Nezihe Meriç'in içleri daralan kadınlarının sorunları köye, taşraya dönmekle sınırlı değildir. Onların sıkıntıları, sorunları şehirdeyken de kendilerini “eski teknede” hissetmeye başlamalarıyla artmıştır.
07 Haziran 2018 13:36
Nezihe Meriç’in ilk dönem öykülerindeki genç kadınları en iyi anlatan ifade, sanırım, Topal Koşma’da yer alan “Susuz VII” öyküsünde geçer: “Eski tekne yeni hamura dar geliyor.” Nezihe Meriç’in öykü kişileri arasında bir zamanlar yaşadıkları hayat tarzının ötesine düşünsel olarak ya da deneyimleriyle geçtikten sonra yeniden eski ya da eskisini andıran hayatlara dönme düşüncesiyle (bazen de bilfiil dönmüş olmaları nedeniyle) daralan genç kadınlar bir hayli çoktur. Gelgelelim, bunu büyük şehre okumaya gittikten sonra köyüne, kasabasına dönmüş, dönmek zorunda kalmış kadınların şehirde alıştıkları özgürlüğü, rahatlığı bulamamaları üzerinden köy ile şehir hayatının karşı karşıya getirilmesi şeklinde algılamamak gerekir. Nezihe Meriç’in içleri daralan kadınlarının sorunları köye, taşraya dönmekle sınırlı değildir. Aksine onların sıkıntıları, sorunları şehirdeyken de kendilerini “eski teknede” hissetmeye başlamalarıyla artmıştır. Daha üretken olacakları bir hayat sürecekleri beklentisi içerisinde yetişmiş, toplumsal ve bireysel hayatta değiştirmek istedikleri her şeye karşı büyük bir özgüven ve güçle mücadele edebilecekleri umuduna sımsıkı bağlanmışlardır, ne var ki bir zaman sonra içinde bulundukları durum pek de bekledikleri gibi olmamıştır.
Toplumsal cinsiyet rollerinin kadınlara biçtiği davranış kalıpları, toplumdaki yaygın önyargılar, farklı yaşayışlara karşı hoşgörüsüzlük vb nice engel neredeyse hiç değişmeden önlerinde durmakta, dikilmektedir, üstelik hesap etmedikleri başka engeller de söz konusudur: Sevdikleri adamlarla evlenmiş bile olsalar, ev içindeki rolleri annelerinin zamanıyla kıyaslandığında o kadar da değişmemiştir. Yeni bir teknede olmadıklarını, halen eski teknede bulunduklarını fark etmişlerdir. Hamur yenidir yeni olmasına, zihnen büyük değişimler yaşamışlardır, kendi içlerinde hayata geçirdikleri iyi kötü bir devrimden söz etmek de mümkündür, ama yeni bir tekneye atlayamamışlardır. “[Eski] tekneye sığmamız olanaksız. Hamurla tekne arasında, bir kolayı bulup denge kuruluncaya kadar, bizim mayamız kaçacak,” diyerek kaygısını dile getiren genç kadın, pek çok Nezihe Meriç öykü kişisinin hislerine tercüman olmaktadır. Mesele bundan daha çetrefildir aslında. Kendi içlerinde iyi kötü bir devrim yapmışlardır, dedim, ama bu devrim onları geçmişin kodlarından büsbütün koparamamıştır. Bir yanlarıyla geleneksel rolleri sürdürmeyi kendileri de arzulamaktadırlar ya da bu rollerin sunduğu rahatlık bazen cazip gelebilmektedir; bunların sonucunda dışarıyla girdikleri çatışmaların yanı sıra iç çatışmalar da baş göstermeye başlamıştır.
