Romain Gary Europa romanını yayımladığında, Avrupa 68 fırtınasını henüz atlatmış, ileri bakar hâldeydi. Günümüz Avrupa'sının hâli ise romanı yeniden okumayı gerektiriyor
29 Kasım 2018 13:18
Romain Gary salt Fransız değil, dünya yazınının büyük romancılarından biridir. Bize romanı hayat, hayatı roman sandıran büyük yanılsatıcıların (illüzyonist) başında gelenlerdendir.
Romain Gary ömrünü masa başında tüketmemiş, Stephane Hessel’in deyişiyle, yüzyılıyla, yaşadığı yüzyıl ile dans etmiş bir aydındır. Ölüm dansı!
1914 Litvanya doğumlu Gary, Yahudi kökenli. On dört yaşında ailesiyle Fransa’ya geliyor. Hukuk okuyor. Savaş ortamı. Kaçmıyor. Savaş pilotu oluyor. De Gaulle'ün yanında İkinci Dünya Savaşı'na katılmış. Efsane olmuş 200 kadar savaş pilotunun sağ kalan beşinden biri. Bir savaş kahramanı, ama gözü gönlü yazında. 1945’te Avrupa Eğitimi (Education Europeenne) romanıyla çıkıyor ortaya. Türkçede Polonya’da Bir Kuş Var (Sevgi Tamgüç çevirisi) başlığıyla yayımlanan bu roman, Gary’yi hemen yazın dünyasının birinci ligine sokuyor. Aynı yıl Dışişleri Bakanlığı'na profesyonel diplomat olarak giriyor. Uzun yıllar diplomatlık yapacak, Los Angeles Başkonsolosluğu'na kadar yükselecek, bir noktadan sonra memuriyeti bırakıp salt sanat alanında yaşamayı seçecektir.
Gary deyince benim aklıma, tuhaftır, önce Jean Seberg gelir. A Bout de Souffle filmini çok genç yaşta gördüm. Film kadar Jean Seberg sarstı beni. Sonra birçok filmini seyrettim cennetten kaçma tanrıçanın. Özel yaşamını sonradan zamanla okudum orada burada, izledim. Ne korkunç bir tragedya! Dünyanın cehennem olduğunu bilmiyormuş meğerse, pahalıya ödemiş gerçek hayatta da Jeanne d’Arc’lık yapmaya çalışmanın bedelini. Kırk yaşında ölüsü bulundu, aşırı doz bilmem ne ve içki... Nice intihar girişiminden sonra.... Bebecik kızını yitirmiş. Babasının Siyah Panter sevgilisi olmadığını FBI’ya, cümle âleme göstermek için cam tabutta taşımış kızının cesedini. Ne acıdır, ya Rabbim! Bütün Amerika kadıncağızın üstüne gelmiş bir siyah panter ile ilişkisi yüzünden, nerdeyse zenciden olduğunu varsaydıkları bebeğin ölümüne bile sevinmişler sanki. Jean kızının birkaç ölüm yıl dönümünde intihara kalkışmış.
Romain Gary 1962’den 1970’e kadar Jean Seberg’in kocası. Büyük bir aşk ve fırtınalı bir ilişki, kopuk kopuk. Belli ki Gary çok sevmiş ondan 15 yaş küçük Jean’i. Gary aynı zamanda sinemacı. Diplomatlığı 1961’de bıraktıktan sonra iki filmin yönetmeni, birçok filmin senaryo yazarı. Jean ile ortak yönleri sinema, ama hayat film gibidir ya da filmler hayat gibi mi? Romain sevgili Jean’in bir ara Clint Eastwood ile kırıştırdığını öğrenince Clint’i düelloya çağırmış. Hollywood işte! Kötü ve Çirkin bol, İyi neresinde? Jean’in Romain’den boşandıktan Carlos Fuentes ile ilişkisi olmuş. Başka ilişkileri olmuş da olmuş. Konacak dal bulamayan bir kuş... Gary’nin kalbini de alıp götürmüş, belli!
Jean 8 Eylül 1979 günü bir Renault’nun arka koltuğunda ölü bulundu. Hemen sonrasında Roman Gary bir basın toplantısı düzenleyerek FBI’ın baskısı nedeniyle eski karısının intihar ettiğini öne sürdü. Gerçek nedir? FBI’ın Jean Seberg ile ilgili bir raporunda şu ifadenin yer aldığı kesindir: “Jean Seberg Siyah Panter Partisinin mali destekçisidir ve nötralize edilmelidir.”
Romain Gary 2 Aralık 1980 günü intihar etti. Bıraktığı notta, intiharının Jean Seberg ile ilgisi olmadığını, kırık kalp meraklılarının başka yere başvurmalarının rica olunduğu yazılıdır. Ama...? Hiç mi ilgisi yok, hiç mi?
Ardında nice yapıt bırakarak gitti Gary. O gittikten sonra anlaşıldı ki Goncourt Ödülü alan Émile Ajar, Romain Gary’nın takma adı. Oysa asıl adıyla da aynı ödülü almıştı, bir kişiye iki kez verilmemesi gereken ödülü. Gary’yi bilmeyen biri “Amma da meraklıymış o ödüle” diyebilir. Gelgelelim, Gary’nın doğum soyadı Kocew. Yazarlık yaşamında Émile Ajar’ın yanı sıra Shatan Sogat, Fosco Sinibaldi takma adlarını da kullanmış. Üstüne üstlük, Romain Gary ünlü Pseudo romanının yazarı. Takma adla ödül alarak yazın dünyasını makaraya almayı düşünmüş olabileceği bir yana, çok kimliklilik ya da kimlik parçalanması Romain Gary’nin “şahsî masal”ının bir parçası....
