"Sempozyum bir kapanıştı. Gülten Akın zaten diğer birçoğundan çok daha zor geçmiş bu yılın yazarıydı. Varlığı ve yazdıklarıyla onun bu yıla denk düşmesi sanki sadece tesadüf değildi. Tüm bir yıl boyunca Nilüfer ve çevresinde toplumun farklı katmanlarından insanlar onu okumuş, okuyanlardan, tanıyanlardan dinlemişti. Binin üstünde çocuk 23 etkinlikte, fabrika işçileri, mahkumlar, anma yılının teması olan 'yaratıcılığın izinde' koşmuşlardı..."
16 Aralık 2021 20:00
Nilüfer’de bir Gülten’in kalmadığına dair başlık, Bende bir Gülten kaldı/Hangi bağa diksem yabancı dizelerine kendimce bir nazire.
Bu dizeler henüz gitmeden aklımdaydı. İstanbul’dan kalkmış, Bursa’ya, Nilüfer’e, yazarların, şairlerin, akademisyenlerin, düşünürlerin konuşacağı bir edebiyat toplantısına gidiyordum. Orada bulunuşum okuma yazmayı öğrendiğimden bu yana beni sevdiklerime, âşık olduklarıma ve edebiyata bağlayan, sonra da içi çokça mektuplu bir roman yazdıran mektupseverliğimdi; Gülten Akın Mektup Ödülünün jüri üyesiydim. Görevimin o mektupları değerlendirmekle bittiğini düşünmüştüm. Sonra jüri adına konuşma yapmam teklif edildi. Herkesin Gülten Akın’dan ve şiirden söz ettiği bir toplantıda ne konuşacaktım? Zaten çok az kişiyi tanıyordum. O bağa dikildiğimde ben de yabancı mı kalacaktım? Bunlar aklımda Bursa’ya vardım.
Eskiden böyle kişisel başlayan ya da devam eden yazıları çok eleştirirdim. Kişiselliğin nesnelliği engellediğini, okurları yanıltabileceğini, birinci tekil şahıs kullanmanın yazarın saygınlığını ve yazının ciddiyetini zedelediğini düşünürdüm. Bunların katı bilimsel eğitimin yan etkileri olduğunu anlayabilmek için biraz zaman geçmesi, öznelliğin yarattığı özgün dünyaların farkına varmam için de bu şekilde çıkılan yolların bizleri ve kültürü nasıl zenginleştirdiğinin örneklerini okumam, araştırmalarını yapmam gerekti; sonra kendim de yazabilecek kadar özgürleşmem… Özgürleşmenin kadınlar için daha zorlu eşiklerle dolu bir dünya oluşu Gülten Akın zamanında neyse o değil tabii... O arpa boyu yollardan sadece birkaçı kat edilmiş.
O halde bin bir tarakta dokunarak kocaman bir Gülten Akın halısı üretmiş bu etkinliğe ilişkin izlenimlerime neresinden başlayacaktım? Şiirle bezediğim, her bir dizeyi irdelediğim korsan bildiri mi sunacaktım? Yoksa o mektuplar öyle değil böyle yazılır diyerek mektup yazıp, gösteriş mi yapacaktım? Necmiye Alpay, kapanışı yaparken böyle bir konuşmanın genelde sempozyumu özetlediğini ancak onun bu şekilde yapmayacağını söylemiş, bizlere dil ve Gülten Akın şiiri üzerinden seslenmişti. Ben de benzer bir şekilde, neler konuşulduğunu özetlemek yerine tüm bu anmanın aslında sempozyumdan ibaret olmadığını, bir yıl süren etkinliği gözlemlerime, kafamda yer edenlere uğrayarak, olabildiğince iddiasız aktarmak amacındayım.
Gülten Akın’dan belki biraz olsun öğrenmişimdir bağırmadan ses duyurmayı.
