Orhan Pamuk, Kırmızı Saçlı Kadın’da, Oidipus ve Sührab hikâyelerinin gürültüsüne “yazar olma” arzusunu gizlemektedir. “Kuyu” burada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir unsurdur zira romanın kurmaca yapısını imlemektedir...
04 Ağustos 2016 15:00
“Kuyu gibi bir şey… Bir kere takıldın mı derine, daha derinlere gideceksin…
Bununla beraber dinleyeceğim. Şimdi o, biraz sonra ben üste çıkacağız.
Böylece boğulana kadar.”
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Yaz Gecesi”
Orhan Pamuk’un “En çok renk verdiğim kitabım” diye tanımladığı Öteki Renkler’in epigrafını hatırlayalım: Şeyh Galip’ten, “Her renge bürün de renk verme.” Bu epigraf “aslında” Orhan Pamuk romancılığının altın kuralıdır. Ne ki, “Her renge bürünüp renk vermezken” kendi rengine de büründüğü için izleri takip edebilen okur, olası Pamuk renklerini görebilir, kanısındayım ben. Yoksa yazmazdı zaten. “Babamın Bavulu”nda neden yazdığını anlatmıştı. “Renk vermek”, o nedenlerin toplamıydı; hatırlar mısınız?
Kırmızı Saçlı Kadın’da da mesele renk vermeme üzerine kurulmuş. Metin her renge bürünüyor, renk de veriyor ama… Ne demek istiyorum, biraz açayım. Nedir Kırmızı Saçlı Kadın’ın derdi? Roman çıktıktan sonra üzerinde tartışılan meseleler şunlar: Baba-oğul çatışması ve Doğu-Batı meselesi. Bu iddialara itirazım yok elbette. Fakat eksik bulma hakkım mahfuz. Açalım: Roman, yazar olmak isterken mühendis olan Cem’in on beş yaşındayken, babasının evi terk etmesinin ardından dershane parası kazanabilmek için Öngören kasabasındaki kuyuculuk işinde çalıştığı sırada başından geçen bir olay etrafında şekilleniyor. Bu olay, Cem’in hayatı boyunca zihnini meşgul ederken bir yandan da sonunu hazırlamaktaymış meğer.
Sarmal biçiminde düzenlenmiş ve bu sarmalın da giderek çukurlaştığı bir kurguya sahip romanın merkezinde Kırmızı Saçlı Kadın vardır. Ve onun etrafında şekillenen bir baba-oğul hikâyesi. Üç köşeli bu kurgunun, tepe noktası sürekli değişir. Bu yapıyı daha ikna edici hale getirebilmem için şematikleştirmem, konuyla ilgili en işlevli şemayı oluşturan isim olduğu için de René Girard’dan destek almam lazım. Girard, Romantik Yalan ve Romansal Hakikat: Edebi Yapıda Ben ve Öteki adlı çalışmasında, edebi metinleri, arzunun konumuna göre irdeler. Orhan Koçak’ın “Sunuş” yazısından şu açıklamayı ödünç alayım:
“Safdil” anlayış için, esas olan nesnedir; öznenin arzusunun sebebi ve kaynağı o nesnedir. Bir sonraki (daha az “safdil”) anlayışa göre, her şey özneden kaynaklanıyordur; nesne önemsiz değildir ama arzunun kendisi (ve öznesi) nesneden bile önce gelir: Arzu, nesnesini arayıp bulacak, yoksa yaratacaktır. Bu iki anlayışta da üçüncü köşe (dolayımlayıcı) silinmiştir; bir üçgen değil, bir düz çizgi vardır ortada. Girard’ın yaptığı, bu gizli, üstü örtülmüş “kışkırtıcıyı” ön plana çıkarmaktır: Özne bir başkası tarafından arzulandığı için arzuluyordur nesnesini; ona arzusunu veren, o arzuyu “dölleyen” ve kışkırtan (başka deyişle “dolayımlayan”) başka biri vardır hep. Bu başkası, arzusunun modelini verir özneye. (10)
Buna göre, örtük arzu nesnesine sahip olan ve özneyi ön plana çıkaran yapıtlar romantik; arzu için bir dolayımlayıcının görüldüğü, öznenin nesnesini bu dolayımlayıcı aracılığıyla arzuladığı yapıtlar ise romansaldır. Girard, romansal yapıtları tanımlarken “üçgen arzu” ifadesini kullanır. Bir şematikleştirmedir bu. Eşkenar üçgeni andıran bu yapının bir köşesinde özne, bir köşesinde arzu nesnesi, bir köşesinde de dolayımlayıcı vardır. Dolayımlayıcı burada kilit noktadır. Girard burada hemen dolayımlayıcıyı ikiye ayırdığını belirtiyor: “Birinin merkezinde dolayımlayıcının ötekinin merkezindeyse öznenin bulunduğu iki olasılık küresi arasında teması önleyecek kadar mesafe olduğu vakalarda dışsal dolayım terimini kullanacağız. Bu uzaklık, iki kürenin az ya da çok iç içe geçmesine izin veriyorsa içsel dolayımdan söz edeceğiz” (29).