Romain Gary ülkemizde de tanınıyor. Birçok yapıtı Türkçeye aktarıldı. Benim bugünlerde ilgimi çeken bir yapıtı var. Yeniden okudum. Bildiğim kadarıyla, Türçeye henüz aktarılmadı. Yapıtın Başlığı: Europa. Avrupa. 1971 yılında çıkmış bir roman. Fransa’da da az biliniyor. Ne ki, beni etkiledi. Dayanamayıp elime kalemi aldım.
Ortalama uzunlukta bir roman bu. Benim okuduğum, Folio cep kitabı 1999 baskısı, 500 sayfa.
Bu baskının önemi, Romain Gary’nin kitabın ABD’de çıkan İngilizcesine yazdığı İngilizce önsözün Fransızcasını içermesi. Yazarın kendi yapıtını yorumladığı kısa ama önemli bir metin. "Kitabı okuduktan sonra ilk izlenimin neydi" diye sorarsanız, yanıtım: “Sarsıcı!” İkinci kez okuyunca ikinci kez sarsıldım. Belki bu kez dışsal nedenlerle daha çok sarsıldım.
Aslında anlatılan öykü o kadar ahım şahım değil. Giderek bir melodrama. Yirmi beş yaşında bir diplomat, kendinden 12 yaş büyük bir kadına tutuluyor. Aşkın gözü kördür: Kadın feleğin çemberinden geçmiş bir hatun, diplomat efendi görmüyor. Arkadaşları ve dışişleri bakanlığı “atma geleceğini riske” deyince, gözü açılıyor diplomatın. Ayrılık üzere ortak bir otomobil yolcuğu. Korkunç bir kaza. Diplomat sağ çıkıyor, ama kadın kötürüm kalıyor. Bu arada çocuk düşürüyor. Gel zaman git zaman... Yirmi beş yıl geçiyor. Bizimki Roma Büyükelçisi olmuş. Evli, 20 yaşını aşmış bir oğlu var. Kadınsa bir soylu bozuntusuyla evli, ayrıca babası belirsiz 25 yaşında bir kızı var. Büyükelçiden öç alma tutkusuyla yaşıyor. Ayrıldıklarından beri onu izlemiş. Roma’ya geliyor. Büyükelçinin canına okuma planı yapmış. Kızı büyükelçiyle raslantı (!) sonucu tanışacak, onu kendine âşık edecek, karısından, oğlundan koparıp evlenecek... Sonra ana kız büyükelçiyi avuçlarına alıp oynayacaklar... Evdeki hesap çarşıya uyar mı? Yazgı baba bizi ne zaman dinledi ki? Büyükelçiyle kız birbirine gerçekten âşık oluyorlar. Ayıkla pirincin taşını... O zaman kötü kadın asıl öldürücü darbeyi indiriyor. Meğerse o kazadan sonra çocuk düşürmemiş, bir kız çocuk doğurmuş. O kız, büyükelçinin âşık olduğu kız. Yıkılıyor kahramanlarımız. Büyükelçi, göreceğiz, zaten uçuk, keçileri kaçırıyor...
Romain Gary böyle anlatmıyor elbette. Böyle anlatsa ne roman olur ne de Romain’in Roman’ı. Çetrefil bir roman Europa. Geçmiş zaman kipinde, diyelim di’li geçmişle yazılmış. Üst katmanda romanın başlıca kişilerinin yaz tatilinde aynı sayfiye mahallesinde komşu olarak bulundukları bir dönemi görüyoruz. Anlatı sık sık geriye dönüşlerle besleniyor. Geriye dönüşler birkaç katman. Yalnızca kişilerin özyaşamları ya da ortak yaşamlarına değil, yüzyıllar öncesine dönüşler okuyoruz. Bazen aynı sahneyi yeniden görüyoruz, ama daha ayrıntılı olarak ya da daha değişik açıdan. Anlatı kat kat açılan bir sır gibi gelişiyor. Merak böceği okurun zihninde faaliyette. Ancak sabırla okursanız, her sorunun bir yanıtını buluyorsunuz. Anlatının diğer bir özelliği de gerçek ile düşlem (hayal) ve sanrının birbirine karışması. Anlatıcı o ânın gereklerine göre bazen sanrı, bazen de düşlem ile gerçek arasında gidip geliyor. Kişilerin sadece somut günlük dünyasında değil, zihinlerinde de dolaşıyoruz böylece. Romanın sonunda ne gerçek, ne değil, karıştırıyoruz, hayır karıştırmıyoruz. Belki de karıştırıyoruz....
Önsözünde Roman Gary, bu romanının, yazında güncel barok modasına katkı gibi görüldüğünü söylüyor. Barok romanın şöyle bir akademik tanımlamasını okudum: “XVII'nci yüzyılda doğan barok roman duygusaldır, serüven romanıdır. Pastoral ya da olağanüstü tonlar taşır. Çoşkunluk, alevlenme sahneleriyle dolar taşar. XVIII'nci yüzyılda acayipliklerin ve çekmeceli entrikaların azaldığı bir üslûba doğru evrilir, ama okuru günlük bayağılıktan uzağa götürmek amacını korur. 'Küçük öykü' ya da 'gizli öykü' anlatının temelini oluşturur.”
“Küçük, gizli öykümüz” belli. Melodramatik bir öykünün çevresine sarılan romanın barok görünüm taşıdığı kesin. Ancak, romanın adıyla bu öykünün ne ilgisi var sorusu gelmez mi bu yazımızı okuyanın aklına? Doğru bir soru. Romanın ana izleği Avrupa kavramı. Romanı Avrupa kavramı üstüne bir deneme olarak görenler de var. "Anlatılan öykü Avrupa kavramını tartışmak için sadece bir bahane" diyorlar. Belki romana biraz daha yaklaşarak görmeye çalışabiliriz anlatılan öyküyle Avrupa kavramı arasındaki bağlantıyı. Roman dört ana kişinin arasındaki ilişkilerle oluşan bir öykü. Yukarıda öyküden söz ettik. Şimdi de şu kişilere bir bakalım.
