Felsefenin bizleri hazırlamayı vadettiği hayatın kaçınılmaz buhranları ve muammaları arasında ölüm de var mı? Doğru yaşamayı anlamak, biraz da ölümü anlamayı gerektirmez mi?
18 Nisan 2019 10:30
“Kendisine niçin ‘köpek’ dendiği soruldu. Şöyle cevap verdi: ‘Çünkü ben hakikati kötü, yalancı insanların yüzüne vururum ve kendileri hakkında gerçeği söylerim, iyi insanlara kuyruk sallarım, kötülerin suratına hırlarım.’”
Diogenes
Gündelik hayattaki olayları bir nedensellik zinciriyle birbirine bağlamaya çok düşkün değilim, ama şimdi düşünüyorum da bazen hiçbir şey tesadüf değilmiş gibi geliyor. Önce, Milan Kundera’nın 90’ıncı yaş günü nedeniyle yazacağım yazıya hazırlanmak için bütün hafta sonu bu büyük mülteci yazarın kitaplarını okudum. Kundera gibi entelektüel bir romancıyı okuduğunuzda, daima onun yazdıklarından fazlasını okursunuz. Bu nedenle Bir Buluşma’da kitabın ana omurgasını teşkil etmeyen, okumadığım iki romandan alınma iki küçük detay bütün bir pazar zihnimi meşgul etti. Biri Céline’in Şatodan Şatoya adlı romanında geçen dişi bir köpeğin ölüm sahnesi, ötekiyse Malaparte’nin Can Pazarı’nda anlattığı köpeği Febo’nun hikâyesiydi. Sonra, hayat beni ölüme ve vedaya yeterince hazırladığına ikna olmuş olacak ki, pazartesi akşamı Kundera’nın Perde’sindeki roman sanatı üzerine görüşlerini okurken telefonum acı acı çaldı: Bizim ihtiyar çiko Şaşkın ölmüştü.
Felsefenin bizleri hazırlamayı vadettiği hayatın kaçınılmaz buhranları ve muammaları arasında ölüm de var mı? Doğru yaşamayı anlamak, biraz da ölümü anlamayı gerektirmez mi? Çünkü ölümü anlamak demek, insanın varoluş çabasını ve kendini gerçekleştirmek için neye ihtiyacı olduğunu bilmek de demektir. Böyle düşünüldüğünde, belki de modern hayatlarımızın en büyük felaketi, ölüme katlanamamaktır.
2015’in sonbaharıydı. Gelmekte olan kış öncesi bastıran pastırma sıcaklarında güneş son bir kez şehrin telaşlı koşuşturmacasını gülümseyerek ısıtıyordu. Yayıncımdan gelecek olan büyük bir kargoyu evde bekliyordum. Kargocu her zamanki gibi kargoyu bana teslim etmek yerine kargomu gelip şubeden teslim almam için telefonuma bir mesaj atmıştı. Otomobil kullanmayı bilmediğimden eşimden beni kargocuya götürmesini rica ettim. Beş dakika sonra kargocunun önündeydik. On dakika sonra elimdeki saçma sapan bir kargoyla hayal kırıklığı içinde arabaya döndüm: Beklediğim kargo gelmemişti. Eşimse hiç yüzüme bakmadan, ben kargoyu alırken gözüne kestirdiği hedefe doğru arabayı sürdü. Şubenin yaklaşık 100 metre aşağısında bir kavşaktaki adada duran bir köpek görmüş; köpeğin hayli şaşkın olduğunu, ne yaptığını bilmeden adayı bir uçtan bir uca dolaşmasından anlamıştı. Arabayı park etti ve biraz sonra kucağında köpekle geri döndü. Tüyleri dökülüp yoluk yoluk olmuş, pirelerin üzerinde cirit attığı Şaşkın’la işte böyle tanıştık.