Nezihe Meriç’in ilk dönem öykülerinde rastladığımız, klasik öykü kurgularını zorlayan, kıran, değişip dönüştüren biçimsel arayışları da bu çatışmalı hâllerle ilişkilendirmek mümkündür. Biçimsel arayışlar, çok zaman öykü anlatıcısının ya da öykü kişisinin sesine yeni bir ses ekleme çabasıdır – iç dünyalarındaki çatışmalar büsbütün su yüzüne çıkmamış bile olsa, çatışmanın her iki tarafına da söz verme ya da bu iki sesi karşı karşıya getirme ihtiyacından doğmuştur. Beri yandan bu biçimsel denemeler öykülere farklı bir derinlik kazandırma arayışıdır: Bir durumu anlatırken iki uzun tire arasındaki iç cümlelerle bir detayı dile getirmek ya da şimdiki zamandaki bir şeyi anlatırken geçmişi anıp onu da işin içine katmak, bir önceki cümleyi yanlış çıkarıvermek. (Sonuncuya bir örnek: “Şimdi duvarlar ona yaklaşsın istiyordu. –Ne istediğini bilmiyordu.–”) Bu gibi arayışlardaki ikinci ses büsbütün dışarıdan bir ses değildir, aynı anlatıcının iç sesidir gene, ama zihnin o anda sıçrayıverdiği farklı bir yerden, farklı bir tınıyla konuşan bir sestir. Ya da “Susuz I”de, mesela, önceki sesin yankılanmasıdır. “Evlerin –evlerin… evlerin… evlerin– sokakların yan yana…” “Bütün bunlardan ötürü mü –mü… mü… mü… ne?– böyle olmuşlar.” Bir vurgudur kuşkusuz burada iki uzun tire arası yazılanlar, aynı zamanda metnin akışının kesintiye uğraması; odaklanma ya da odağı kaydırma hareketleri olarak da görülebilir. Belki de öykü kişisinin kendi anlattıklarından ya da bizatihi anlatma ediminden nasıl etkilendiğinin, bunların iç dünyasında nasıl yankılandığının (sıkıntı, bıkkınlık, kaygı, kuşku) farklı bir biçimde ifade edilmesidir.
“Susuz VIII” içerdiği sesler, anlatıcılar açısından ilginç bir öyküdür. Öykü, ne dediği tam anlaşılamayan bir anlatıcının sözleriyle başlar.
Ilımışlığın içinde arınmamış bir soğuk.
Bir biçime göre düzenli enine çizgiler içinde, altın kesimini bulamamış, başka biçimde Kara-dik’ler. Güdük. Bütünün rahatına, dikine dikine batan, güdük kara-dik’ler.
Güdük bir kara-dik; masanın başında, bir beyaz tabağın çevresine kapanmış, büzülmüş. Dalgın.
Bu girişi diyaloglar izler. Akşam yemeğinde bir aile, anne, baba, kızları Ayşe ve başka akrabalar. Genç kız konuşmak istemiyordur. Kısa, kesik yanıtlarla geçiştirir ebeveynini ama hemen peşinden parantez içerisinde iç konuşması aktarılır. Daldan daladır iç konuşması: Hem akşam sofrasında beraber olduklarına duyduğu tepkiyi dile getirir hem de gün içinde gidip görüştüğü kadınla konuştuklarına değinir; bir yandan da bu kadınla konuşurken gözlerinin önüne gelen kadının gençlik yıllarına yakıştırdığı bazı imgelerden söz eder. Amcakızı Nil’le ilgili hatıraları ve bu hatırladıklarına ilişkin yorumları da eklenir bunlara. Öykü ilerledikçe Ayşe’nin iç sesinden onun hazzedip etmediğini kestiremediğimiz (ama ailesinin pek beğendiği) Bülent’le neler konuştuklarını da okuruz. Aralarda öykünün girişindeki anlatıcının dış-sesi de söz alır. Yaşanan sahneden küçük ayrıntılar aktarır ama bu dış-ses Ayşe’nin sesini yankılar gibidir, onun çok yakınından anlatmaktadır, iç dünyasındaki tepkilerini sezdirecek kadar yakından. “Rakı kadehindeki şişman el, bön. Doymuş, rahat…” Çok yakınındadır, onun bön bulduğuna bön diyecek kadar yakınında, ama Ayşe’nin kendisi değildir. Ayşe’ye dışarıdan baktığını anlarız. Ayşe’nin iç konuşmalarındaki birinci tekil anlatıcıdan farklı olarak üçüncü tekil ağızdan anlatması değildir bunu anlamamızı sağlayan; “Orada, dört yol ağzında kaldırımın kenarında dikili Bülent’i dinliyor,” gibi cümleler de bize bunu düşündürür, dışarıdan baktığı barizdir. Öyle midir sahiden? İnsan bazen kendisine dışarıdan bakmaz mı? Sonradan hatırlarken değil, daha yaşarken de, aynı anda hem konuşan hem de o konuşmaya kulak kabartmış, söylenenleri onaylamayan (ama ses çıkarmayan) biri olarak duyumsamaz mıyız kendimizi? Bu öykünün dış-anlatıcısı sabit bir yerde durmaz, Ayşe’ye bitiştiği gibi uzaklaşır da ondan, az önce Ayşe’nin dibinden konuşan o değilmiş gibi nötr bir yerden sürdürür anlatmayı. “Birden sustu Bülent. ‘Dinlemiyorsun.’” Orada da kalmaz; Ayşe’den uzaklaşıp onun gündüz Bülent’le yaşadıklarından söz ederken, hop, yeniden yemek masasına dönüverir. Ayşe’nin zihnindeki sıçramalarla senkronize olur. Peşinden Ayşe’nin kendi kendine mi konuştuğunu, birisine mi söylediğini bilemediğimiz cümlelerini tırnak içine alarak alıntılar, aktarır. Aktarmakla yetinmez, bir de yorumlar bunları. Yorumları da apaçık değil, üstü kapalıdır.