Orta direk kişi Danthès ile başlayalım. Romanda 51 yaşında, üstün başarılı bir diplomat. “Çok fazla kurallı ve tümüyle Avrupa’ya adanmış bir meslek hayatı” sürüyor. Le Monde gazetesine göre, “bu deyimin her anlamıyla, ender rastlanan hakiki Avrupalılardan biri.” Beyefendinin adı ilgimizi çekiyor elbette. Oradan başlayabilirdik. Hemen Monte Kristo Kontu aklımıza geliyor: Edmond Dantès. Ancak bu romanda intikamcı taraf eski sevgili Ma. Belki de bir tersinme ya da tersine çevirme... Romanın içinde bir açıklama geliyor: “Dante’nin dediğine göre –sırası gelmişken, Dante ismi nerdeyse sesdaşı, Puşkin’in öldüren d’Anthès gibi...” Romanın sonunda kahramanla konuşan ruh doktoru da söylüyor. "Puşkin’i öldürenin adı nerdeyse ses olarak adaşınız" diyor. Puşkin’i öldüren kişinin adı Georges d’anthès. D’den sonra apostrofu kaldırırsanız romanımızın büyük kahramanın adı oluyor. Fransız, Alsacelı bir soylu bozması d’Anthès. Serüvenci, biraz da üç kâğıtçı. St. Peterburg’da Hollanda Büyükelçisi'nin evlatlığı oluyor. Gününü gün ediyor. Puşkin’e imzasız mektuplar geliyor, "o lânet olası Avrupalı karınıza asılıyor” diye. Puşkin bu durumu yediremeyip gururuna, meydan okuyor d’Anthès’e. Sonuç: Lermontov gibi erken yaşta onu da kaybediyor yazın dünyası.
Puşkin–d’Anthès olayının, Romain Gary’nin Clint Eastwood’u düelloya çağırmasıyla benzerliği kesin. Dolayısıyla yazar kendi öz yaşamını çaktırmadan romana taşımak istemiş. Ancak, yarattığı kahramanın adının aldatılan kocanın (yazarın kendisi gibi) değil, o kocayı öldüren kişiyle özdeşlenmesi ruhbilimsel çözümleme gerektiriyor. Dantès, Dante, Puşkin, d’Anthès, Danthès adları arasındaki ilşikileri ele alacak böyle bir çözümleme, bence, bizi Romain Gary’nin kendini öldürmesine, intiharına götürecektir.
Dönelim değerli diplomatımıza. “Muazzam bir kültür” sahibi olarak nam salmış. Kafayı gerçekten taktığı konu Avrupa. Avrupa kültürü diye bildiğimiz ne kadar yaratı, ürün varsa hepsini biliyor. Avrupa kültürünün bütün büyük adlarını, Avrupa tarihinin olağanüstü ve olağan dışı kişilerini biliyor. Zihninde hep onlar, hep onların yaptıkları. Sanki sürekli onlarla yaşıyor. Kabaca yüksek kültür dediğimiz dünyanın adamı Danthès. Bir kültür soylusu, bir ruh seçkini. "Odi Profanum Vulgus" diyenlerden. Avrupa tarihinde onu en çok çeken dönem 18'inci yüzyıl, yani Aydınlanma Çağı. Biz, Türkiye’de genel kültür olarak Fransız Devrimi'ni biliriz, ama bu devrimin öncesi olan çağı pek bilmeyiz. Danthès o çağın yüksek kültür ortamına bayılıyor, o çağın vadettiği Avrupa’yı düşünüyor. Aklın ve sanatın ışığında parlak bir geleceğe doğru ilerleyen Avrupa. “Ya şimdi” diyor Danthès, çoğu kez kendi kendine. Romanın yazıldığı dönemdeki adıyla Ortak Pazar Avrupası'ndan, şirketlerin, al verlerin, tecim ve iktisat Avrupa'sından hoşlanmıyor ruh seçkinimiz. “Yıllardır, hiçbir yerde, büyük konferansların masalarında, ordu ve ekonomiden başka şey, Valéry’nin, Barbusse’ün ve Thomas Mann’ın vatanı hakkında hiçbir şey” görülmedi, diye düşünüyor Büyükelçi. Ona göre “Avrupa ruhu başarısız olmuştur.” Gerçeklik duygusunu sık sık yitirebilen bir ruh. Kendini birinin yarattığı, oynadığı yapay bir varlık gibi görüyor kimi zaman. Sık sık dalıp gidiyor yüksek kültür öğelerinden oluşan hayal (düşlem) dünyasına, kopuyor gerçeklikten. Kendi gerçeğine kapanıyor. Gene de sürdürüyor başarıyla mesleğini, eşi ve oğluyla aile yaşamını, ama içinde, can evinde kilitli bir oda, sancıyor, acı veriyor. “Şizofreni” diyor anlatıcı.
