Bugünün Arnavutköy'üne bir de biz bakalım şimdi. Görkemli evlerden gözünüzü alabilirseniz, ara sokaklara girip tarihî yerler görebilirsiniz...
19 Ekim 2018 15:26
Gezeceğimiz yerin adını Gugas V. İnciciyan’dan[1] öğreniyoruz.
Diyor ki,
“Orada Arnavutlar çok olduğu için
Arnavutköy adını verdiler.
Daha sonra Rumlar çoğaldı
Dağa yaslanmış bu ufak kentte.”
İstanbul’un insanı ürküten kalabalığı karşısında hiçbir arz yeterli olmuyor. Talebi karşılamak için sürekli yeni yerler, yeni mekânlar, yeni AVM’ler, yeni yollar, yeni köprüler icat ediliyor. Böylelikle şehrin değişen dokusuyla birlikte sık sık kimi bölgeler eski kimliğini kaybedip dönüşüme uğruyor. Eğlenilecek yerler artık o eski eğlenilecek yerler olmaktan uzak, sükûnet yerini gürültüye bırakıyor. Hâliyle eskinin huzuru kaçıyor. Arnavutköy de bunun kısmen yaşayan yerlerden. Önce kazıklı yol vesilesiyle (bu biraz mecburiyetten) mahallenin boğazla arasına yol girdi, daha sonra boğaz boyunca uzanan buranın gediklisi balıkçılara ara sokaklardaki bar, cafe ve lokantalar eklendi. Buna rağmen şunu demeden edemeyeceğim: Açılan mekânların yarattığı trafik ve gürültü burada yaşayanların tadını kaçırıyor mu bilmem ama eğlenmek için gelenlerin keyfi yerinde.
Selim İleri’nin annesinin babaannesinin, İleri’nin çocukluğunda o yaz bir katını kiraladığı bir yalıya gidelim önce. İstanbul, Hatıralar Kolonyası kitabından alıntılıyorum: “O öyle ömrünün yaşlılık döneminde her yaz bir yalıda kiracı otururdu. En çok da Arnavutköyü’nü severdi. Babaanne, Arnavutköyü’nün şenlikli dünyasından memnun ‘Burası küçük Beyoğlu’ derdi…”
Aynı Selim İleri daha sonra İstanbul Seni Unutmadım’da bu kez kendi yetişkinliğindeki Arnavutköyü’nü anlatıyor: “Bugünkü Arnavutköyü’nün restore edilmiş, varlıklı evlerini artık önlerinden geçerken görüyorum. O evlerin kapısını çalıp bir bardak su istemek aklımın ucundan geçmez. Ama annemin babaannesi Feride Hanım, susadı mı, yol boyu her kapıyı gönül rahatlığıyla tıklatırdı. Hepsini sırtında, eriyip giden, yırtılan ‘kültür gömleği’!..”
Şimdi o Selim İleri’yle aynı masada oturup Arnavutköyü’nü konuşuyoruz. Bir zamanların “Kaptan” şimdinin “Vira Vira” adını alan restoranında.
Selim Bey anlatıyor: “Burası Vira Vira olunca ilk kez Leylâ Erbil, Tülay Tura, Ahmet Oktay, dördümüz gelmiştik. Buranın eski ‘Kaptan’ olduğunu Ahmet Oktay ve Leylâ Erbil hatırlamıştı, ‘Aa Edip’in kaptanı’ diyerek. Duvarda kocaman bir tabela vardı, üzerinde ‘Hariçten gazel okunmaz’ yazardı. Onu hatırlamıştım oturunca.”
Peki Kaptan lokantası nasıldı? Dinleyelim: “Edip Cansever, Armağan Ekin, Altan Ekin gelirdi. Bu şekilde değil daha başka daha eski, Boğaziçi lokantası havası eserdi burada. Kapıdan girdiğiniz vakit bir havuz vardı, sular fışkırtılırdı. Onun içinde de balıklar ve ıstakozlar olurdu. Kazıklı yol yoktu daha. Oturduğumuz yer denizdi. Yıl 1970’ler... Burada bir akşamı hatırlıyorum. Edip Cansever bize bir şiirini okumuştu. Yeni yazdığı şiirini. Onun içinde ‘cam kırıkları’ diye bir söz dizimi geçiyordu. ‘Cam kırıkları’ çok etkilemişti beni. o sözlerin bana ait olmasını istemişti. Hemen gidip ‘O senin olsun ben değiştiririm’ demişti…”
Eski-yeni farkını bir de yüzyüze dinlemek istiyorum Selim Bey’den, kırmıyor beni: “Şimdi yıllar sonra Arnavutköy’e tekrar geliyorum. Yine etkileniyorum ama o yılların Arnavutköyü’yle şimdinin arasında bir benzerlik bulmak çok zor. Hâlâ eski evleri olan bir yer. Bununla birlikte çok değişik, lüks bir lokantalar grubu var. Çoğu Türk Rumların olan bu lokantalardan birisinde Lord Macbeth’in büyük boy yağlıboya bir tablosu vardı. ‘Nereden biliyorsun’ diyeceksin. Onu hep uzaktan görürdüm, bir gün Sadri Alışık anlattı bana. Lokantanın Rum sahibi büyük bir tiyatrosevermiş. Bilhassa Lord Macbeth oyununa hayran. Öyle bir tablo yapıp asmış… Artık hiçbir şeyi hiçbir yerde hiçbir zaman özlemez hâle geldim. Hayretle bakıyorum değişen başkalaşan dünyaya. Ama bir şey var hâlâ bir Türkiye hâlâ bir İstanbul var. Genelde insan dokusu çok değişti. Gürültülü patırtılı eğlence yerleri bana çok uzak geliyor. Yabancı geliyor. Uzak bir şey geliyor Arnavutköy.”
