Arkadaşlarla Sohbetler kitabıyla tanıdığımız Sally Rooney'nin yeni romanı Normal İnsanlar, Emrah Serdan çevirisiyle Can Yayınları tarafından yayımlandı, haftaya kitapçılarda...
Bir Ay Sonra
(MART 2011)
Üniversite başvurularından bahsediyorlar. Marianne çarşafı üzerine çekmiş, uzanmış; Connell’sa kucağında onun Macbook’uyla yatakta oturuyor. Marianne, Trinity’ de Tarih ve Siyaset Bilimi’ne başvuru yaptı bile. Connell ise Galway’de Hukuk’u yazdı ama her an değiştirebilir, çünkü, Marianne’in de söylediği gibi, hukukla ilgilenmiyor aslında. Avukat olduğunu, kravat falan takıp gezdiğini, insanların hüküm giymesine yardımcı olduğunu gözünün önüne getiremiyor. Aklına başka bir şey gelmediği için yazdı bu bölümü aslında.
Senin edebiyat okuman lazım bence, diyor Marianne.
Gerçekten böyle mi düşünüyorsun, dalga geçmiyorsun ya?
Böyle düşünüyorum tabii. Okulda sevdiğin tek ders. Hem boş zamanlarında da hep kitap okuyorsun.
Connell bilgisayara boş boş bakıyor, sonra gözlerini Marianne’in üzerine serili, göğsüne leylak rengi üçgen bir gölge düşüren ince, sarı çarşafa çeviriyor.
Tüm boş zamanımda değil, diyor Connell.
Gülümsüyor Marianne. Artı, sınıflar kız dolu olur, hatunların gözdesi olursun işte.
İyi. Ama iş olanaklarından çok emin değilim.
Ay kimin umurunda? Ekonominin içine sıçılmış zaten.
Bilgisayarın ekranı karanlığa gömülüyor; Connell önündeki dörtgene dokunarak tekrar uyandırıyor. Üniversite başvuru sayfası suratına bakıyor.
Marianne ilk sevişmelerinden sonra geceyi onun evinde geçirmişti. Connell daha önce hiç bakire bir kızla yatmamıştı. Toplamda birkaç kızla birlikte olmuştu, her defasında da okulda duymayan kalmamıştı. Yaptıklarını, daha sonra soyunma odasında tekrar dinlemek zorunda kalıyordu: yanlışları, hatta daha da beteri, o acınası sevecen olma çabaları, abartılı bir şekilde taklit ediliyordu. Marianne ile durum farklıydı, çünkü her şey yalnızca aralarında olup bitiyordu; en tuhaf ve zor şeyler bile. Ona istediğini yapabilir ya da söyleyebilirdi ve kimsenin
ruhu bile duymazdı. Bunu düşünmek başını döndürüyor, sersem ediyordu Connell’ı. O gece ona dokunduğunda ıpıslaktı Marianne, gözlerini tepeye dikmiş ve demişti ki: Aman Tanrım, evet. Bunu söyleme hakkı da vardı, kimse bilmeyecekti. Marianne’e bu şekilde dokunurken bile boşalacağından korkuyordu.
Ertesi sabah holde onu öperek uğurladığında ağzında alkalin tadı aldı, diş macunu gibi. Teşekkürler, dedi Marianne. Connell kendisine niçin teşekkür edildiğini anlayamadan, dönüp gitti. Çarşafları çamaşır makinesine attı Connell, yüklükten temiz nevresim çıkardı. Marianne’in ne kadar ağzı sıkı, bağımsız fikirli biri olduğunu düşünüyordu; evine gelip kendisiyle yatmasına izin veriyor ve üstelik kimseye söyleme ihtiyacı da hissetmiyordu. Hiçbir şeyin anlamı yokmuşçasına bir şeylerin olmasına izin veriyordu.
Öğleden sonra Lorraine geldi. Daha anahtarları masaya bırakmasına kalmadan durup sordu: Çamaşır makinesi mi çalışıyor? Connell başıyla onayladı. Annesi eğilip yuvarlak camdan içeriye, çarşaflarının köpüklü suyun içinde dönüp durduğu hazneye baktı.
Sormayacağım, dedi.
Neyi?
Connell tezgâha yaslanırken annesi su ısıtıcıyı doldurdu.
Çarşaflarını neden yıkadığını, dedi. Sormayacağım.