Romanın ikinci kişisi Ma. Büyükelçinin genç bir diplomat iken âşık olduğu, ondan 12 yaş büyük kadın. Tam adı Malwina Von Leyden. Danthès’ten ayrıldıktan sonra edindiği kocası Baron ya, o da şimdi bir Barones. (Baron kocasının adı da von Putz zu Sterne. Putzi diyebiliyorlar, kısaca.) Adı, aslında, 16'ncı yüzyılda yakılmış bir cadının adı. Ma, çağları, yüzyılları aşan bir kadın. Yüzyıllardır yaşadığını iddia ediyor seçkinler Avrupa'sında. Yaşam tarzı bakımından, bizim kültürümüzün deyimiyle hafifmeşrep. Kimlerle ilişkisi olmamış, kimleri tanımamış ki! Yeni yüksek(tekiler) kültürümüzün deyimiyle “müthiş bir network.” Onun da gözde yüzyılı Aydınlanma Çağı. Anlatıcı anımsatıyor: O çağda güçlü ezoterik (içrek) akımlar vardı, akla meydan okuyan büyücüler, kafası daha çok kötülüğe çalışan sıra dışı kişiler...” Roman içinde Ma’nın ünlü Gül Haçlılar (Rose–Croix) örgütünün üyesi olduğunu da öğreniyoruz. Ma, aslında, üç kâğıtçının biri.
Ma, gençken güzel, ama çok güzel imiş. Kadınlığını kullanmayı iyi becermiş. Viyana’da lüks bir randevu evi işletmiş olduğu da söyleniyor. Kumar düşkünü. Şimdiki mesleğiyse “gelecek danışmanlığı.” Bu fiyakalı meslek adı altında yaptığı şey falcılık, “aç avucunu, göreyim istikbalini” işinin biraz inceliklisi... Gel gör ki, bir türlü piyango biletini tutturamıyor, kocasıyla birlikte türlü desise, dolap çevirerek Avrupa’da dolanıyorlar. Bu arada, Danthès’i “Zavallı Ma çok hasta, filan” diye çağırıp yüklü bir miktar dolandırmış olduklarını da öğreniyoruz. Günümüz dünyasında bu kibar dolandırıcı ikilinin işleri daha güçtür. “Baron gibi bir üç kâğıtçıyla Ma milyonlar vuramadıysa bunun nedeni iyi işlerin hepsinin zaten tutulmuş olması ve dünyanın tümünün gittikçe dürüstlükten uzaklaşmasıydı. Bu da hayatı dalavericiler için son derece güç kılıyordu.”
Danthès nesini sevmiş bu kadının? “Malwina von Leyden’in ahlak dışılığında (amoralisme) ve şarlatanlığında genç ataşeyi (diplomatı) çeken şey, kültürün, insanların mutsuzluğuna asla çare olmadan, kendi içinde sunmakla yetinip gönendiği mutluluktu.”
Ne yaptığının, ne olduğunun bilincinde güçlü bir kadın Ma. 18'inci yüzyıla ilgisini şöyle açıklıyor: “Benim zamanımda Aydınlanma Avrupa'sı, uygarlık denen şey, insanların, özellikle bütün Fransızların kendileri üstüne anlattıkları çok güzel bir öyküydü. Her uygar varlıkta güzel palavralardan yapılmış bir parça vardı. Eğer o parçayı ortadan kaldırırsanız, geriye kalan şey hayvandır. İllüzyonizm (yanılsatmacılık) tarihin en büyük, biricik kültürel girişimi olmuştur. Sadece Cagliostro’dan söz etmiyorum. Onu tanıdım. İşe yaramaz bir züppeydi (Peigne – cul. 18'inci yüzyıl sonuna doğru ortaya çıkmış bir deyim. Tam Türkçeye çevirmeyelim. Ayıp kaçar. O.D.) Homeros’tan, Petrarca’dan, Shakespeare’den de söz ediyorum: içinde tek bir gerçek olan sözcük yok, ama bu masallar hepimizi koruyan bir gerçek, bir hakikat yarattı. Mitos peçelerini çıkaran bir uygarlık sadece çıplaklığa götürmez, görünmezliğe de götürür.” Böyle biri işte! Ma’nın aldatıcılığıyla yüksek Avrupa kültürünün aldatıcılığı özdeşleniyor romanda.
Ma her zaman aldatacak değil ya! Danthès tarafından aldatılmış sayıyor kendini. Oysa Danthès ile evlenmeyi ciddi olarak düşünmüştü o. Hayaller kurmuştu. Sefire olacak, Avrupa salonlarında daha bir fiyakalı boy bos gösterecek... Belli ki, diplomatlık mesleğindeki değişimlerin, romanın yazarının tersine, ayrımında değil. Romanda söylendiği gibi, bir bakımdan Ma, Fransız Devrimi'nin yapılmadığı bir Avrupa’da yaşıyor. 18'inci yüzyıl “kurtizan”ları gibi, “rafine”, “sofistike”, “entelektüel” ve yırtıcı. Danthès’ten öcünü almak için sabırla 25 yıl beklemiş, örümcek ağı gibi örmüş planını... ”Mahvededeceğim onu” diyor, kızı da mahvolacakmış, umurunda değil... Bağlı olduğu Rose–Croix’dan "yapma" buyruğu geliyor, dinlemiyor. Bunun üzerine, 18'inci yüzyılın en parlak üç kâğıtçısı Saint Germain düşüyor yollara acıdıkları Danthès’i cadının ağından kurtarmak için. Boşuna!