“Dışsal dolayımın kahramanı” diyor Girard, “arzusunun gerçek niteliğini yüksek sesle açıklar. Örnek aldığı kişiyi açıkça kutsar ve onun müridi olduğunu ilan eder” (29). Buradan Kırmızı Saçlı Kadın’a dönecek olursak, babasızlık çeken Cem, Mahmut Usta ile kuyu kazma işine başladığında, ustasının babacanlığından, ilgisinden, şefkatinden çok etkilenir; onun çırağı olmaktan memnundur ve ustasının iktidarını kabul etmiş vaziyettedir. Buradaki dolayım, dışsaldır. Arzu nesnesi ise yüzeye bakınca kuyudan su çıkarmaktır. Fakat burada biraz duralım. Mevzu “arzulanan kuyu” olduğu için biraz daha araştırmak gerekecek. “Kuyu” metaforunun psikolojik çağrışımlarının neler olabileceği üzerinde düşünmek faydalı olacak. Metinde üstünde ısrarla durulan “Oidipus” hikâyesi bize “anne” imgesini de araştırmamız gerektiğini önerdiği için “anne” ve “kuyu” arasında bir ilişki olup olamayacağı yönündeki şüphe bizi bu konuyu doğrudan ele alan Jung’un, “Anne Arketipi”ne götürecektir. Jung, “anne simgeleri”ni sıralarken “derin kuyu” ifadesini de kullanıyor (22). Demek ki Mahmut Usta ve Cem arasındaki üçgen arzuyu oluşturan arzu nesnesi “anne” olmalıdır / olabilir. Fakat Cem, Mahmut Usta’nın iktidarını kabul ettiği için dolayım dışsaldır. Cem, fallik evreyi sağlıklı bir biçimde atlatmış durumdadır. Fallik evre, hatırlatmak gerekirse, Freud’dan beri, erkek çocuğun babasını, anneyi arzulama noktasında rakip gördüğü ve bir penise sahip olduğu için baba tarafından hadım edileceği korkusunu taşıdığı evre olarak tanımlanır. Bu evrenin sağlıklı atlatılamadığı durumlarda oğul, Oidipus karmaşasını yaşar.
Cem, Mahmut Usta’nın iktidarını kabul ettiği için Oidipus karmaşasını, babasının yerine ikame ettiği Usta vasıtasıyla atlatmışsa da, “aslında” arzuladığı nesne başka bir şeydir: Yazmak. Oysa Cem’in babasının yazma isteği taşıdığına dair bir veri yok elimizde. Orhan Pamuk’un babasının bir şeyler yazdığını “Babamın Bavulu” adlı yazıdan biliyoruz; o ayrı bir mesele şimdilik. Fakat dışsal dolayımın kahramanı Mahmut Usta’nın yazar olmak hevesi var mı bilmesek de Cem’in arzusunu tetikleyecek, Usta’yı kendisine rakip görmesine neden olacak, dolayısıyla içsel bir dolayım yaratarak sarmalı daraltacak, kuyuyu derinleştirecek bir veri var elimizde: Usta’nın geceleri dinî hikâyeler anlatması. Bu ibret veren hikâyelere karşılık Cem’in Oidipus hikâyesini anlatması Usta’nın hikâyelerinin taşıdığı amaçtan farksızdır. Cem, içsel dolayımda silahını kuşanmış, kendi alanını korumak için Usta’sına gözdağı vermiştir. Bilinçdışında tabii. Bunun bilinç düzeyine çıkabilmesi için, içsel dolayımın daha kesin bir biçimde gerçekleşmesi gerekir. Cem’in Mahmut Usta’yı rakip olarak görmesi için arzu nesnesinin ortak olması lazım. Bu da, Kırmızı Saçlı Kadın olacaktır.
