözcüklerini elinden alabileceğini, düşüncelerine gem vurabileceğini sanan bu nadanlık, “şeylerin başlangıçlarını nereden almışlarsa, çöküşlerini de zorunluluk gereği orada bulduklarını” unutuyor.
Necmiye Hanım’la iki ay önce “accountability”nin nasıl çevrilebileceğine ilişkin mailleşmiştik. O sıralar çevirisiyle boğuştuğum kitabın yazarı bilhassa “aşağıdan gelen hareketleri” kastederek, bunların da politik eylemlerinde “hesap vermesi” gerektiğini söylüyordu. Necmiye Hanım ise kavramın “hesap sorulabilirlik” olarak çevrilmesi önerisini getirmişti. O mailleşmenin sonu, Necmiye Hanım’ın yalnızca dile ilişkin tutumunu değil, aynı zamanda hayatı hangi açıdan gördüğünü de net bir şekilde gözler önüne seriyor: “(…) hangi yönden baktığımıza bağlı. Ben de tam bu nedenle, kendimi hesap soran (‘halk! mağdur!’) tarafında bildiğimden, sorulabilir deme fırsatını kaçırmadım, kaçırmak istemiyorum. (…) Yine de, olumsuzdan gidersek, ‘hesap vermeyebilir’dense, ‘hesap sorulmayabilir’i yeğlerim ben! Sorup sormamak ‘biz’e kalmış. Ama hesap verip vermemek ‘onlar’a kalmış gibi olmasın!”
Michel Foucault, entelektüelin görevinin doğruyu iktidarın yüzüne haykırmak olduğunu ve bunun da daima aşağıdan yapılabileceğini söyler. İktidarın yarattığı asimetrik ilişkide aşağıdan haykırmak, bir riski üstlenmek manasına da gelir. Necmiye Hanım, “aşağı”dakilerin yanındaydı. Sözünü buradan kurdu, buradan çoğalttı; hayatı boyunca bu riski üstlendi. 1 Eylül Dünya Barış Günü’nü ömrünü barışa adamış insanları tutuklayarak kutlayan bu saldırganlığa karşı bu riski üstlenmekten, hesap sormaktan, “barış” demekten başka çıkar yolumuz yok.