Erika! İntikam meleği güya... Çocukluğundan Ma’nın hedefine yönelik yetiştirilmiş. Çocukluğundan beri de dinliyor annesinin, onun gibi olan üvey babasının çağları aşan martavallarını. Onu evlatlık edinen baronun soyadını taşıyor. Kültürlü, ince bir genç kadın. Hosteslik yapmış, birçok işte çalışmış. O, intikam hedefini hiç benimsemiş görünmüyor, ama annesi istiyor ya, yapacak üstüne düşeni. 18'inci yüzyıl, gelecek danışmanlığı mitoslarına da pek inanmıyor. Annesinin açıkcası ne mal olduğunun ayrımında. Ne ki, hoş görüyor... Üstelik annesinin düşlemsel dünyasını çekici buluyor. Anne bu, ama bir yere kadar. Danthès ile annesinin öngördüğünden, planladığından daha erken tanışıyor. Gerçekten âşık oluyorlar birbirine. Annesinden gizlice elbette. Zamanı gelince annesinin ondan beklediği rolü de oynuyor, Danthès’i de bilgili kılarak. İki tarafı da idare edebileceği bir hayata yönelmek istiyor, belli. Ne var ki, ölümcül bir kusur damgalamış ruhunu. Bazen kendini kaybediyor, ortadan kayboluyor, ne yaptığını bilmiyor, kendine gelince, dönünce yuvaya, ne olup bittiğini anımsamıyor. Ömrü korkunç boşluklarla deline deline geçecek gibi. Danthès onun tedavisi için uğraşıyor. Romanın sonuna doğru, o çağları aşan üç kâğıtçılardan biri Danthès’e Erika’nın boş vakitlerinde ne yaptığını gösteren bir fotograf getiriyor. İki erkekle sanki bir porno starı Erika. Danthès zaten zaman zaman kuşkuyla bakıyordu Erika’ya. Annesine o kadar benzer buluyordu ki, sanki büyücü kadın kisve değiştirip Erika olmuş duygusuna kapılıyordu. Yıkılıyor koca (!) büyükelçi.
Bu arada söylemeden geçemeyeceğim. Romain Gary’nın Ma/Erika figürine (betisine), Jean Seberg’e duyduğu aşk ve nefreti yansıttığını düşünüyorum.
Baron efendi romanın en gizemli, muamma, enigmatik kişisi. Bir Tötonik Şövalyeler Tarikatı'nın büyük ustasının soyundan gelen son kimse, sözde. Aslında ömrünü onu bunu dolandırarak geçirmiş biri. Ancak soylu görüntüsü ve iddiası hem bu iş için hem de Ma için yaşamsal önem taşıyor. Altı ayda bir Londra’dan yeni giysiler getirten bir hasba. Romanda artık ahı gitmiş vahı kalmış bir ihtiyar görünümünde. “Gerçeklikle çarpıştıktan sonra kendi içine düşmüş” biri. Ne konuşuyor, ne herhangi bir işe kaşıyor, Erika’nın deyişiyle, Ma vazgeçilmez bir mobilya gibi yanında taşıyor onu, “geçmiş on bir yüzyılı” içeren çekmeceleri sıkı sıkıya kapalı. Ara sıra uşak kılığına girip konuklara hizmet sunsa da evinin bir köşesinde heykel gibi duruyor. Gelgelelim, Danthès olağanüstü nitelikler yakıştırıyor barona. “Gerçeklikle her türlü teması keserek heykele dönüşmesindeki beceri ve ustalığa hayranlık duyuyor.” Ona “özeniyor.” Romanın yazarı, önsözünde, baronun belki de bir idealist olduğunu, gülünç duruma düştüğünü, kendi kendisiyle alay ederek iyice kırıldığını, ulaşılmaz bir ereğe ulaşmaya sonrasızca çabaladığını söylüyor. İnsan haysiyetini umutsuzca aramasının sonucunda alkoliklere özgü bir donukluğa düştüğünü, seçkinlik arayışını giyimine özen göstererek gidermeye çalıştığını anlatıyor. Ancak, bu sadece görünüş. Romanı okuyunca barona nerdeyse kozmos düzenleyen güçler yakıştırıldığını görüyosunuz. Danthès de onu yaratanın, uzaktan güdenin baron olduğunu düşünüyor zaman zaman. Baron ile uzaktan satranç oynuyor aklınca. Anlatıcı diyor ki: “Baron, her durum ve işte (halükârda), evrensel alayın, sarakanın yıldızlı yolunda olağanüstü bir hokkabaz...” Romain Gary, önsözünde baronu yazar olarak düşündüğünü vurgular. Evet, hem bir idealin peşinde, hem de bu amaçla kurmaca dünyalar yaratarak gerçeklikten uzaklaşan, istemeden de olsa okurunu aldatan, onu gerçekte olmayan yüksek bir estetik dünyaya taşıyan kişi. Baron elinde kaz tüyü bir kalem oturuyor masanın başına ve hiçbir şey yazmadan öylece duruyor, ama biz okuyoruz.
Baronu yazar olarak düşündüğü için iyice merakımızı çekiyor bu acayip adam. “Baron, siyahın beyaz üzerinde olmasından, iki kere ikinin dört etmesinden kurtulmayı başardığı zamanlarda olduğu gibi bu kez de mutluluk duyuyordu. Meydana gelen hiçbir şey aklın eriminden ve sağlam analizlerden kaçamazdı, ama her şey katlanılmaz bir vasatlıkta oluyordu o zaman. Sadece birkaç büyük şarlatan geceye birkaç yıldız atmayı ara sıra başarıyorlardı. Sahte yıldızlar elbette, gene de aydınlık veriyorlardı. Böylece, insanlığın gerçeklikten gerçekliğe ilerleyen yoluna birkaç hayalî vaha yerleştirebiliyorlardı. İnsanlık bu vahalarda susuzluğunu giderip, güneş sisteminin ölümüne kadar birkaç güzel şarkı sayesinde sürmek için gerekli gücü bulabiliyordu.” Kötümser, karamsar bir dünya görüşü. Sadece Avrupa’yı değil, insanlığın tümünü kapsıyor. Ancak, roman Avrupa odaklı. Dört avrupalının arasında kendine bir yol arıyor gelecek.