Bir yatağın çevresinde, yorgunluğunda canlı şimdi. Dışarıdan sesler geliyor: “… Çam kozalağıdır o. Canım hani bizim Memduh’un bahçesinde…” Kaburgaların ağrısı dik dik batıyor. “… Önce ben mutlu değilim. İş burada. Ben varım ya, ben, kendim, ben, mutlu değilim. Ben yaşamıyorum, yaşayamıyorum. Soluk alamıyorum. […]” Duygulanışlar! Elbet. Soluk alıp veriş gibi, her an, enine çizgiler dört bir yanda. Yayılmış, gevşemiş, alışmış, rahat… Herkese kara-güdük batarak, ılımışlığın içinde arınmamış soğukluğu yaşayarak… İnsanların gözleriyle karşı karşıya. Soluk alıp verir gibi. Sol memede sızı. Kaburgalar yorgunluktan dik dik batarak.
Tırnak içi cümleler Ayşe’nin. Peki, peşi sıra gelen yorumlar kimin? Hem onun hem anlatıcının. Bu birkaç sayfalık bir paragrafın girişidir. Devamında Ayşe’nin arkadaşı Meli, Bülent’e verip veriştirir. Bu yaşanmış bir ânın anlatımı değildir. Ayşe’nin yakıştırmasıdır muhtemelen. Kendisinin içinden geçenleri hayalinde Meli’ye söylettiğini de düşünebiliriz. Belki de Meli’nin daha önce anlattığı bir şeyleri hatırlıyordur. (“Meli derya gibi kızdır,” diye boşuna araya girmez anlatıcı) Ya da Meli’nin fikirleriyle Ayşe’nin hislerinin bir terkibidir. Bir önemi var mı hangisi olduğunun? Ayşe’nin zihninin içinde bir yerdeyizdir işte, hani, şu seslerin, sözlerin birbirine çok kolay karışıverdiği bir yorgunluk anında, uykunun az öncesinde. Tam olarak anlam veremediğimiz o kara-dikler, kara-güdükler de böyle bir ânın sayıklamaları olmasın.
Bu öykünün sonunda bir de rüya sahnesi çıkar karşımıza. Rüya olduğunu, “Uyku dağlardan iniyor,” cümlesinden anlarız, bu cümleyi takiben –rüyada– Nil’le konuşmaya başlar Ayşe. Karşılıklı konuşurlar, kısa kesik soru ve yanıtlarla. Tırnak içine alınmamış, konuşma tiresi olmayan bir paragrafta Ayşe, Nil’e bir şeyler anlatır; sanki daha önce dış-anlatıcı Ayşe’ye yaklaşırken bu kez Ayşe dış-anlatıcıya yaklaşıp anlatmayı üstlenmiştir ama öykünün sonunda yeniden dış-anlatıcı devralır sözü. Ayşe değilmiş, hiç o olmamış gibidir bu kez.
İç içe geçmiş hikâyeler var aslında. Bir yanda Nil’in yaşadıkları, onun bir zaman önce başından geçenler; öbür yanda Ayşe’nin hikâyesi. Üstelik Ayşe’nin üç ayrı hâli çıkar karşımıza. Akşam sofradaki hâli, okulda Nil’in eski bir öğretmeniyle ve Bülent’le konuşurkenki hâlleri. Beri yandan Nil ile Ayşe’nin meseleleri çok da uzak değildir birbirinden. Öğretmenleri, akrabaları Nil’i anlamamışken, Bülent de Ayşe’yi anlamıyordur. Üstten bakışların kurbanıdır her ikisi de, farklı doz ve biçimlerde de olsa. Sıkıntılı hâlleri, sıkışmışlıkları ortaktır. Nil, her nasılsa kaçmış, Ayşe kaçmamıştır. Belki de fikren kaçmış ama bedenen kalmıştır. Yine de şunu hissederiz, o da sürekli kalmayacaktır orada, yakınlarından, onların sınırlı algılarından, çıkarcı yaklaşımlarından, kara güdük hâllerinden çoktan kopmuştur.