Edebiyatta dehanın en büyük göstergesi bence hep “öteki”nin ruhuna nüfuz edebilmek olmuştur. Flabuert’in Madam Bovary’de veya Tolstoy’un Anna Karenina’da dehalarıyla kendi ruhlarının derinliklerinden gerçek bir kadın çıkarmaları gibi. Ama 20’nci yüzyılda Jack London ve Virginia Woolf gibi isimler çıtayı daha da yükselterek, bize uygarlığımızı bir köpeğin gözlerinden göstermeyi denediler. Kültürümüzün inşa ettiği gerçeklikle, bizim gibi adlar değil de kokular üzerinden ilişki kuran köpeklerin hayat hikâyelerini anlattılar.
Bir köpeğin de hikâyesi vardır; içinde kelimeler değil de kokular olan bir hikâye. Şaşkın’la geçirdiğimiz dört sene boyunca, onun bizden önceki, trafiğin ortasında ne yapacağını bilemez şekilde esir kalmasından evvelki hikâyesini hep merak ettim. Bir London, Woolf veya çağdaşımız Sezgin Kaymaz olmadığım için, muhayyilemle doldurmaya çalıştığım bu hikâyeyi hiç yazmadım. Öncesi meçhuldü. Sorularımızla bunaltmadan onu yıkadık, ilaçladık, besledik ve sahiplendirmeye çalıştık. O günlerde sosyal medyadaki ilanlarımızdan birinin altına, hayatındaki her şeyle markası ve fiyatı üzerinden ilişki kurduğu için hiçbir şeyin değerini bilemeyecek tıynetteki birinin yazdıklarını hiç unutmuyorum: “Kim ne yapsın bu tipsizi!”
Sahiplendiremedik zaten o tipsizi. Günler sonra, kendini toparlayınca, bir çözüm olarak onu salmayı, bizim sokağa geldikçe de beslemeye karar verdik. Fakat hiçbir adlandırma masum değildir! İsmiyle müsemma Şaşkın da bizim evin yolunu bir daha bulamadı.
Aslında basbayağı kesişen yazgılar hikâyesi olarak Şaşkın’ın hikâyesi yeni başlıyordu. Yeni Türkiye’nin bitmek bilmeyen seçimlerinden birinin gecesinde, tarihçi dostum Zeynep, biz yana yakıla Şaşkın’ı aradığımızı anlatırken, “O bahsettiğiniz köpek dün gece karakolun yanında yatıyordu,” dedi. Evden 100 metre bile uzakta olmayan karakoldan yolu bulup gelemeyen Şaşkın’ı beş dakika sonra Zeynep’in söylediği yerde yatarken bulduk. Şaşkın, hep şaşkındı zaten.
Artık bir köpeğimiz daha oldu diye kabullenmiştik. İhtiyar, ağır işiten, net göremeyen, hiç doymayan, havlamayan, kendi hâlinde yaşayıp giden bir köpekti. Çok kısa bir süre sonra hafta sonu için il dışına çıktığımızda, Şaşkın’ı iki günlüğüne Zeyneplere bırakmıştık. İşte, epifani o zaman gerçekleşti. Bizim ihtiyar tipsiz, misafirliğe gittiği ev sahibesinin gönlünü çalmıştı. Böylece Şaşkın 2015’in son aylarında hep sevileceği bir yuvaya kavuştu. Önce kilo aldı, sonra tüyleri uzadı ve güzelleşti. Sevgi ve ilgi, o tipsizden güzellik kraliçesi yaratmıştı. Şaşkın’ın hikâyesi artık bir külkedisi hikâyesiydi. Bir daha hiç pirelenmedi, itilip kakılmadı, kaybolmadı, aç ve sevgisiz kalmadı; hatta çok yakın kedi dostlar edindi, koyun koyuna yattığı Prenses gibi. Romantiklerin o hep hayal ettikleri yolculuğu tamamlamış ve yuvasına dönmüştü Şaşkın.