Bir yanda Danthès. Olduğu gibi değil, olması gerektiği ya da olduğunu iddia ettiği gibi Avrupa fikrini benimsemiş gençliğinden beri. Ancak inandığı Avrupa’nın bir düş olduğunu bilincine varıyor yavaş, yavaş. Korkuyor. Mayakovski aklımıza geliyor. “Aşkın kayığı hayatın kayalıklarına çarptı” deyip intihar etmiş.
Öbür yanda, “hayatın kayalıkları”nı tanıyan Ma ile baron, yani yazar. Oynuyorlar. Ölümcül bir oyun. Danthès de, Erika da ruh tanrılarına kurban edilecektir oyunun sonunda.
Bu dörtlünün, evet ölümcül oyununda ikincil kişilere de değinmek gerekir. Bunlardan Danthès’in karısı pek silik. Oğlu Marc ise önemli, çünkü Troçkist, babasının yüksek kültür dünyasını acımasızca eleştiren bir genç. Marc’a göre babasının savunduğu kültür fahişe-kültür. Marc, babasının ülküselleştirdiği Avrupa’nın hiç var lmadığı kanısında. O hayalî Avrupa ile halkın Avrupa'sı arasında hiçbir bağlantı göremiyor Marc. Avrupa ve bütün Batı kültürü, artık hiçbir şey sunamadıkları için kendilerini dışlanmış gören seçkinlerin son sığınağıdır. Oğlunun düşünceleri Danthès için bir çıkış oluşturmaz elbette. Tersine, daha da köşeye sıkışmasına neden olur. Bu arada, altını çizelim: Yazarı temsil etmek üzere tasarlandığı anlaşılan baronun köpeğinin adı Karl Marx’tır, cins bir “pekinois.” (Ben bunu hoş görmüyor, hoş karşılamıyorum.)
Ayrıntıları, incelikleri, gizleri aktarmakla bitmez zengin bir roman bu. Yazın yapıtlarında genellikle kavramsal düzeyde kalan Zaman ve Yazgı bu romanda birer kahraman. Zaman her şeye erişen, dokunandır. Korkutur, iğrendirir, Ma’yı giysi, görünüm değiştirmeye zorlar. Yazgı, o eskil Yunan icadı, insanlarla oynar. Ancak bu romanda Zaman ile Yazgı, Tarih dediğimiz şarlatanlık–gerçeklik almaşmasının sürmesi için çalışırlar. Kendi varlıkları da buna bağlıdır çünkü.
Boşuna! Danthès’in sonu korkunç olacaktır. Gerçek, gerçekliğin de, düşlemin de ötesine geçecektir. Oysa ruh doktoru uyarır hayal dünyasından çıkmak istemeyen Avrupalıyı: “Anlatınıza, birtakım hayalî kişiler ve dünyalar yaratmaya son vermenizi, içinde varolduğumuz düzmece dünya ve sizin gibi sonunda gerçeklik dışına düşmek istemiyorsak maruz kalmak zorunda olduğumuz düzmece hayat ile yüzleşmenizi öğütlerim.” Bu sözlerde yazara yönelik bir öğüt okumamak olanaklı değil. Kaydedelim. Peki, Danthès’in kendi içinden çıkıp gerçeklik dünyasına katılması olanaklı mı?
Olaylar öyle hızlı gelişir ki, Ma’nın desise çarkı kontrolden çıkıp öylesine dönmeye başlar ki, ne doktor, ne Yazgı kurtarabilir Danthès’i. Baron bile, yani yazar bile kurtaramaz. Erika ile ilgili olarak öğrendikleri Danthès’in iç dünyasında gerçeklik ile düşlem arasında korkunç bir çarpışmaya yol açar. Romanın son sayfalarında kentin sokaklarında kendi kendine bağıra çağıra konuşarak koşa koşa giden bir adam görürüz. Başında peruk, ayaklarında ponponlu iskarpinler, dize kadar beyaz çoraplar, tam olarak 18'inci yüzyıl giysileri içinde bir adam. Mutlak sondur bu, kaçınılmaz gerçektir.
Öye bir roman ki, sanki aynı şey Avrupa’nın başına gelse yazar rahatlayacaktır. Roman boyunca iki Avrupa anlatılır, karşılaştırılır. Anlatıcıya göre bir yanda kültür, öbür yanda uygarlık bulunur. Bu bağlamda, uygarlık bildiğimiz toplumsal sıradan yaşam anlamı taşımaktadır. Özellikle 20'nci yüzyılda kültür ile uygarlık biribirinden iyice kopmuştur. Bir yanda Bach’ın, Mozart’ın, Thomas Mann’ın Avrupa'sı, öbür yanda Hitler’in, Mussolini’nin, ticaretin sömürgeci Avrupa'sı, Stalin’in Avrupa'sı. Danthès’in “düşlerinin Avrupa'sı ancak, kültürün sözünün bile bir küfür ve bir tahrik olduğu bir milyar insanın acı çekmesi, insanlıktan çıkarılması ve fizyolojik sefaleti sayesinde barış içinde varolabilir. Avrupa’yı yüzyıllardır Amerika ile Asya’dan ayıran şey, güzelliğe, estetiğe verdiği değer olmuştur. Bu damardan üstün bir kültür gelişmiştir. Çığlıkları, ezgi olarak “güzel mi” diye dinleyen Avrupalının dünyasıdır bu. Danthès doğa betimlemelerini yaparken hep büyük ressamların yapıtlarına, müziğe gönderme yapar. Doğa ile doğrudan yüzleşmez. Çekilen acıların ve savaşların edebiyata katkısı, edebiyatın savaşa katkısından daha çok olmuştur bu kültür Avrupa'sında. Gerçek Avrupa bu kültür Avrupa'sının oluşturduğu hayal perdesinin arkasına gizlenmiştir. Danthès bu perdenin gerçeklik olmasını isteyen, olsun diye çabalayan, Avrupa kendi ideallerine, değerlerine layık olsun diye kendini yırtan aydınlardan biridir. Oysa oyunu bilerek oynayan bir meslektaşı onu uyarmıştır, o anlamak istememiştir: “Avrupa hiçbir zaman olmadı. Sadece Avrupalı bazı ruhlar, zihinler oldu.”