Virginia Woolf, kendinden neredeyse dokuz yüz yıl önce yaşamış Murasaki Shikibu’ya sahip çıkarak erkek egemen ve Batı odaklı dünyada önce önemsenmemiş sonra da unutulmuş olsa da, dünyanın ilk roman yazarının bir kadın olduğunu, Odysseia okunmadan da bir roman yazılabileceğini bizlere hatırlatmıştı[1]. Meğer Murasaki’nin de yazdığı, 11. yüzyıl Japonya’sında kadın edebiyatının bir ismi varmış: Kadın Eli. Bu tanım tüm sempozyum boyunca muhtelif zamanlarda aklıma geldi gitti.
Tekrar olacağını bile bile aklımdaki şu cümleyi burada da yazmak istiyorum: Tüm toplantıya kadın eli değmişti, hem de onunla tanışma ve konuşma şansını yakalamış kadınların, Nilüfer Kütüphane Müdürü yazar Şafak Baba Pala’nın, Proje Danışmanı şair Asuman Susam’ın.
Sempozyum bir kapanıştı. Gülten Akın zaten diğer birçoğundan çok daha zor geçmiş bu yılın yazarıydı. Varlığı ve yazdıklarıyla onun bu yıla denk düşmesi sanki sadece tesadüf değildi.
Uzaktan izlemiştim – iyi ki sosyal medya var. Tüm bir yıl boyunca Nilüfer ve çevresinde toplumun farklı katmanlarından insanlar onu okumuş, okuyanlardan, tanıyanlardan dinlemişti. Binin üstünde çocuk 23 etkinlikte, fabrika işçileri, mahkumlar, anma yılının teması olan “yaratıcılığın izinde” koşmuşlar, kendileri de kâh drama atölyeleriyle, kâh Haydar Ergülen ve Murat Çelik gibi şairlerin düzenlediği şiir atölyeleriyle, bazen şiir de yazarak, katılmışlardı. 216 lise öğrencisi şairin “Kuş Uçsa Gölge Kalır” kitabı için kapak tasarlamışlar sonra da eserlerini sergilemişler, birincilik ödülü kitabın kapağı olmuş, o yeni baskısıyla Nilüferli öğretmenlere dağıtılmıştı. O ona, bu buna tohum olmuş, meyve vermiş, her etkinlikten yeni bir kültür üretilmişti. Kapsayıcılık, yaratıcılığın izinde olmak kadar baskın bir temaydı.
Sadece etkinlik alanının çevresinde değil, en uzak yerlerde bile, şehre girdiğimiz andan itibaren bizi karşılayan açık havadaki, dergilerdeki ilanlar, duyurularda Gülten Akın’ın o saçlarında dizeler gezen profilden güzel çizimi vardı, görseydi mutlaka severdi diye düşündüğüm; baktıkça içten içe aptalca bir gurur duyduğum.
Etkinliğin gerçekleştiği Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin girişindeki Şiir Kütüphanesi eski-yeni baskılarıyla Gülten Akın kitapları sergilemişti. Her bir kitabın hangi yılları temsil ettiğini anne babamın kitaplarını düşünerek tahmin etmeye çalıştım. O sade, tek renkli kapaklar ellilerden, altmışlardandı. Hafızaya ne hacet, telefondan erişilen internet sağ olsun, tabii ki Rüzgâr Saati’ydi o, ilk kitabı, 1956’da yayımlanmış.
Üstüne basılı resimden bu seferkini herkesin hep saklayacağına emin olduğum, içinde sempozyumdaki bildirilerin bulunduğu kitapçığın –çoğu zaman bu tür bir matbu eser yıllar sonra bile çıkmaz– yanında da Mektup Ödülü seçkisine giren mektupların kitapçığının bulunduğu bir konferans çantası vardı. Gülten Akın’ın hiç görmediğim fotoğraflarının yer aldığı kartpostallarıyla. Acaba kime eski usûl yılbaşı tebriği atsam da şaşırtsam? En sonda, herkese gönlüne göre bir şiir gelmesi için planlandığını tahmin ettiğim, Gülten Akın’dan kısmetimize düşen şiirler dağıtılmıştı. Kısmet güvercininin çektiği fal kağıdına bakar gibi baktım o şiire hem orada hem de yolda.