Malaparte Can Pazarı’nda köpeği Febo’nun hikâyesini anlatırken şöyle yazıyor: “Asla bir kadını, bir kardeşi, bir dostu Febo’yu sevdiğim gibi sevmedim.” Bu satırlar aklıma hemen Neyzen Tevfik’i ve kendisine senelerce can yoldaşı olan, nereye gittiyse peşinden oraya gelen köpeği Mernûş’u getiriyor. Şair, 1934’te bu dünyadan göçüp giderek kendisini bir başına bırakan Mernûş’a yegâne ipekli gömleğini kefen yapar ve biricik dostunu öyle toprağa verir. Görünen o ki ömrünün geri kalanında köpeğinin boşluğunu başka bir şeyle de dolduramaz. Aralarındaki derin dostluk ve bağ öyle kuvvetlidir ki Neyzen’in şu dizelerinde Mernûş ölümsüzlüğe kavuşur:
Bu engin ayrılık canıma yetti,
Başımdan aşıyor kederim Mernûş.
Bu yolda yazılmış fermân-ı kazâ,
Bunu da gösterdi kaderim Mernûş.
Bağlanmıştım bütün kalbimle sana,
Şu fâni cihanı okuttun bana.
Sen göçtükten sonra ben yana yana,
Hicranla gözyaşı dökerim Mernûş.
Bu yolda cahilim, bildiğim kısa,
Sen girdin toprağa ben düştüm yasa.
Haklı haksız hatırını kırdımsa,
Affeyle günahım, beşerim Mernûş!
İnsan hem Malaparte’yi Febo’ya hem de Neyzen’i Mernûş’a böyle kuvvetle bağlayan bağın ne olduğunu düşünmeden edemiyor. Sürekli sallanmaktan bir an bile yorgun düşmeyen bir kuyruk, ıslak burun ve tüy yumağı olmaktan ibaretmiş gibi görünen bir köpekle kurulacak bir ilişki nasıl olur da bu kadar derinlere kök salabilir?
İnsan kendi türünden bir başkasıyla –eşi, babası, kızı, dostu, meslektaşı, hocası, editörü, hasmı, hısmı veya komşusuyla– baş başayken, istese de kendisi olamaz. Cehennem başkalarıdır, çünkü insan başka birinin yanında asla kendisi olma özgürlüğüne sahip değildir. Oysa bir köpeğin karşısında nasıl biriyse öyledir, olduğu gibidir, daima kendisidir. Zalimliğinde, şefkatinde, sevgisinde, öfkesinde kendisidir. Bütün kompleksleri, yaraları, tutkuları, hayalleri kendilerini saklayan mahfazalarından yoksun bir şekilde ortalığa saçılır. Bir köpeğin burnundan hiçbir şeyi saklayamazsınız. O sizi tam da kendiniz olarak tanır, kabullenir ve sever.
Kundera “Ölüm ve Tantana” başlıklı denemesinde, Danimarka’nın soğuk bölgelerinden Céline’le birlikte Fransa’ya gelen ve kanser olan bir dişi köpeğin hikâyesinin anlatıldığı Şatodan Şatoya’dan şu satırları alıntılar:
“... samanların üstüne yatırmak istedim onu... şafak söktükten hemen sonra... istemedi yatırmamı... istemiyordu... başka bir yerde olmak istiyordu... evin en soğuk yerinde, çakılların üstünde... güzelce uzandı... hırıldamaya başladı... sonu gelmişti... söylemişlerdi de inanmamıştım... doğruymuş, hatırlıyordu, nerelerden geldiğini, Kuzey’den, Danimarka’dan, burnu kuzeye çevrili, kuzeye dönmüş... vefalı köpekti kendince, kaçamak yaptığı ormanlara vefalıydı... (...) ölmeden önce iki-üç hırıldadı... şöyle hafifçe... hiç yakınmadan sanki... (...) burnu kaçamak yaptığı ormanlara çevrili, kuzeye, memleketine, nice acılar çektiği... Tanrı bilir! Çok can çekişme gördüm... burada... orada... her yerde... ama bu kadar güzelini, ölçülüsünü görmedim... vefalısını... insanların can çekişmesinde kötü olan tantanadır... insan ne olursa olsun hep sahnede... en basit insan bile...”