Danthès aklımıza Mümtaz’ı getirmez mi? O da Osmanlının, Avrupa’nın yüksek kültürünün, müziğin, şiirin, mimarînin, yüce duyguların peşinde değil miydi? İç dünyasındaki üstün kültürü yaşama egemen kılmak istemiyor muydu? Nuran bir yerden sonra ondan sıkıldı, çünkü o, gerçekliğe aitti. Mümtaz, hayalî (düşlemsel) yüksek kültür dünyasında yalnız kaldı. Gerçeklik üstüne geldikçe korktu. ‘İkinci Dünya Savaşı çıkacak, her şey mahvolacak’ diye iyice korktu. Danthès ile aynı sonu paylaştı. Heyhat! Tanpınar Europa’yı okusaydı ne derdi acaba? Avrupa’yı o kadar yücelten, Avrupa Birliği fikrini destekleyen Tanpınar....
Mümtaz İkinci Dünya Savaşı başlarken sahneden çekildi. Romain Gary ise bu savaşın bitiminden sonra bir Avrupa romanıyla ortaya çıktı. Acaba Romain Gary’nin 1945 yılında çıkardığı Avrupa Eğitimi romanında nasıl bir Avrupa görülüyordu? Küllerinden yeniden doğan bir Zümrüdüanka mı Avrupa? Ona bakalım şimdi...
İkinci Dünya Savaşı'nda bir grup Polonyalı direnişçinin başından geçenleri anlatıyor roman. Anlatım öyle ki, direnişçiler sadece Polonya’yı değil, Avrupa’yı savunuyorlar. Savaşta gördüklerini, yaşadıklarını da bir tür Avrupa Eğitimi sayıyorlar. Kişilerin birinin, Tadek Chmura’nın ağzından işitelim, Sevgi Tamgüç’ün Türkçesiyle: “Avrupa her zaman için dünyanın en iyi, en güzel yüksek okullarına sahip olmuştur. En güzel düşünceler, en büyük yapıtlarımıza kaynaklık eden özgürlük, insan saygınlığı ve kardeşlik kavramları hep buradan doğmuştur. Avrupa’daki yüksek okullar uygarlığın beşiğiydi. Ne var ki, bir başka Avrupa eğitimi de vardır, şu anda edindiğimiz eğitim: idam mangaları, tutsaklık, işkence, şiddet- hayatı güzel kılan her şeyin yıkımı. Şimdi karanlıklar çağı...”
Karanlıklarla savaşan direnişlerinden biri de Adam Dobranski’dir. Romanın yazarı gibi avcı uçağı pilotudur. Dikkat: yazardır. "Avrupa Eğitimi" başlıklı bir roman yazmaktadır. Bakalım o ne diyor: Kitabın “Adı Avrupa Eğitimi. Tadek Chmura önerdi bu adı. Besbelli o ironik bir hava vermek istiyordu... Ona göre Avrupa Eğitimi demek, bombalar, kırımlar, kurşuna dizilen rehineler, hayvanlar gibi inlerde yaşamaya mecbur bırakılan insanlar demekti. Ama ben meydan okuyorum. Özgürlüğün, özsaygının, insan olma onurunun bebe masalı, peri masalı olduğu söylensin istediği kadar... Gerçek şu ki tarihte anlar, şimdi yaşadığımız gibi insanın umutsuzluğa kapılmasını engelleyen, onun inanmasını ve yaşamayı sürdürmesini sağlayan ne varsa, bir sığınağa, gizlenecek bir yere ihtiyacı olduğu anlar vardır. Bu sığınak bazen bir kitap, bir şiir, bir müzik olabilir. Ben de kitabımın bu sığınaklardan biri olmasını, savaştan sonra, her şey bittiği zaman, kitabın yaprakları açılınca, insanların lekesizliklerini bulmalarını, bizlerin hayvan gibi yaşamaya zorlanamayacağımızı bilmelerini istiyorum. Umudunu yitirmiş sanat yoktur, yalnızca yetenek yetersizliğidir.”
Olumsuz Avrupa tanımına, umutsuzluğa, Azrail’in kol gezdiği bir ortamda ne kadar güçlü bir “meydan okuma” değil mi? Hele son tümce! 1971 tarihli roman Europa açısından tam tersini söylemek gerekir. Nereden nereye!
Romanın başkişisi Janek’e göre “bir kahramana uygun bütün nitelikleri taşıyan” Dobranski insana inanan bir yazar. “Acı çeken, savaş veren ve birbiriyle kaynaşan insanlar”ın yeni bir Avrupa kuracaklarına inanıyor.
Güçlü bir inanç: “Eninde sonunda bitecek. Belki de gelecek bahara; o zaman sana yemin ederim ki kin, öldürme kalmayacak. Göreceksin! Barışı, yeni bir dünyanın kurulmasını... Göreceksin.”