Cem, kendisine yasaklamasına karşın Mahmut Usta’nın askerlere gösteriler düzenleyen çadır tiyatrosuna gidip Şehname’de anlatılan “Rüstem ile Sührab” hikâyesini çok etkileyici bir biçimde canlandıran Kırmızı Saçlı Kadın’ı seyrettiğini, üstelik Kırmızı Saçlı Kadın’la sohbetleri olduğunu öğrendiğinde itaat, yerini rekabete bırakır. Artık dolayımın kümeleri kesişmiştir. Mahmut Usta, Cem için ortadan kaldırılması gereken bir rakiptir artık. Fakat Girard diyor ki, “Nefret duyan kişi, bu nefrette saklı olan hayranlık nedeniyle önce kendinden nefret eder” (30). Kırmızı Saçlı Kadın’da Cem’in yaşadığı da bunun aynıdır. “Baba” rolünü verdiği Usta sonradan rakibi olunca ve o rakibi ortadan kaldırdığını (öldürdüğünü) düşündüğü zaman müthiş bir suçluluk duygusu kaplar içini (85). Bu suçluluk duygusu zaman zaman azalsa da hiçbir zaman tamamen yok olmaz. Hatta Cem’in hayattaki tek amacı için tehdit bile olur: “Ama ustasını kuyunun dibinde ölüme terk eden vicdansız bir kişi yazar olabilir miydi?” (91).
Cem, ne yaptığını anlayabilmek için “Sührab” ve “Oidipus” hikâyelerinin peşine düşer. O kadar ki burada Orhan Pamuk’un eleştirilere maruz kalmasına neden olacak denli detaylı ele alınır bu hikâyeler. Pamuk, hiçbir boşluk bırakmaz bu hikâyelerle ilgili. Freud’un Karamazov Kardeşler için yazdığı yazıdan, Sophokles’in Kral Oidipus’una, Firdevsî’nin Şehname’sine dek tüm metinler didik didik ele alınır. Burada Orhan Pamuk, okuruna, bak ben bu meselenin tüm detaylarını ele aldım, sen bunların arkasındaki meseleyle ilgilen diyor olabilir.
Romanın ikinci bölümü, Cem’in hayatının hızlı ilerleyişini ele alır. Peşine düştüğü hikâyelerin yanı sıra, Cem’in tipik bir eğitimli zengin iş adamına evrilişini takip ediyoruz. Metinde sık sık dile getirildiği gibi, kaderden kaçılamayacağı için, Öngören’de bir inşaat işi için Cem’e ulaşılır ve olaylar hız kazanır, romanın düğümlendiği noktalar belirginleşmeye başlar bu bölümde. Cem’in babasının cenazesinde karşılaştığı Sırrı Bey, Cem ile Kırmızı Saçlı Kadın Gülcihan’ın birlikte olduğu evin sahibidir. Sırrı Bey, Cem’in babasını da tanımaktadır ve Cem, Kırmızı Saçlı Kadın’ın kendisine önceden tanıyormuş gibi bakmasının nedenini Sırrı Bey’den öğrenir: Gülcihan, Cem’in babasının eski sevgilisidir.
Mahmut Usta ile Cem arasındaki arzu nesnesi olan Kırmızı Saçlı Kadın’ın “aslında” Cem’in babası ile arasında arzu nesnesi olmasından kaynaklanan bir içsel dolayım daha ortaya çıkardığı anlaşılır böylece. Ayrıca, Cem’in yıllardır peşinde olduğu “Oidipus” hikâyesi de dolaylı bir biçimde hayatına karışmış vaziyettedir. Fakat bu da esas meselenin bir paravanıdır. Orhan Pamuk okuru, bu tür tuzaklara hazırlıklıdır. Asıl vurucu darbe değildir bu.