Klasik öykünün kalıplarını, kurallarını birkaç kez, üst üste ihlal etmiştir Nezihe Meriç bu öyküde. Anlatıcıya farklı roller biçmiş, öyküyü sabit bir yerden anlatmamış, meramını aktarabilmek için yeni teknik imkânlar aramış, denemiş, bulmuştur. Peki, çok bilinçli hareketler midir bunlar? Çokça el yordamı olsa gerek ama ustalık da burada kendisini gösterir zaten. 1980’de TRT’de yayınlanan “Yaşayan Edebiyatçılarımız” programında kendisinin de içinde bulunduğu '50 Kuşağı'ndan söz ederken Doğan Hızlan’a şunları söyler Nezihe Meriç: “1950 Kuşağı'nda birikim yerliydi doğal olarak, fakat yabancı örneklere çok açık olduğu için biçim bakımından ortalardaydı.”1 (Vurgu eklenmiştir) Bu sözlerdeki tını o dönemdeki biçimsel arayışları biraz hor görmeyi de içeriyor gibi. Peki, “Yabancı örneklere çok açık olma”yı yekten olumsuz bir şey olarak mı değerlendirmek gerekir? Bu, bir ihtiyacın sonucudur. Öykü tekniğine, biçime yapılan müdahale, Meriç’in “birikim” dediği şeyi daha iyi ifade etmek üzere yeni yol, yöntem, ifade arayışıdır. Burada da, “eski teknenin” birikime artık “dar gelmesi” söz konusudur, biçim arayışları bu ihtiyaçtan doğmuştur. “Yerli birikim” sabit bir şey değildir, değişiyordur, genişliyor, çeşitleniyor ve çetrefilleşiyordur, önceki kuşakların bilmedikleri, akıllarından geçirmedikleri dertlerle boğuşan insanların hikâyelerini anlatmak için eski tekne yeterince geniş ya da elverişli değildir. Eski teknenin yetmediğini fark eden 1950 sonrası öykücüler çeşitli arayışlara yönelmişlerdir. Yeni hayatları, yeni birikimleri anlatacakları, tartışacakları, didikleyecekleri öyküleri yoğurmak için el yordamıyla yeni tekneler inşa etmeye çalışmışlardır. Nezihe Meriç de bu kuşağın ilk öncülerindendir. Jale Özata Dirlikyapan da, Kabuğunu Kıran Hikâye’2de 1950 Kuşağı'nın ilk yenilikçi öykücüleri arasında sayar Nezihe Meriç’i, kitabının ona ayırdığı bölümünün başlığı “Yenileşme Yolunda İlk Kadın Öykücü”dür. Nezihe Meriç’in “özellikle ikinci kitabındaki öykülerle yeni arayışlara yönelmiş, yaşam ve kadınların bu yaşam içindeki yerine ilişkin değişen fikirlerine koşut olarak öykülerinde biçimsel denemelere girişmiş” olduğunun altını çizer.
Yeni biçim (“yeni tekne”) arayışının erken örneklerinden birini Nezihe Meriç’in ilk kitabı, Bozbulanık’ın en güzel öykülerinden “Boşlukta Mavi”de görürüz. “Susuz VIII”deki Ayşe’yi andıran genç bir kadını, doğduğu “taşra kentine” geçici olarak dönmüşken tanırız. İçini hafifleten bir duygunun anlatımıyla başlar öykü. Genç kadın dayısının konağındadır, merdivenin alt başında durup başını kaldırdığında yukarıda yalnızca gökyüzünün göründüğü bir pencere bulunduğunu fark eder. Pastoral bir sahnedir, iç hafifliği duyurur, ne var ki genç kadın bir süre sonra huzursuzlanır, nedenini bilemez; konaktaki eşyanın uyumsuzluğunu, sevimsizliğini, sevilmemişliğini fark etmesinin ardından daha da artar huzursuzluğu. “Peki ama bu huzursuzluk nereden çıktı şimdi?” diye sorduktan sonra yanıt aramaya başlar zihninde.
Birden, büyük bir sessizlik içinde buldu kendini. Kuş sesleri vardı. –Evet, hem de ne cıvıltı.– Uzaklardan, tarlada çalışanların bağırışları, aşağı katta kadınların sesleri, bahçeler arasında bir çocuğun ağlayışları da duyuluyordu. –Evet, evet, bunlar vardı.– Fakat yine de ne sessizlik. Bir şey susuyordu. Uzun uzun, geniş geniş, güneşli, hafiften esintili bir şey –insanı deli edercesine vınlayarak– susuyordu. Kalbi bir iki kere kuvvetle çarptı. Yüzüne gözüne ateş bastı; boğulacak gibi sıkıldı.
Ne olduğunu anlamaya çalışırken oradan gitmek zamanının geldiği dank eder kafasına – çok da olmamıştır aslında geleli, ama “Kendinin olan yaşamını özlemiş[tir.]”