Sırf suratı boş kalmasın diye gözlerini devirdi Connell.
Hep kötü şeyleri aklına getiriyorsun, dedi.
Kahkahayı bastı Lorraine, sonra su ısıtıcıyı altlığına yerleştirip düğmeye bastı. Kusura bakma, dedi. O okuldaki en hoşgörülü anne benimdir herhalde. Koruma kullandığın müddetçe istediğini yapabilirsin.
Bir şey demedi Connell. Su ısınmaya başlamıştı; Lorraine dolaptan temiz bir kupa aldı.
Ee? dedi. Öyle mi?
Ne öyle mi? Sen yokken kimseyle korunmasız ilişkiye girmedim herhalde. Daha neler.
Söyle bakalım, adı ne?
Hışımla odadan çıktı Connell ama merdivenden çıkarken annesinin arkasından güldüğünü duyabiliyordu. Oğlunun hayatından hep bir eğlence çıkarıyordu.
Pazartesi günü okulda Marianne’e bakmamaya, onunla karşılaşmamaya çalıştı. İçinde iri ve sıcak bir şey gibi taşıyordu sırrını, sanki dökmeden oradan oraya götürdüğü bir tepsi dolusu sıcak içecek gibi. Marianne her zamanki halinde, bir şey olmamış gibi davranıyordu; dolapların orada yine kitap okumakla, anlamsız tartışmalara karışmakla meşguldü. Salı öğle yemeği saatinde Rob, Connell’ın annesinin Marianne’lerin evinde çalışması hakkında sorular sormaya başladı, Connell’sa sadece yemeğini yedi ve renk vermemeye çalıştı.
Sen kendin hiç girdin mi oraya? dedi Rob. O köşke yani.
Connell cips paketindekileri avucuna döktü, sonra pakete baktı. Birkaç defa girdim, evet, dedi.
İçerisi nasıl?
Omuz silkti Connell. Bilmem, dedi. Büyük yer tabii.
Doğal ortamında nasıl biri? dedi Rob.
Ne bileyim.
Seni uşağı sanıyordur, değil mi?
Connell elinin tersiyle ağzını sildi. Yağlıydı ağzı. Cipsi fazla tuzluydu, başına ağrı girmişti.
Sanmam, dedi Connell.
Annen onun hizmetçisi değil mi ki?
Temizlik yapıyor sadece. Haftada iki gün gidiyor, pek karşılaşmıyorlar bence.
Marianne onu küçük bir zille yanına çağırmıyor mu
yani? dedi Rob.
Bir şey söylemedi Connell. Marianne’le aralarındaki durumu henüz anlamış sayılmazdı. Rob’la konuştuktan sonra kendine her şeyin bittiğini söyledi; nasıl olduğunu görmek için bir defa yatmışlardı, bir daha görüşmeyecekti onunla. Yine de tüm bunları kendine söylerken aklında başka bir yer başka bir sesle ona diyordu ki: Evet görüşeceksin. Bilincinin önceden hiç bilmediği bir parçası, açıklanması mümkün olmayan, sapkın ve gizli arzuların
peşinden gitme içgüdüsüydü bu. O gün öğleden sonra sınıfta, arka sıralardan matematik dersini dinlerken, ya da rounders oynaması gerekirken hayal etti onu. O küçük ıslak ağzını düşünürken bir anda nefessiz kalıyor, ciğerlerini güçlükle tekrar dolduruyordu.
Akşamüstü okuldan sonra Marianne’in evine gitti. Ne yaptığını düşünmemek için arabada yol boyunca sesini sonuna kadar açıp radyo dinlemişti. Birlikte yukarı çıktıklarında bir şey söylemedi, konuşmasına izin verdi. Ne güzel, deyip duruyordu. Ne güzel bir duygu. Hamur
gibi yumuşak ve beyazdı bedeni. İçine kusursuz bir şekilde sığıyor gibiydi. Bedensel olarak çok doğru geliyordu ona; insanların cinsel sebeplerden niçin delice şeyler yaptığını o an anladı. Hatta geçmişte ona yetişkinlerin dünyası hakkında gizemli gelen pek çok şeyi anladı. Ama niye Marianne’di bu insan? Sonuçta çekici değildi. Bazılarına göre okuldaki en çirkin kızdı. Kim onunla böyle bir şey yapmak isterdi ki? Yine de her şeye rağmen, kendi nasıl biri olursa olsun, orada, onunlaydı. Hoşuna gidiyor mu sorularını duymuyormuş gibi yaptı. Elleri ve dizleri üzerinde olduğu için onun yüzünü göremiyor ve aklından geçenleri okuyamıyordu. Birkaç saniye sonra kısık bir sesle şöyle dedi: Yanlış bir şey mi yapıyorum? Connell gözlerini yumdu.