Çoşkun bir inanç: Dobranski “...dizlerine kadar ulaşan karların ortasında durdu ve Özgürlükten, dostluktan, ilerlemeden, barıştan, kardeşlikten ve evrensel sevgiden söz etmeye başladı; yeryüzünün gizini ve anlamını bulmak için, ortak bir çabada birleşmiş halklardan söz ediyordu; kültürden, sanattan, müzikten, okullardan, üniversitelerden, katedrallerden, kitaplardan, güzellikten söz ediyordu (Dayanamayıp sözünü kesiyoruz. Danthès’in Avrupa'sından söz ediyor. O.D.) ... Dobranski konuşmuyor, şarkı söylüyordu. İnsanlığın ölümsüz şarkılarının güzelliği ve gücü, onun güçlü ve esinli sesinde çınlıyordu. Artık savaş olmayacaktı, Amerikalılar ve Ruslar kaygı ve korkunun hiçbir zaman yeniden ortaya çıkmayacağı yeni ve mutlu bir dünya kurmak için çabalarını kardeşce birleştireceklerdi. Bütün Avrupa özgür ve birleşmiş olacaktı”
Anlatıcı da girmiştir havaya. “Avrupa’nın dört bir yanında sesini duyuran, bu kuş uçmaz kervan geçmez ormana kadar yankısı gelen özgürlüğün nabzı”ndan söz eder. Anlatıcı bu nabız atışının romannın başkişisi 15 yaşındaki Janek’i tepeden tırnağa etkilemesini bekler. Gelgelelim, Janek biraz değişik bir havadadır. Geçirdiği savaş deneyimden sonra Tadek Chmura’nın sözlerini anladığını düşünecektir: “Tadek haklıydı. Alay ederek dile getirdiği şu Avrupa Eğitimi babamızın öldürülmesi ya da önemli bir şeyler uğruna senin başkalarını öldürmen, açlıktan geberecek hâlde olman ya da kentleri yerle bir etmen sırasındaki eğitimden başkası değildi.”
Janek savaşır, bomba patlatır, oyundaşlıkla kandırdığı bir Alman askerini karşısında diz çöktürüp kurşuna tutmayı da becerir. Bu deneyim zedeler insan ruhunu. Dobranski ile tartışır: “Tadek Schmura haklıydı. Avrupa’da en eski, en yaşlı katedraller, en ünlü üniversiteler, en büyük kitapçılar var. En iyi eğitim oralardan ediliniyor. Söylenenlere bakılırsa, Dünyanın her yerinde Avrupa’ya eğitim görmeye geliyorlar. Ama sonunda Avrupa eğitimi, size hiçbir şey yapmayan, patentleriyle buzların üstüne oturmuş, kafasını önüne eğerek olacakları bekleyen bir adamı öldürmeniz için gereken sebepleri. Değerli gerekçeleri ve cesareti öğretiyor.”
Dobranski de savaşta yitirir canını, hem de Janek’in kolları arasında. Son deminde bile “Bülbül hâlâ şarkı söylüyordu: Sanırım bu kez değişik olacak... Yeniden başlanmayacak... Aydınlıklara doğru yol alacağız...” Bu ne inatçı inançtır?
Kusura bakmayın, birçok alıntı yaptık, daha iyi görülsün diye... Görüldüğü gibi, Romain Gary’nin daha ilk romanında iki Avrupa izleği işlenmiştir. Kabaca söylemek gerekirse, Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı'ndan gerekli dersleri çıkararak onu Avrupa yaptığı öne sürülen değerleri doğrultusunda toparlanacağı, barış ve Danthès’in anladığı anlamda kültür kıtası umudu dile getirilmiştir. Bu umudun karşısına da güçsüz sayılamayacak bir “acaba,” bir kuşkuculuk, bir şüphecilik yerleştirilmiştir.
Dobranski ölürken Janek’e, romanını bitiremediğini söyler ve ondan romanı tamamlamasını ister. Anlaşılan Janek bu romanı, 26 yıl sonra 1971’de başka bir romanla tamamlamıştır: Europa. Sanmayın ki, bu roman yazılırken Avrupa Eğitimi romanı unutulmuştur. Anlatıcı gözden kolayca kaçabilecek şekilde vurgular (!): “Elbette, Avrupa’nın ortak siperlerde, çukurlarda eğitimini aldığı ve kardeşliği tanıdığı kısa bir an olmuştu.”
Doğrudur: Romain Gary Europa romanını Jean Seberg’in ölümünden sonra yazmıştır. Bununla birlikte, Europa romanını yazarının şizofrenisine ve özel hayatındaki gelişmelere indirgemek basitlik olur. Avrupa'nın şizofrenisiyle aynı hizaya yazmak ise yanlış olmaz. Değişik bir açıdan bakıyor olsa da başka bir "müntehiri," Gilles Deleuze’ü unutmayalım: Kapitalizm ve Şizofreni. Roman Gary’nın Avrupa’nın kimliği, geleceği üzerine düşünen gerçek bir Avrupalı olduğu kesin. Hani romanda “Avrupa yok, Avrupalı var” diyor biri ya, o Avrupalılardandır Romain Gary.
Romanın ortaya çıktığı dönemde Avrupa 1968 fırtınasını atlatmış, giderek 1968 olaylarından ders ve besin almış, ileriye doğru bakar hâlde idi. Romanın dayandığı savların büyük ilgi uyandırması beklenmeyebilirdi. Ancak günümüz Avrupa'sının hâli Roman Gary’nin Europa’sının özenle, dikkatle okunmasını gerektiriyor.
Attilâ İlhan “Hangi Batı” diye sorar ya, biz de "Hangi Avrupa" sorusunu yükseltebiliriz, Roman Gary’yi okuduktan sonra. Acaba bu sorunun yanıtını gene Attilâ İlhan’dan esinlenerek verebilir miyiz: Ne Avrupalar sevdim, zaten yoktular. Vaktiniz varsa bir düşünün.