"Orhan Koçak bir yazarın, bir şairin ürününe bakarken onu 'izole' bir 'edebî ürün' olarak görmekten kaçınır. Onu kültür dünyasının ve genel olarak dünyanın, tarihin içinde, geri kalan her şeyle ilişkileri içinde oluşmuş bir varlık olarak ele alır."
11 Mart 2021 12:00
Orhan Koçak’la tanışmamız ta altmışların sonuna kadar uzanır. 12 Mart yaklaşıyordu. Türkiye İşçi Partisi, özellikle Çekoslovakya’nın sosyalizmde reform hareketinin Sovyetler Birliği önderliğinde Varşova Paktı ülkelerinin askerî müdahelesi ve işgalini izleyen tartışmalar sonucunda ağır kan kaybına uğramıştı. Buna karşılık, TİP’in başlıca muhalifi “Millî Demokratik Devrim” hareketi, 15-16 Haziran olaylarından sonra, “Yurtsever Subaylar”ın gerçekleştireceği beklenen bir “demokratik devrim” stratejisinden vazgeçmişlerdi. O cenahtaki gelişmelerin bir “gerilla savaşı” yönüne doğru olduğu seçilebiliyordu. Böyle bir ortamda, bu demokratik mücadelenin tutarlı bir sosyalist parti tarafından (ve çevresinde) sürdürülmesine inanmaya devam eden bir grup insan durumu değerlendirmek üzere bir araya geldik. Yalçın Yusufoğlu, Oya Baydar, Çağatay Anadol, Oya Köymen, Ahmet Kaçmaz, Orhan Silier’i hatırlıyorum. İsmet Özel ve Nihat Behram da bu grubun içindeydi. Daha çok Ankara’dan ve daha çok TİP’li olduğunu tahmin ettiğim, sayıca fazla kalabalık olmayan, gençlerden oluşma bir grup olduğu da söylenmişti. Orhan Koçak bunlardan biriydi.
Bir dergi çıkarma fikri üstünde anlaşarak ayrıldık. İlk akla gelecek şey. TİP’te gördüğümüz zaaflardan arınmış bir parti kurma girişimi ilkin bunun nasıl bir parti olması gerektiğini anlatmalı ve bunu yapmanın en elverişli aracı da bir dergi yayımlamak. Böylece Sosyalist Parti için Teori ve Pratik adlı dergi yayın hayatına girdi ama ancak dört sayılık bir ömrü oldu, çünkü 12 Mart geldi. Bu derginin “nüve”sini oluşturan arkadaşlar, Oya’lar, Yalçın, Çağatay, Ahmet, 12 Mart döneminin atlatılmasından sonra TSİP’i kurdular.
Henüz bu aşamalara gelmeden önce tanışmıştık Orhan Koçak’la. Onunla daha tanışmadan önce gene o grup içinde bu adda birinin olduğunu işitmiştim (şimdi hatırlamıyorum, kimden, ne zaman). Böyle olması da anlamlı zaten: Demek birtakım nedenlerle dikkat çekiyordu. Bu nedenler ne olabilir? Daha basit olanlardan başlayayım: Babası yüksek yargı kurumlarından birinde yargıçtı. “Basit” diyorum ama o tarihlerde “Orhan Koçak adında biri var, babası...” diye başlayan cümlelerle tanıtılırdı. İkincisi “Troçkist” olmasıydı. O zamanlar bu da ender rastlanan bir durumdu. Troçkist olanlarla olmayanların hırgür çıkmadan çalışabiliyor olmaları belki daha da ender rastlanan bir durumdu.
Benim bir Troçkist takıntım hiç olmadı. Saygı duyduğum ve önem verdiğim bir kişidir. Onun için, Orhan’la tanıştığımızda, onun Troçkist olması benim için sorun değildi.
Ama bunlar değil, Orhan Koçak’ın pırıltısıydı herhalde onu genç yaşta dikkat çeken bir kişi yapan özellik. Zekiydi, bilgiliydi; sanat, edebiyat konularında estetik duruşu sağlamdı.
Bizim Teori ve Pratik ekibinin tamamı Ankara’da yaşıyordu. Onun için ben de sık sık Ankara’ya gidip geliyordum. Dönüş yolculuklarından birinde Orhan’la birlikteydik diye kalmış aklımda; ama karıştırıyor da olabilirim. Onunla hemen iyi bir ilişki kurmuştuk.
Orhan’la “aynı proje” üstünde çalışma durumumuz olmadı. İstanbul’a yerleştikten sonra Defter dergisine epey emek verdiğini hatırlıyorum. Zaten kurucularından biriydi. Burada Nurdan Gürbilek, Bülent Somay, Meltem Ahıska, İskender Savaşır gibi çok iyi yetişmiş genç yazarlarla birlikte çalıştı. Defter, Türkiye’de yayımlanmış önemli dergilerden biridir.