Bu kültürün, Gülten Akın’ın yarattığı bu kültürün etnografisini yapsaydım, bunların birer ritüel olduğunu, her birinin nesnesi farklı olsa da tek bir özne altında toplandığını, sonra da teker teker bireylere uzandığını yazardım, Asuman Susam’ın konuşmasında değindiği şairin Ötekini oku, derinde dipte duranı, dizelerini doğrularcasına, o çocuklar, fabrika işçileri, kadınlar, hukukçular, öğretmenler, mahkumlar bin bir insan anarken yanlarında bulunamadığıma üzülür, bu zorlu yılda Gülten Akın’ın şiirleriyle onlara destek verdiğini not alırdım.
Sempozyumun denk geldiği ay hem bu Jüstinyen yıllarından birini hem de Gülten Akın yılını bitirdiğimize işaret ediyordu. Salonun en kalabalık olduğu an, dinleyicilerin konuşmaları ayakta takip ettikleri açılış oturumuydu. Şafak Baba Pala, Gülten Akın’ın ailesi adına kızı Onur Cankoçak, Asuman Susam ve Belediye Başkanı Turgay Erdem’in konuşmaları vardı. Bu dörtlü benim için şunları ifade ediyor: Kitaplar, aile, şiir ve toplum; bunlar sanki Gülten Akın’ın yaşamının da dörtlüsü; bir yandan da kültürel üretimin bu tür bir döngüde nasıl gerçekleştiğinin ve çoğaldığının tüm şehirlere, kültürel üretim peşinde koşan herkese bir örneği. “Şiirden bir ülke” böyle yaratılıyor. Duyun, duyun tüm belediyeler!
Açılışta Murathan Mungan’ın hiç bitmesini istemediğim bir Gülten Akın ve şiir dersi vardı. Ders derken öyle didaktik, üstten bakan hoca dersi değildi. Merakın, araştırmanın ve emeğin aslında ne denli kıymetli olduğunun dersiydi. Jargonlara ne boğulmuş ne de sığınmaya tenezzül etmiş, Gülten Akın şiirini hiç bilmeyenlere bile anlatacak kadar anlaşılır, iyi bir şairi ancak iyi bir şairin anlayabileceğini düşündüren bir dersti; anlatanın heyecanına kendimizi kaptırdığımız, her Gülten Akın şiirini okuduğunda içimizin bir hop ettiği –sahi, şairler güzel şiir de okumalı, değil mi?– ve yayımlayacağı Gülten Akın kitabında yer alacağı için de tüm metni not edemediğimiz için üzülmediğimiz, sadece elimize geçmesi için sabırsızlandığımız...
Tek tek tüm konuşmaları özetlemek zor ve gereksiz, işte orada kitapçık! Aklımdan onlarca kelime, tanım, tamlama geçip gidiyor, hepsi Gülten Akın’ın detaylarıyla incelenen şiirlerine ve yaşamına takılıyor. İlla birkaç malumat daha ver derseniz, Haydar Ergülen’in, Gülten Akın’ın –her ne kadar kendisi bu tür sıfatlardan hazzetmese de– en büyük şairimiz olduğunu vurgulamasını ve herkesin onu desteklemesini söylerim. Bu büyüklüğün, bir araya getirdiği onca insanın söz birliği etmişçesine benzer özelliklerini tekrarlamasından, gerçekten hacimsel bir büyüklük de olduğu da belli: Kapsayıcı, kavuşturucu, birleştirici ve Derya Çolpan’ın da vurguladığı gibi karşıtlıkların birbirini beslediği, çoğaltıcı ve halkın içinden. Sevilay Çelenk’in katıldığı oturumda söylediği gibi, şiirlerinin dizeleriyle ulaşamadıklarına şarkılara söz olarak ulaşmış Gülten Akın, halkın şairi...