İnsanların can çekişmesinin tantanasına karşı, bir köpeğin ölümündeki yüceliği gören Céline ne kadar haklı!
Ölüm karşısında bu tantana da ne ki! Doğarken aldığımız nefesi ölürken son bir kez veriyoruz. Lafzî mânâda bir son nefes, ama Homeros’tan ve bütün kutsal kitaplardan beri metaforik bir mânâsı da olan bir son nefes. Bu son nefesimizle birlikte bedenimizi terk eden şey hakikaten ruh mu? Bu son nefesle beraber bizden çıkan şey nedir? Bizi terk eden ruh mudur yoksa varoluşumuz mu? Öldüğümüzde ölmeyiz, varolmayı bırakırız. Ölüm, varolmayı bırakmaktır. Zaman ve oluş, akmaya ve olmaya devam ederken, zamanın ve oluşun bir noktasında durmaktır ölmek. Biz durduğumuz ve hayat devam ettiği için ölürüz. Kültürel bir varlık olarak insan da, kültür ile doğa arasında sıkışıp kalmış mutant bir varlık olarak köpek de zamanın bir ânında zaman dışı kalmaya yazgılı oldukları için ölürler. Fark sadece tantananın lüzumsuzluğundadır.
Diogenes yaşamak için su, hava, güneşin sıcaklığı gibi zorunlu olanlardan başka hiçbir şey istemediği ve sadece kolaylıkla erişilebilecek şeyleri arzu ettiği, bunun için de hiçbir şeyden yoksun kalmayan köpeklerden ilham alıyordu. Onun köpeklerden öğrendiği bu bilgeliği, bugün bizim yine hatırlamamız gerekiyor olabilir.
Şaşkın, Kocabaş, Fıstık, Çapul ve Toprak’la yaşadıklarımdan sonra, onlardan ne öğrendiğimi düşünüyorum: Köpekleri Malaparte, Neyzen, Diogenes ve belki de hepimiz için bu kadar vazgeçilmez kılan sihir ne?
Birinci tılsım, sizi oldukları gibi sevebilmeleri. Statünüz ve başarılarınıza ne kadar körseler, kayıplarınız ve başarısızlıklarınız karşısında da o kadar âlîcenaptırlar.
İkinci tılsım, sizinle beraber yaşayabilmek için doğalarına meydan okuyarak kültürel ve linguistik bir evrene girmeye gönüllü olmalarıdır. Bunun için inanılmaz bir uyum sağlarlar; hem de sağlayabilecekleri maksimum uyumu. Fakat bu uyumu gösterirken de kendileri olarak kalırlar. Uyum sağlamak ama yine de kendi kalabilmek, bir köpeğin doğası gereği sahip olduğu bilgeliktir.
Üçüncü tılsımsa, sizin geçmiş ve gelecek muhasebelerinizden bihaber olmalarıdır. Geçmişin hüznü ve geleceğin kaygıları üzerimize o kadar sinmiştir ki ânın tadını asla çıkaramayız. O kadar ki çoğu kez kaybetme korkusuyla ilişki kurmaktan kaçınırız. Oysa bir köpek geçmişin yaşanmış acılarının da geleceğin vadettiği yaşanacak acılarının da, sizinle geçireceği ânın mutluluğunu bozmasına müsaade etmez. Sizi kaybettiğinde o da üzülecektir; ama sizinle sizi hiç kaybetmeyecekmiş gibi ilişki kurar. Köpekler hiç bitmeyecek bir şimdinin içinde yaşar. Beyhude kaygılardan uzak bu yaşama tarzı, elbette muhayyel korkularıyla yaşayan insan için hayranlık vericidir.