O anda odasında olmaktan başka isteği yoktu. Sokağın ve kentin alışık olduğu gürültüsünü duyar gibi oluyordu. Dar eteğinin kalçalarını sarışını, südyenin askılarını, bluzun ütülü yakasının tenine değişini düşünerek omuzlarını kıstı. […] Burada özlediği her şey vardı. Dağlar, kırlar, dere boyları, ovalar dolusu rüzgâr, kocaman bir gökyüzü… Evet ama –yadsıyamazdı artık– onun buradakilerle hiçbir ilgisi yoktu. Hiçbir şey onun değildi. Her şeye karşı bir yabancılık duyuyordu.
Gelgelelim bu özlem de geçecek, şehir ya da odası cazibesini yitirecektir. “Tutunacak hiçbir yeri olmayan bir boşluk içinde[dir.]” Bu noktadan sonra anlık bir aydınlanmayla genç kadının köyde de, kentte de eksikliğini duyduğu şeyin ne olduğunu kavrarız. Uzun boylu anlatılmaz bir zamanlar ne yaşamış olduğu, geçmişteki bir felaketin hatırlandığı anda insanın her yanını hızla sarıvermesini andıran bir hızla aktarılır. “O koku içinde annesi, babası, yatılı okul günleri, felaketi anlatmaya çalışan müdire hanımın sarı-yeşil rengi, alnında buz gibi dudaklar, kuş sesleri, fırıl fırıl dönmeye, minder, altından kayıp gitmeye başladı.” Bu öyküde anlatıcı yer değiştirmez, yeri sabittir – genç kadının zihninin içini bilecek kadar yakındır– ama anlatının durağan ritmi sabit değildir bu kez. Buraya kadar anlatıcı ayrıntıların –öykünün gerek şimdiki zamanındaki gerekse genç kadının evini, odasını, yaşadığı şehri hatırladığındaki ayrıntıların– üzerinde dikkatle durur, genç kadının hâllerini, onun bakıp gördüklerini, hatırladıklarını yavaşlatılmışçasına anlatırken burada hızlanıverir. Genç kadının ruh halini, hikâyesinin derinlerini, zirve noktasını hissetmemizi sağlayan, aydınlanma ânını kuran sadece cümlelerde aktarılanlar değil, aynı zamanda cümlelerin ritmi, hızı, nasıl anlatıldığıdır. Anı kitabı Çavlanın İçinde Sessizce3’de bazı öykülerinde diyaloglardaki ritmi, konuşmanın hızını hissettirebilmek için noktalama işaretlerinden vazgeçmeye gereksinim duyduğundan söz eder Nezihe Meriç. “Boşluktaki Mavi”de virgüller ritmin hızını düşürmez, aksine felaketi hatırlama anında zihnin bir sahneden öbürüne nasıl sıçradığının altını çizmek gibi bir iş görür.
“Boşluktaki Mavi”de kadının yaşadığı kırılma anne babasını yitirdiği felaket (kaza?) gibi görünür, ama öykünün odaklandığı nokta bu felaket değildir, genç kadının ayak bastığı yerin kayıp gitmiş olması, kendisini ne büyük şehirde ne taşrada yerleşik duyumsayamamasıdır. Böylesi bir zemin kayması, başka bir deyişle, ne orada ne burada olabilme hâli, Nezihe Meriç’in öykülerindeki kadınların çoğu için geçerlidir. Büyük bir toplumsal değişimin hemen ardından dünyaya gelmiş olan bu kadınlar, geleneksel kadın rollerinin dışına çıkmış, çıkmaya başlamışlardır ama bir yandan da hâlen geleneksel rollerin içerisindedirler. “Bozbulanık” öyküsü anlatıcının ağzından başlar ama anlatıcı hemen ilk paragraftan sonra çift tırnak açarak sözü Bilge’ye –Bilge’nin beş-altı sayfa sürecek “içiyle halleşmesine”– bırakır. Bilge hastadır o gün, üşütmüştür, üstüne üstlük ilaç olsun diye konyaklı çay içmiştir. Zihninden geçenler bu bölümde kendi ağzından aktarılır ama hastalığın ve konyağın etkisiyle zihni bulanık, bozbulanıktır. “Nasıl yaşamalı?” sorusuna verdiği yanıtlar vardır ama tam olarak öyle yaşayamıyordur. “Ben iflah olmam. Önce kendimden umudum kesilmiş. Değil ki insanlar…” diye geçirir içinden. Bomboş oturmaktan şikâyetçidir, beri yandan kuşağındaki erkeklerin hâli daha fenadır, baştan aşağı yapmacıktırlar. Bunlardan biri evlerinde konuktur o akşam. Bilge bu genç avukata içerler, neye içerlediğini tam ifade edemese de. Kadın-erkek ilişkileri üzerine konuşulmaktadır, adamın hâlindeki, duruşundaki rahatlık meclisteki genç kadınlarda yoktur. Öbür genç kadınlarla genç adamın tartışmalarını baştan sona izleyemiyordur Bilge. Öykü, onun kulağına çalınan kopuk cümlelerle ve Bilge’nin zihninin bulanık akışıyla ilerler. Giderek cümleler birbirinden daha da kopuk hâle gelir.