Belli başlı kaynaklarımızın da ortak olduğu söylenemez. Ben Orhan’ın özellikle Frankfurt Okulu’na düşkün olduğunu düşünürüm. Başta Benjamin, Adorno, Horkheimer’den yararlanmış, onlar hakkında yazmıştır da. Bense birkaç küçük yoklama dışında bu yazarların dünyasına pek giremedim. Benjamin’i ben de ayrı bir yere koyarım. Ama Adorno, Horkheimer, hatta Habermas, benim bir hayli yabancısı olduğum bir düşünce ikliminin temsilcileri – onlarla “aynı fikirde değilim” cümlesini de kullanmıyorum, çünkü bunu diyecek kadar “aşina” değilim düşüncelerine.
Bu farklılıklara (yani Orhan Koçak’la aramızda) rağmen Orhan’la genellikle –“aynı” değilse de– paralel düşünmüşüzdür. Bunun nedeni, edebiyat alanında zevkimizin üç aşağı beş yukarı uyuşması olmalı diye düşünüyorum. Örneğin ikimiz de Marksizm’in yaklaşımını benimsemiş insanlarız ama bazı Marksist eleştirmen ve yazarların ısrarla vurguladığı “bağıtlı yazar” anlayışına hiçbir zaman yakınlık duymadık, böyle bir edebiyat yapılmasını beklemedik.
Orhan Koçak Marksizm’den beslenen bir sosyolojik yaklaşımın yanı sıra psikolojiye yeterince yer verir. Ele aldığı konuyu “daraltma” değil, “genişletme”dir yöntemi. Böyle yapmaya yatkın bir kültürü vardır ve sanırım zaten onu böyle yazmaya yönelten de bu kültürüdür. Orhan Koçak bir yazarın, bir şairin ürününe bakarken onu “izole” bir “edebî ürün” olarak görmekten kaçınır (yani formalistlerin ideal saydıkları bakış biçiminden sakınır). Onu kültür dünyasının ve genel olarak dünyanın, tarihin içinde, geri kalan her şeyle ilişkileri içinde oluşmuş bir varlık olarak ele alır. “Genişletme”yi bu anlamda söylüyorum. Bunu söylerken, ayrıntıyı ihmal ettiğini, ürünün kendi öğeleriyle kurduğu ilişkiyi gözden kaçırdığını ima etmiyorum. Bunlara karşı da son derecede duyarlıdır. Ama bütün bunlarla birlikte o ürün kendi ulusal geleneği içinde farklı olan ne yapmaktadır, bu yaptıklarının kültür dünyasında uzantıları nelerdir, dünyadaki hangi yönelişleri izlemekte ve onlara ne katmaktadır? – Ya da neleri izlemeye değer bulmamaktadır? Niçin? Yani sonuçta teleskop ile mikroskopu birlikte kullanır.
Bahisleri Yükseltmek gibi bir kitabı düşünün (son okuduğum bu olduğu için zihnimde daha canlı). Herhangi bir edebiyat eleştirmeni Turgut Uyar’ın Türkiyem kitabıyla Dünyanın En Güzel Arabistanı arasında ciddi bir farklılık olduğunu anlardı sanırım. Bunun öyle bildik bir “tarz değiştirme” ya da “ustalaşma, olgunlaşma” sürecinin sonucu olmadığını çok kişi anlar ve “Bu nasıl böyle olmuş?” diye şaşabilirdi. Herkes bu soruya kendi aklına yatan bir açıklama bulmaya çalışırdı. Ama işin içine Cahit Külebi’yi katan bir tek Orhan Koçak oldu. Bunu hiçbirimiz görmedik, tahmin etmedik.
Turgut’un Türkiyem’de yapmaya çalıştığı işi Cahit Külebi’nin olabilecek en iyi biçimde yaptığını ve Turgut’un da bunu görüp anladığını söylüyor Orhan. Bu tezini Turgut’un Külebi üstüne yazdığı yazı üstüne, orada, Turgut’un Cahit Külebi’yi bir “mucize” olarak nitelemesine dayandırıyor. Bu yeterli bir kanıt mı? Bence değil. Yani bunun “muadili” olan bir kanıtla bir adamı hapse atamazsınız.
Ama hukuk başka, edebiyat eleştirisi başka. Edebiyat eleştirisinde bu bir kanıt sayılabilir (hakkında söylediğiniz başka şeylerin inandırıcılıkları ölçüsünde). Edebiyat eleştirisinde okuyana “Tüh! Bu türlü bakmak aklıma gelmemişti!” dedirtmek başarıdır.
Yalnız üreticiye değil, eleştirmene de gerek imgelem.
•