Toplumda nereye dikse yabancı olduğunu düşündüğü kimliklerle gezermiş ya Gülten Akın: Şair, anne, avukat, öğretmen, sonra toplumsal alanda çalışmalar yapan, İnsan Hakları Derneği’nin kurucularından... Kadın şair olarak uzunca bir süre tek başına anıldığından mıydı bu acaba? O kadın duyarlılığı, sezgisi annelik yaftaları yüzünden değil, bir kadının yazmasının, Feryal Saygılıgil’in bildirisinde söylediği gibi, bir erkeğinkinden farklı bir toplumsal eylem olduğunun uzunca bir süre bilinmemesinden. On beş yaşında ilk şiirini yazdığı 1948’den yetmiş küsur yıl sonra aslında hangi aşamalardan geçtiğini, neler başardığını ancak kavrayabildiğimizden!
Bildirilerin çoğunda konuşmacılar[2] Gülten Akın’ın yaşamın içinden nasıl seslendiğinden, hem de “kadın şair” olarak tek başına, tıpkı vaktiyle birçok kadın yazar ve şairin yaşadığı yalnızlıkla, her dizesinin öylesine yazılmış gibi dursa da nasıl en sonunda bir ölçü ve baştan sona bir matematik içerdiğinden söz ettiler. O matematiğin yarattığı bir sihirli taraf mutlaka vardır. Şafak Baba Pala’nın şairin kendi sözlerine değindiği gibi zaten “Şiir bir büyüdür.” Gülten Akın’a şunu sormak isterdim, “Sadece şiir mi bir büyüdür?” O şiirleri yaratan şairin, hepimizi çoğalttığı ve birleştirdiği çalışkan kişiliği ve fikirleri, onun dizeleri kadar büyülü değil midir?
Sempozyumda tiyatro sanatçıları da, belki hayatlarında ilk kez sahneye çıkan Nilüferli kadınlar da, Gülten Akın şiirleri okudular. Bunun tam da Gülten Akın’ın istediği zıtlık olduğu hissedilmemiş, akıl edilmemiş ve sonra uygulanmamış olamazdı.
Bana en çok dokunan Gülten Akın’ın hepsi orada bulunan dört kızından biri olan Onur Cankoçak’ın, annesinin yazarlığının-şairliğinin, annesini kendine okunaksız kılan bir etkisi olduğunu söylediği konuşması oldu. Bu yazıda özetlenemeyecek kadar bağlantılıydı konuşması, sempozyum kitapçığında da yok. Belki bir gün daha geniş bir metinle karşımıza çıkar da bizi sevindirir. O konuşmayı, Gülten Akın’ın bir anne olarak neler yaşadığını belki ucundan kıyısından hissettiğimden olacak, bir anne olarak dinledim, sanki yaşı küçük olduğu için yazdıklarımdan çoğu zaman bihaber kızım bir gün çıkmış benim hakkımda konuşuyormuş gibi. Gelecekten bana seslenmiş gibi. Pandemi belasıyla uğraştığımız şu garip zamanlarda uzun zamandır insan yüzü görmemişliğin coşkusunun yanına yerleşen, birbirinin içine geçmiş, karmakarışık duygularla...
Gülten Akın 12 Şubat 1979’da, kırk altı yaşındayken, Abidin Dino’ya Seyran Destanı’ndan söz ederek, “Bu parçaları yazarken, hep sizin resimleyeceğinizi düşledim. Her parçanın resmi gözümün önünde canlandı. Resminizi biliyorum,” yazar. Erdal Öz kendisini ziyarete geldiğinde, bu düşünden ona da söz etmiştir, “Erdal Öz Ankara’ya gelmişti. Dün akşam bizim evde anlatıverdim ona da özlemimi. Hemen destanın bir örneğini size göndermemi önerdi. Çok da üsteledi. Çekingenliğim kırıldı... İşte elinizde. Onu resimleyecek misiniz?” Peşinden şunu ekler, “Bu cesaretimi biraz da sizden aldım. İyi ozan olduğumu söylediniz. Yaşadıkça sizi doğrulamaya çalışacağım.”[3]
En sondaki tevazu ve verilen söz, tüm ifadeye sinmiş heyecan ve idealizm, şairin kendi ağzından çıkan kelimelerle: İşte mektubun gücü bu. Yorumsuz ve çıplak, bir kişinin kendini ifade etmesi ve bunu geleceğe bırakması. Geleceğe verilen hediye.