Anadolu… Hayda… Oda, ev, kent uzaklaşıyor benden. Bir gidiyor, bir geliyor. Terliyorum. Küçükken otomobil tutardı beni. Tıpkı böyle olurdum… Dolandırıcılık… Yatılı okullar… Devrimler… Dön efendim dön… Vay başıım…
Bilge’nin ve öyküde bahsi geçenlerin hayatları hakkında çok şey öğrenemeyiz, ancak bazı izlenimler ediniriz. İzlenimlerimize eşlik eden, onları birbirine ulayan, pekiştiren gene öykünün ritmi ve anlatımdaki kopukluklar olur, onların da katkısıyla şunun farkına varırız: Bilge’nin zihnindeki bozbulanıklığın nedeni sadece hastalığı ve konyak değildir. Ortalık bozbulanıktır, kadının toplumdaki rolü, kadınlardan beklenenler, kendilerinin bekledikleri, yaşamayı umdukları ve yaşadıkları… Sadece toplumsal yapıdaki değişim ve çatışmalar değildir bozbulanıklığın nedeni, bireylerin iç dünyaları da daha karmaşıktır, bedensel arzuların farkında olup bunun basıncını hissetmek, arzunun peşinden gitmekle toplumsal rollerin mecburiyetleri arasında yaşanan gerilim mesela, bu da bulanıklığı artırmakta, zeminlerini kaydırmaktadır.
İç dünyalarda gelgitli bir durum söz konusudur. Belki de tekne ve hamur metaforunu biraz değişik biçimde yinelemek gerekir burada. Eski tekne ve yeni tekne arasında kalmışlardır, kâh birindedirler kâh öbüründe, hem ikisindedirler hem hiçbirinde. “Susuz VI”daki ressam Özün’ün hali karakteristiktir. Evliliğinin ilk zamanlarında, “yüzünde bir çocuk sevinci, hemen yanında bir çocuk ürkekliğiyle” şunları söylemiştir eşine: “Resim yapmak istiyorum Sahir. Günlerce, her işi bırakıp resim yapmak istiyorum.” Boynunu büküp gülmüştür, “ama evlendiğim için de çok memnunum,” demiştir, “senin işini yapmak hoşuma gidiyor.” Bir zaman sonraysa, “kaşları çatık” hâlde, “O kadınları yıldıran sıkıntıyı istiyorum,” diyecektir, “Ne demek istediğimi anlatamıyorum, kendime de. Çözümleyemiyorum.” Bunları söylediği gece rüyasında tuvale yazacakları da manidardır: “Sahir olmasa yaşayamam”, “Resim yapmazsam yaşayamam”, “Boya alacak paramız yok”. Özün de, kocası da, meselenin büyük ölçüde boya alacak para olmaması ya da büyük şehre tayin edilmemeleri olduğu kanısındadırlar, oysa Özün’ün çözümleyemediği, kendisine de anlatamadığı başka ve daha büyük bir sorun vardır. Bunu bize öykünün bütünü söyler: Nezihe Meriç’in pek çok öyküsünde olduğu gibi, daha üretken bir hayatı sürdürme imkânları giderek azalmakta, yaptıkları her uzlaşmayla toplumun beklentilerini karşılayacak roller üstlendikçe ideallerinden daha da uzaklaşmaktadırlar.