Hayır, dedi. Hoşuma gidiyor.
O an hırıltılı bir nefes aldı Marianne. Connell onun kalçalarını kendine doğru çekti, sonra hafifçe bıraktı. Marianne boğuluyor gibi bir ses çıkardı. Connell aynısını tekrarladığında gelmek üzere olduğunu söyledi. Güzel,dedi Connell. Sanki hiçbir şey daha sıradan olamazmış
gibi söylemişti bunu. O gün Marianne’in evine gelme kararı bir anda çok doğru ve zekice geldi; belki de hayatında yaptığı en zekice şey buydu.
Bitirdikten sonra kondomu nereye atacağını sordu. Marianne yastıktan kafasını kaldırmadan: Yerde kalsın, dedi. Yüzü pembe, veıslaktı. Söylediğini yaptı Connell ve sırt üstü uzanıp avizeyi seyretti. Senden çok hoşlanıyorum, dedi Marianne. Connell keyifli bir hüzünle sarmalandığını hissetti, gözleri yaşarır gibi oldu. Duygusal acı anları böyle, anlamsız ya da anlaşılmaz şekillerde buluyordu insanı. Marianne’in son derece özgür bir hayatı vardı, bunu görebiliyordu. Connell ise çeşitli kaygılarla kapana kıstırılmıştı. Başkalarının hakkında ne düşündüğünü önemsiyordu. Hatta Marianne’in ne düşündüğünü de önemsiyordu, bu kadarı belliydi artık.
Birçok defa Marianne hakkındaki düşüncelerini daha iyi anlayabilmek için kâğıda dökmeye çalışmıştı. Nasıl göründüğünü ve konuştuğunu kelimelerle harfiyen ifade etmeyi çok istiyordu. Saçlarını ve giysilerini. Öğle teneffüsünde yemekhanede okuduğu Swann’ların Tarafı’nın karanlık bir Fransız resmiyle süslü kapağı ve nane renkli sırtı. Sayfaları çeviren uzun parmakları. Başkalarıyla aynı hayatı yaşamıyordu Marianne. Bazen öyle görmüş geçirmiş laflar ediyordu ki, Connell cahil hissediyordu yanında; bazen de çok toy geliyordu. Zihninin nasıl çalıştığını anlamak istiyordu. Konuşurlarken Connell bir şey söylemeyip sessiz kalacak olsa Marianne daha iki saniye geçmeden “ne?” diye sorardı. Bu “ne?” sorusunda Connell için çok şey gizli: Marianne’in onun sessizliklerine yönelttiği, başta soruyu sormasına neden olan adli ilgi bir yana; mutlak bir iletişim arzusu, söylenmeyen her şey aralarında istenmeyen bir sekteye sebep olacakmış düşüncesi de vardı. Tüm bunları, yan tümcelerle dolu bağlaçsız, bazen soluksuz noktalı virgüllerle bağlanmış cümleler halinde yazıyor, gelecek nesillerce incelenmesi için muhafaza etmek istercesine Marianne’in birebir kopyasını sözcüklerle yaratmaya çalışıyordu. Sonra ne yaptığını görmemek için sayfayı çeviriyordu.
Ne düşünüyorsun? diye soruyor Marianne şimdi.
Saçını kulağının arkasına atıyor.
Üniversite, diyor Connell.
Trinity’de edebiyata başvurmalısın.