Şiirler, resimlere mektuplar sayesinde yol vermiş, Dino tabii ki Seyran Destanı’nı resimlemiş, hatta Güzin Dino’yla birlikte bir şiirinin çevirisini yapmaya uğraştıklarından söz etmiş. Nazmi Ağıl’ın bildirisinde gösterdiği gibi, Gülten Akın’ın, tüm dünyaya ama doğru çevrilerek ulaşabilmesi için çoğalması gerektiğinin ta o zamanlardan bizlere haberini vermiş[4]. Bu haberi mektupla vermiş.
Mektup... En sonda ben –Gülten Akın’ın bana verdiği– görevimi yerine getirecek, mektup ödülü hakkında konuşacaktım. Bir şairi andığımız sempozyumun ödülünün neden mektup olduğunu tıpkı burada olacağı gibi anlatmalı ve “onca mektup yazılırken aslında neler yazıldı, şiir varken sadece mektup vardı, yoksa bunu unuttunuz mu?” diyerek herkese çıkışmalı, “bugün mektup unutulmuş gibi ama şiirle ikisi birlikte dünya edebiyatını kurmamışlar mıydı?” diyerek hatırlatmalıydım. Mektubun şiirle birlikte ilk edebî türlerden olduğunu, bugün okuduğumuz öykülerin, romanların, biyografilerin, hatta tarihin bile o mektuplardan çıktığını söylemeliydim.
Mektubu demode bulanlara, onun diğer edebî türler gibi değişip, azaldığı ya da kısalıp farklı formlarda çoğaldığı ama sıcaklığının yerine geçecek ya da birinci elden bizlere duyguları aktaracak, o kelimelerin gözden kalbe giden yoluna görüntüsüz, sessiz girebilecek başka bir edebî türün henüz ortaya çıkmadığı minvalinde bir şeyler söyleyerek herkesi ikna etmeliydim.
Bunu ne kadar becerdiğimi ancak zaman gösterecek. Sadece alışık olduğumuz türdeki mektuba daha az zaman kalmasının edebiyata etkisinin olup olmayacağını tartışmaya açmak ve orada sorduğum şu soruları buraya da yazmam gerek:
Mektubun azalmasıyla edebiyatta neler azalıyor ya da neleri kaybettiğimiz için mektup azalıyor? Ve esas şu: Mektubun bitmesiyle edebiyatta neler bitiyor?
Şiirler dağıtıldı demiştim ya! O şiir hediyelerinden benim kısmetime, Gülten Akın’ın Yürüyüş şiiri düştü. Ondan bana bir hediye geldiğine, Nilüfer’de bir Gülten değil, binlerce Gülten kaldığına inandım, eve geldim ve o şiiri panoma astım.
Eksilenler vardı yanımızdan yöremizden
ne yapabiliriz başka, bilemeden
yürüyoruz arada küçük molalar
ağlıyoruz o sevdiğimizse aşikar
değilse derine daha derine
acıyla hüzünle yasla doldurulmuş hazine
açıyoruz arada, giderek uzaklaşma
ah yas, süreğen saati unutkanlığın
yüzeyde avunma
şaşkın sarkaç çevresi boşalmış anlamsız
biz kalır mıyız?
Sonra kendime bu yazıyı yazmak için bir mola verdim.
•
NOTLAR:
[1] Taçlı Yazıcıoğlu, “Murasaki, Virginia, Kadın Eli,” Birikim, 8 Mart 2020 https://birikimdergisi.com/guncel/9965/murasaki-virginia-kadin-eli
[2] Her biri birbirinden değerli bu bildirilerin hepsine değinemediğim için bağışlanmayı diliyorum.
[3] Fundanur Öztürk, "Abidin Dino ile Gülten Akın'ın mektuplaşmaları ilk kez gün yüzüne çıktı", Kültür Servisi
[4] Nazmi Ağıl sunduğu bildirisinde, şairin dillere pelesenk olmuş İlk Yaz şiirindeki, daha başlığıyla başlayan çeviri yanlışlarını gösterdi, sadece dile ve şairin şiirlerine hakim olanların bu işi yapmaları gerektiğini bize anımsattı.