Ne zaman başarısız olduğum hissine kapılsam, kaderime uyum sağlamakta zorluk çeksem yahut da kendim olmaktan uzaklaşmaya başladığıma dair kaygılansam, kütüphanemde benimle vakit geçiren köpeklerime bakar ve her şeyi gölgelemeye başlayan karanlık bir kibri girmeye çalıştığı eşikten dışarı kovarım. Köpeklerimin sevdiği o adam olmaya, yine kendim olmaya çalışır ve kaderin üzerime attığı bütün okları bir anda boşa düşürürcesine yaşadığım hiçbir şeyin şahsî olmadığını hatırlarım. Hayatı tantanasız yaşayan bir dostluğun, farklı bedenlerdeki tek ve müşterek ruhuna minnet ederek.
Bir köpeğin sadakati, vefası ve sevgisi o kadar tartışılmazdır ki ömrü cephelerde ölüm emirleri vererek geçmiş Napolyon’u bile duygulandırabilir. İtalya’da bir savaş alanında ölüler arasında dolaşırken, bir cesedin başında inleyen ve onun yüzünü durmaksızın yalayan bir köpek görmüştür. Daha sonra anılarında bu sahneyi şöyle anlatır: “Savaş alanlarımdan hiçbirinde hiçbir şey beni böylesine etkilememiştir. Ordunun kaderini çizecek savaş emirlerini soğukkanlılıkla vermiştim; aramızdan birçoğunun ölümüne yol açan harekâtları kuru gözlerle izledim; ama burada duygulandığımı hissettim, bir köpeğin bağırışları ve acısı beni sarsmıştı.”
Çünkü bir köpeğin iniltisindeki sadelik karşısında, insan ancak bu derin acıya saygı duyabilir.
Bütün Kundera hayranları Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ndeki “Karenin’in Gülümsemesi” adlı son bölümde, kanser olan Karenin’in Tomas ile Tereza’ya nasıl veda ettiğini hatırlayacaktır:
“Ertesi gün durumu gerçekten de daha iyi gibiydi. Öğle yemeği yediler. Günün, normal olarak onu yürüyüşe çıkardıkları saatiydi. Karenin’in âdeti bir ona bir ötekine sabırsızlık içinde koşup durmaktı. Oysa o gün, Tereza kayışla tasmayı eline alınca sadece donuk bakışlarla karşılaştı. Neşeli görünmeye (Karenin için ve Karenin’e), onu biraz canlandırmaya çalıştılar, öyle ki Karenin, uzun bir bekleyişten sonra onlara acıdı, üç bacağı üzerinde sendeleyerek yanlarına geldi, Tereza’nın tasmayı boynuna geçirmesine izin verdi. (…) ‘Bunu sırf bizim için yapıyor,’ dedi Tereza. ‘Yürüyüşe çıkmak istemedi. Sırf biz mutlu olalım diye yapıyor.’”
Birkaç gün sonra Karenin’in durumu daha da ağırlaşınca, Tomas acılarına son vermek için onu uyutacak iğneyi yapar.
“Tomas, iğneyi içeri sokmakta zorluk çektiği için bacağı sıkmasını söyledi Tereza’ya, Tereza söyleneni yaptı, ama yüzünü Karenin’in başından ayırmadı. Karenin’le tatlı tatlı konuşmayı sürdürdü, Karenin de yalnızca onu düşünüyordu. Korkmuyordu. Tereza’nın yüzünü iki kere daha yaladı. Tereza fısıldamayı kesmedi. ‘Korkma, korkma oran acımayacak, sincaplar, tavşanlar göreceksin rüyanda, orada inekler olacak, Mefisto da orada olacak, korkma...’ (…) Köpeğin üzerine uzatıldığı örtünün birer ucundan tuttular. Tereza alt ucundan, Tomas üst ucundan. Sonra kaldırıp bahçeye taşıdılar. Örtü ıslaktı. Çişiyle girdi yaşamımıza, şimdi de çişiyle çıkıyor, diye düşündü Tereza ve elindeki ıslaklığa, Karenin’in son selamına sevindi. Onu elma ağaçlarının yanına götürüp yere bıraktılar. Tereza çukurun üzerine eğildi, örtüyü Karenin’i tümüyle örtecek biçimde düzeltti. Biraz sonra üzerine atacakları, Karenin’in çıplak bedenine yağacak toprağı düşünmek dayanılır gibi değildi. Eve girdi ve Karenin’in tasması, kayışı ve sabahtan beri yerde dokunulmadan duran bir avuç çikolatayla geri döndü. Bunların hepsini onun arkasından çukura attı.”