Şehir hayatı Nezihe Meriç’in genç kadınlarına hem bir özgürlük alanı sunmakta hem de onları kısıtlamaktadır. “Boşlukta Mavi”deki genç kadının şehri özlediğinden söz etmiştim; şehri, ilginç biçimde, dar olduğu için özler, bu darlık tam ona göredir, çünkü orada kendi kurduğu bir hayat vardır, darlığına, ufuksuzluğuna rağmen cazibesi bundandır, kendi hayatını kurma özgürlüğü ancak şehirde imkân dâhilindedir. Gelgelelim, bu sonsuz, sınırsız bir özgürlük değildir, şehir hayatında da kadınlar, bilhassa yalnız yaşayanlar, çeşitli biçimlerde kısıtlanmaktadırlar, şehirdeki yaygın biçimi gözetlemektir kısıtlamanın. Şehrin kalabalığında görülmemeyi az çok başarsalar da (bir cazibesi de budur şehrin: kalabalıkta ve benzerlerinin arasında nispeten görünmezleşebilmektedirler), apartmanda ya da oturdukları sokakta görülmekten kurtulamazlar. Bu büyük gözetleyicinin doğrudan kadınların hayatlarına müdahale etmesi pek söz konusu değildir, ama görülme korkusunun içselleşmesi doğrudan müdahale edilmesinden daha kısıtlayıcı bir etki yaratıyordur. Bir yandan da seçim hakkı kadınlara verilmiş gibidir, göze alabildikleri oranda daha özgür olmak onların elindedir. Öykülerdeki kadınların arada kalmışlık hâllerinden biri de budur: Büyük gözetleyiciye (konu komşunun, iş arkadaşlarının, temasta oldukları başkalarının bakışlarına) direnmekle teslim olmak arasında bir yerdedirler. Ressam Özün’ün kocası büyük şehre tayin için bir arkadaşından yardım isterken yaşadıkları kasabada karısının “kahrola ola kaybolup git[mesinden]” korktuğunu itiraf eder, ne var ki Menekşeli Bilinç’te yer alan “Sancılı Us Bizdedir” öyküsündeki ressam kadın büyük şehirde yaşadığı halde çevre baskısına maruz kalmaktadır. “Evli kadının ressamlık nesine. Avrupa’nın bilmemnesinde de ödül kazanmış. Şaştım kaldım anacım,” der komşu kadınlardan biri onun hakkında.
Bu arada kalmışlıklarını sezdikleri, bir zamanlar hayalini kurdukları gibi toplumsal değer yargılarına topyekun karşı çıkamadıkları, yepyeni bir toplum hayatının kurulmasına katkıda bulunamadıkları için Nezihe Meriç’in genç kadınları kendilerinden pek hoşnut değillerdir4 ama karşılaştıkları zorluklarla büsbütün yıkılmış oldukları da söylenemez, geri çekilmiş, içlerine dönmüşlerdir, dış dünyadaki zorlukların karşısında daha sağlam durabilmek için kendi içlerine daha yakından bakma ihtiyacı duymuşlardır, canlarının yanmasını göze alarak, bunun peşine düşmüşlerdir. Bu kadınlar ne kadar idealist olurlarsa olsunlar, ideallerine ulaşmak için ne yapılması ya da yapılmaması gerektiğine ilişkin reçeteler vazetmezler. Onları dış dünyayla çatışmaları ve içlerinde karmaşalarıyla tanırız. “Susuz IV”ün anlatıcısı, hem çalışan hem de çocuk büyüten kadın arkadaşına yaptığı ziyareti, kendisinden “Bozgundayım,” diye söz ederek anlatmaya başlar, arkadaşına daha sonra geçer, daha doğrusu, evin hâlinden, tavır ve sözlerinden arkadaşının hayatını, hâlini, ahvalini anlamaya çalışır öykü boyunca. İmrenilecek bir hayatı mı vardır? Onun “sağlam, güvenli, inanlı” olduğunu düşünürken, kendisinin “açıkta” olduğunu söylemek zorunda kalır. Ama sonradan arkadaşı kocasıyla arasındaki sorunları, pek bir yakınlıkları kalmadığını, evliliğin çocuklar nedeniyle sürdüğünü anlattığında onun içinin de yıkılmış olduğunu anlar. “Bir yandan çocuklar ve çorba kurtuldu, öbüründe bir kadın yapayalnız.” Biri evlenmiş, çocuk yapmış, canını dişine takmış, çalışarak onları büyütüyordur, öbürü evlenmemiş, hayatının bir bozgun olduğunu düşünüyordur. Hiç değinilmez ama anlarız, sezeriz, birbirine çok yakın oldukları gençlik yıllarında kendilerine çizdikleri hayat böyle bir şey değildir. Gene şunu da sezeriz, farklı gibi görünen hayatlarında, kaderlerinde ortak olan çok şey vardır.
Benzer bir hüsran duygusunu yaşayan erkek öykü kişileri de var Nezihe Meriç’in. “Susuz V”teki iki arkadaştan biri öbürüne, “Bir düşünme düzeni kurabilmeliyiz,” der, okuyamamaktan, çalışamamaktan dert yanar. Bu adamın “gözlerinden kof, yer yer acıdan katılaşıp sağlamlaşmış, düğüm düğüm olmuş, vazgeçilmiş aydınlıkların yerinde havasız boşluklarla karanlık yayılmaya başla[mıştır.]” (Vurgu eklenmiştir) Cumhuriyet’in ilk kuşağından kadınlar ve adamlardır bunlar; yetişme çağlarındayken kendileri ve ülkeleri için aydınlık bir gelecek ummuşken yetişkin olduklarında “havasız” kalmışlardır, yolları karanlıklara çıkmıştır. Bir “düşünme düzeni”, hayatlarının iplerini ellerine alabilecekleri bir düzen kuramamışlardır kendilerine. Bunları sağlayabilmeleri için göze almaları gereken çatışmaların yerine uzlaşmalardan yana tutum almış ya da almak zorunda kalmışlardır, bunların sonucunda, dışarıdan bakıldığında en azından eh işte idare eder bir hayat sürdükleri sanılırken iç dünyaları derin ve sürekli çatışmalarla doludur. “Susuz II”deki Ali Bey için, anlatıcı, “Yaşamı durmuştur,” der, “Bu duruş özdedir. […] Yıllar, birçok şeyi beraber götürerek, dönmemecesine geçip gitmiştir bir kez. Yeniden de kurulamaz çünkü… Böylece herkes, her kuşak kendi kaderini yaşar. […] Başlamış, becerememiş, bir adımda elliyi aşmış, sonunda, geri dönülmezliğin çaresizliği içinde kalakalmışlardır.”