Yine boş boş sayfaya bakıyor Connell. Son zamanlarda aslında iki ayrı insan olduğu hissinden kopamıyor; yakında sahip olacağı tam zamanlı kimliğe karar vermek ve diğerini geçmişte bırakmak zorunda kalacağını hissediyor. Carricklea’de bir hayatı var, dostları var. Galway’de
üniversiteye başlarsa aslında aynı arkadaş grubuyla kalabilir ve planladığı hayatını sürdürebilir; iyi bir üniversite bitirir, güzel bir sevgili edinir. İnsanlar rahatının yerinde olduğunu düşünür. Diğer yandan Marianne gibi Trinity’ ye de gidebilir. O zaman hayat farklı olur. Yemek davetlerine gitmeye, Yunanistan’ın ekonomik kurtarma paketi
hakkında sohbetler etmeye başlar. Biseksüel olduğu ortaya çıkan tuhaf tipli kızlarla yatabilir. Altın Defter’i okudum, diyebilir onlara. Doğru, okudu gerçekten de. Oradan sonra bir daha Carricklea’ye dönmez, bir başka yere gider; Londra’ya, ya da Barcelona’ya. Herkes başarılı olduğunu düşünmeyebilirdi; bazıları her şeyi mahvettiğini düşünecekti, bazıları da onu tamamen unutacaktı. Peki ya Lorraine ne düşünürdü? Mutlu olmasını, başkalarının
ne söylediğini düşünmemesini isterdi. Ama ya tüm arkadaşlarının bildiği o eski Connell? O insan bir anlamda ölmüş, daha da kötüsü, diri diri gömülmüş olacak, toprağın altında çığlık çığlığa bağıracaktı.
O zaman ikimiz de Dublin’de olacağız, diyor Connell.Karşılaşsak beni tanımıyor gibi yaparsın kesin.
Marianne başta bir şey söylemiyor. Sessiz kaldıkça endişeleniyor, belki gerçekten de kendisini tanımazlıktan geleceğinden korkuyor Connell. İlgisine layık olmayacağı
düşüncesi Connell’ı paniğe sürüklüyor; yalnız Marianne konusunda değil, geleceği, elde edebilecekleri konusunda da.
Sonra Marianne diyor ki: Asla tanışmıyormuşuz gibi yapmam, Connell.
Sessizlik birden çok gerginleşiyor. Connell birkaç saniye kıpırdamadan yatıyor. Marianne’i okulda tanımıyormuş gibi yaptığı doğru ama aslında konuşmak istediği mesele bu değildi. Olması gereken şeydi bu. Okulda her gün görmezlikten geldiği Marianne’le gizli gizli ne
yaptığını duyacak olsalar, hayatı kararır. Koridorda yürürken insanlar gözlerini ondan ayırmaz, sanki Connell bir seri katil ya da daha fena biriymiş gibi. Arkadaşları onun sapkın biri olduğunu düşünmüyor; Marianne Sheridan’a güpegündüz, tek damla içki içmemişken: Ağzına
boşalabilir miyim? diye soran biri olduğundan şüphelenmiyorlar.
Arkadaşlarının yanında normal davranıyor.
Marianne’le kendi odasında kimsenin onları rahatsız
etmediği ayrı bir hayatları var; bu iki dünyanın karışması
için bir sebep yok. Yine de tartışmadaki konumunu kaybettiğini
ve istemediği halde konunun açılmasına fırsat
verdiğini düşünüyor ve bir şey söyleme gereği hissediyor.
Yapmaz mıydın sahiden? diyor.
Hayır.
Peki o halde, Trinity’de Edebiyat yazacağım.
Gerçekten mi? diyor Marianne.
Evet. Zaten iş bulmak öyle pek de umurumda değil.
Gülümsüyor Marianne, bir kavgayı kazanmış gibi hissediyor. Ona bu hissi vermek Connell’ın hoşuna gidiyor. Bir an için iki dünyanın, hayatının iki versiyonunun bir arada olması, Connell’ın bir kapıyla birinden diğerine geçmesi mümkünmüş gibi geliyor. Marianne gibi birininsaygısını kazanıp okulda sevilen biri olmayı sürdürebilir, gizli fikirlere ve tercihlere sahip olabilir, anlaşmazlığa gerek yok, hiçbir zaman birini öbürüne tercih etmek zorunda değil. Küçük bir dalavereyle iki ayrı varoluşa sahip olabilir, hayatında ne yapacağına ya da nasıl bir insan olacağına dair o kaçınılmaz soruyu asla cevaplamak zorunda kalmayabilir. Bu düşünce öyle teselli ediyor ki Connell’ı, birkaç saniyeliğine Marianne’den gözlerini kaçırıyor, bu inancı birazcık daha sürdürebilmeye çalışıyor. Biliyor ki onun yüzüne baktığında artık buna inanması mümkün olmayacak.