Karenin’in vedasının Şaşkın’ın vedasından hiç farklı olmadığını görünce, kurgunun çoğu kez gerçeği öngörüp belirleyebildiğine bir kez daha ikna oluyorum.
Bizim köyde, “Köpekler asla yuvalarında ölmez” derler. Sanırım bunu söylerken, bir köpeğin ölümüyle yuvasının diğer fertlerini üzmemek için gidip başka bir yerde ölme inceliği gösterdiğini kastediyorlar. Şaşkın ise tam bir romantikti. Zeynep ile Nurcan hafta sonu il dışındayken, düşük kan değerleri nedeniyle veteriner kontrolündeydi. Pazartesi günü de canlanmış ve hareketlenmişti. Akşam yuvasına dönebilmek için. Hakikaten de döndü. Ve döndükten 15 dakika sonra hiçbir tantanaya mahal vermeksizin, onu zamanın bir ânında sabitleyecek şekilde nefes almayı bırakarak yuvasında öldü. Hep yattığı bahçedeki erik ağacının dibinde yatmaya devam etmesi için ona sade bir mezar kazdık. Kendi tılsımıyla sessizce girdiği hayatlarımızdan aynı sessizlikle vedalaşarak çıktı. Evrende yaptığı yolculuk esnasında bahçeye vurup yoluna devam eden bir ışığın kaydettiği o ânda Şaşkın, yakın dostu olan kedi Prenses ve bizler yaşamaya devam ediyoruz. Ta ki yol bitip de zamandan ve mekândan azade bir meçhulde yeniden buluşuna dek.
Şaşkın’ın ölümünün verdiği şaşkınlıkla köpekleri ve ölümü düşünürken, pek çok çağrışımın tetiklemesiyle aklıma Goya’nın 1819’da evinin duvarlarına çizdiği 14 “Kara Resim”den biri olan “El Perro” (Bir Köpek) adlı tablosu düşüyor. Ne tedirgin edici bir resimdir! Kahverenginin tonlarına bulanmış gayet belirsiz bir mekân ve hemen altta bir başına duran bir köpek başı. Sanki kuma gömülmüş gibi —peki ama niçin? Şaka mı, kâbus mu yoksa acımasız bir işkence mi? Tabloda hiçbir ipucu olmadığı için bakan herkesin anlamaya çalıştığı gizemli bir köpek. Yalnız, kesinlikle yalnız bir köpek. Bizim onu anlayamamamıza çok benzer şekilde, sanki o da hayatı anlayamamış gibi donuk gözlerle bomboş gökyüzüne bakarak umutsuzca beklemekte ve ıslak burnunu uzattığı boşlukta bize meçhul olanı koklamaktadır— kim bilir, belki de ölümün kokusunu aldığı için boş, umutsuz ve anlamsız bakışlarını boşluğa dikmiştir.
Hayatımı paylaştığım bir köpeğin olmadığı gençlik yıllarımda “köpek giren eve melekler girmez,” lafını ilk duyduğumda anlamamıştım. Ama daha sonra köpeklerle birlikte yaşamaya başladığımda bu sözün doğruluğunu çabucak kavradım. Bu lafı ilk eden çok haklıydı. Onların gözlerinin aynasında kendimiz olabilmemiz için tanrının bizlere gönderdiği kanatsız ve tüylü melekler olan köpeklerin olduğu bir evde, bir başka meleğe ne lüzum var ki!