Bugünün Arnavutköyü’ne bir de biz bakalım şimdi. Görkemli evlerden gözünüzü alabilirseniz, ara sokaklara girip tarihi yerler görebilirsiniz. Taksiarhis Kilisesi’nde ilginç bir detay var. Kilisenin içine girdiğinizde pirinç korumayla çevrili, yer altına inen birkaç basamak ve bir kapı göreceksiniz. Burası, Dante’nin İlahi Komedya’sını Türkçe ve Yunancaya çeviren Osmanlı diplomatı Musurus Kostaki Paşa’nın aile mezarı. Ailenin 4 üyesi burada yatıyor. Kilise her an gezmeye müsait değil. İzin alırsanız, gelip gezebileceğiniz vakti belirtiyorlar. Yanda da Aya Paraskevi Ayazması var. Onu da es geçmeyin.
Kilisenin hemen yanında Arnavutköy Fukaraperver Cemiyeti Aşevi’ni göreceksiniz. Burası 1946 yılında, 2 Aralık’ta kurulmuş. Amacı Arnavutköy’deki Rum ilkokul öğrencilerine ve yoksullara yemek ve muhtaçlara para yardımı yapmakmış. Derneğin ilk başkanı Vasil Triyandafilidis.[2]
Arnavutköy Polis Karakolu’nun güzel binasının hemen yanında birkaç basamakla çıkacağınız 1831’de Sultan II. Mahmut tarafından yaptırılan Tevfikiye Camii’nin avlusundan boğazı izleyebilirsiniz. Baktığınız nokta Boğaz’ın en dar yerlerinden. Karşı tarafta görünen de Kandilli.
Alt kata inip Girandola’da pahalı ama lezzetli bir dondurma yiyerek geçmişe uzanalım tekrar. Bu akıntı için, İnciciyan şunu demiş zamanında:
“Rumeli kıyısında Boğaz’ın
Daha güçlü bir akıntı bulunmaz,
Deniz açıktan kıyıya dek
Sürekli kaynar, hiç durulmaz.”
Gerçekten de bu akıntıda hareket etmek o kadar zor ki, yengeçler bile (çağnozlar) Boğaz’ın Akıntıburnu kısmını karadan ilerleyip, Akıntıburnu’nu geçince tekrar denize girerlermiş. Seyahatnamelerde bu yengeçlerin kıyıdaki izlerinin görünür olduğu aktarılıyor.
Fransız şair Théophile Gautier, 1852’de İstanbul’a yaptığı seyahatte Arnavutköy’ü şöyle anlatıyor: “Arnavutköy evlerini tarif etmek gereksiz. Sadece, eskiden siyaha boyatılmak zorunluluğu olan Ermeni evlerine, açık renk boyalı olmak hakkı bulunan Türk evlerine ve öksüz kanı veya antik kırmızısı rengindeki Rum evlerine işaret edeyim. Bugün ise herkes evini istediği renge boyatabilir; yalnız yeşil, hacılara ve peygamber sülalesine özgüdür.”
Bugün o evlerin altlarında mümkün mertebe restoran, bar, cafe var. Gezecek yer bol. Vira Vira, Akıntıburnu, Sur Balık, Antica Locanda gibi uzun uzun oturup yemeğinizi yiyebileceğiniz. Çelebi gibi yerel lezzetleri tadabileceğiniz, ANY, Alexandra gibi kokteyl içebileceğiniz yerler mevcut. Ara sokaklara girince karşınıza çıkacak kahveciler de asla sizi mutsuz etmeyecek. Yok, yok diyebiliriz. Tek bir farkla: Arnavutköy’ün kaybolan lezzeti Arnavutköy çileği. Buranın bağ-bahçeleri 16’ncı yüzyıldan beri biliniyormuş, Burada Osmanlıçileği de denilen bir çilek türü yetişiyor pek de ilgi görüyormuş. Ama o bağ-bahçeler 1960’lardan sonrasına kalmamış.
Yazı boyunca çok sık misafir oldu, son sözü de ona bırakayım. İnciciyan söylesin günümüzde buralar ne halde:
“Zamanın etkileri çeşit çeşit
Yapanlar bir bakarsınız yıkan olur
Yüzyıllar geçince aradan
Bu mabet de yıkıldı temelinden.”
#negüzelbina: Halet Çambel Yalısı
Halet Çambel, olimpiyatlara katılan ilk Türk kadın sporcu (Eskrim, 1936 Berlin), çalışmaları sayesinde dünyaca tanınan arkeolog, Yaşar Kemal’in tanımıyla “Nereden olursa olsun bir yere gittiğinde herkes yolunu gözler, dönüşünde bir sevinç patlardı” diye anlattığı sevilen bir bilim insanıydı. Arnavutköy’de ayakta kalan en eski yalılardan olan bu evin yapımı 1820’lere dayanıyor. Miras yoluyla Çambel’in olan yalıyı, kendisi 2004 yılında Boğaziçi Üniversitesi’ne bağışladı. “Kırmızı Yalı”, Halet Çambel ve Nail Çakırhan Arkeolojik ve Geleneksel Mimarlık Araştırmaları Merkezi’ne dönüştürülecek. Bekliyoruz.