Nezihe Meriç’in ilk dönem öykülerinde (1952’de yayımlanan Bozbulanık ve 1956’da yayımlanan Topal Koşma’da) bir kuşağın yaşadığı bozgun duygusunun farklı görünümlerini bulmak mümkündür. Bu bozgun duygusu hayli derin ve öykü kişilerini alt üst ediyor olsa da, bir çıkışsızlık hali değildir, öyle tanımlamamak gerekir. Kendi içlerindeki çatışmalar sürerken, bir şeyleri yerli yerine koyamamışken bir yandan da nasihat, yargılama, dedikodu, kara çalma tarzı dışarıdan gelen saldırılara karşı kendilerini korumak zorunda kalmışlardır. Hâliyle yorgunluk ve bıkkınlık kaçınılmazdır, yine de öykü kişileri büsbütün teslim olmamışlardır. Kadın kahramanlar kendilerini dipte, bozgunda hissettikleri anlarda bile başka kadınlarla bağlantılarını sürdürürler, kadın arkadaşlığı önemlidir onlar için, bir başka kadının tutunmuş olmasında kendileri için de bir umut kaynağı bulunduğunu hissederler.
İlk iki kitaptan yaklaşık 10 yıl sonra, 1965’te yayımlanan Menekşeli Bilinç’teki kadınlarda iç çatışma daha geri planda kalmış, dışarıya karşı diklenmeye “Giderek Daha Güçlü” (kitaptaki öykülerden birinin başlığıdır bu) olmaya başlamışlardır, kıpırtılı bir şey dipdiridir içlerinde – bilinç menekşesini yitirmemiştir. Ne istediklerini daha iyi biliyorlardır. “Menekşeli Bilinç” öyküsündeki iki kızkardeşten küçük olanı, bir zamanlar hayranı olduğu, “baş kaldırmayı öğrendiği” ablasının kendi hayatını kuramadığını görmüş, onun teslimiyetinden kendisine ders çıkarmıştır. “Ben hayatı gereksiz törelerle yitiremem,” der ablasına, “Biz artık kendi hayatımızın töresini koymalıyız. Çıkıp gidemedin şu evden. Kendine bir ev kuramadın.” Öyküde küçük kardeşin ablasına söylemeyip içinden geçirdikleri de italik olarak verilmiştir.
Şehirleri, sıcak ekmek çıkaran fırınları, sulanmış caddeleri bıraktınız. Deniz kenarlarındaki çınar ağaçlarını, ay ışıklarını hayatınızdan çıkardınız. […] Biz baş kaldırmayı sizden öğrendik. Nasıl kınarsınız bizi. Siz sonuna değin sürdürmediniz. Biz sürdürmek istiyoruz. Bizim kara gözlerimiz de sizinkiler gibi kararıp kalmasın.
Nezihe Meriç’le ilgili olarak Füsun Akatlı, “En bungun, en umutsuz, umarsız öyküleri bile sonunda feraha çıkar”5 diye yazmıştı. Öykülerin sonundaki ferahlıktan çok, “bungun, umutsuz, umarsız” anları anlatmanın, bunları didiklemenin ferahlatıcı etkisinden söz etmek daha doğru belki de. Nezihe Meriç’in öykülerindeki kadınlar kaderci değildirler, başlarına gelen olumsuzluklarda kendi paylarının da bulunduğunun farkındadırlar, bundan sakınmaz, inkâr etmez, yeri geldiğinde kendi üzerlerine gidip iç dünyalarını didiklerler, cesurdurlar, içlerindeki çatışmadan, farklı seslerin bir arada konuşmasından kaçmazlar. Umutsuzlukları, bungunlukları daha başka türlü bir hayatın mümkün olduğuna inanmalarından ötürüdür – bunu kendi hayatlarında tam anlamıyla becerememiş olsalar da hep böyle kalmayacağından emindirler.