Cem, Kırmızı Saçlı Kadın’dan bir oğlu olduğunu öğrenir. Babalık davası açan oğlunu görmek için Öngören’e gider. Ne ki oğluyla karşılaşamamış gibi anlatılır bu kısım. Oysa oğlu Enver’in arkadaşı, adının da Serhat olduğunu söyleyen kişinin “aslında” Enver olduğundan neredeyse eminizdir biz okurlar. Bu arada Cem ve sonradan Enver olduğunu öğreneceğimiz Serhat’ın sohbetinden Enver’in şiir yazdığını öğreniriz. Böylece bir arzu nesnesi daha karşımıza çıkar. Ve başa dönmüş oluruz. Romanın başında, “yazmak” Mahmut Usta ile Cem arasındaki arzu nesnesiyken, romanın sonunda Enver ve Cem arasındaki arzu nesnesine dönüşür. Bu meselenin bir cinayetle sonuçlanacağını hissederiz fakat Cem’in hayatını vakfettiği, “Oidipus” hikâyesi mi yoksa “Sührab” hikâyesindeki gibi mi olacaktır sonu, onu bilemeyiz. Enver, babasına “Sana kızdığım zamanlar aslında seni kör etmek geliyor içimden” der (170). Buradan romanının sonuna dair bir ipucu alıyoruz ve evet nihayetinde Enver kendini korumaya çalışırken Cem’i kendi silahıyla gözünden vurarak öldürür.
Romanın kurmaca oluşunu tırnak içine almanın en güzel yöntemlerinden biri de metinde boşluk bırakmaktır ve Pamuk bunu tek bir cümleyle kotarır. Babasından kimliğini gizleyen Enver, Cem ile Enver’in evine gider, kapıyı çalarlar, içeride ışık yanmasına rağmen kapı açılmaz. Daha sonra Cem’in yanındakinin Enver olduğunu öğrendiğimizde öfkeli oğul, “Demin kapım çalındı, şiir yazıyordum, açmadım” (167) diyerek bir tür zaman çakışması da yaratır ve gerçekliği bulanıklaştırarak metnin kurmacalığını belirginleştirir.
Romanın son bölümünü Kırmızı Saçlı Kadın’ın anlatımından okuruz. Her şeyi bir kez de o anlatır. Metnin en önemli kısmı da burasıdır. Zira burada romanın adının neden “Kırmızı Saçlı Kadın” olduğuna bir ekleme daha yapılır. Olayların katalizörü olmasının yanı sıra “Kırmızı Saçlı Kadın” ifadesiyle Orhan Pamuk’un anlatmak istediği bir başka noktayı öğreniriz. Eleştirmenlerce ileri sürüldüğü gibi, Orhan Pamuk’un İngilizceye daha rahat çevrilebilsin diye “kızıl” değil de “kırmızı” sözcüğünü tercih ettiğini zannetmiyorum. “Kızıl” ifadesini kullanmış olsaydı “kırmızı”nın yapaylığını / kurmacalığını veremezdi. Romana dönelim, Kırmızı Saçlı Kadın, bu rengin kendi saç rengi olmadığını, bir tercih olduğunu övünerek anlatır (175). Burada, bir kurmaca göndermesi gizlidir bana kalırsa. Doğal olmayan saç rengi, “kurmaca”ya vurgu yaparak Oidipus, Sührab, Hamlet hikâyeleri ile usta-baba-oğul çatışmalarının kalabalıklığı arasına gizlenmiş ve bu hikâyelere eklemlenmiş durumdadır. Bu kurmaca kadın, oğlu Enver’e babasının, dolayısıyla kendisinin hikâyesini yazması için baskı yapar. Enver de annesinin sözünü dinleyerek elimizde tuttuğumuz romanı yazar.
İki arzu üçgeni daha çıkar böylece karşımıza. İlki, Enver’in romanı yazarken babasının içsel dolayımında annesini arzulamasıdır. Babası ve annesinin birlikte olmalarını “ben” anlatıcı olarak babasının dilinden anlatması göz ardı edilemez. Kırmızı Saçlı Kadın, oğlu Enver’in ellerini “bir sevgili gibi […] saygıyla öp”tüğünü dile getirir (194). Hemen devamında da oğluna, babası Cem’in okuduğu kitapları vererek oğlunun kendisini “babasının yerine koyacağını” belirtir (194). Enver’in babasıyla hesaplaşırken “kelimeler ve resim” üzerine söylediklerini, Cem’in ilk gençlik yıllarında okumaya başladığı günlerde dile getirdiğini hatırlarsak, Enver’in kendisini Cem’in yerine koyduğunu söyleyemeyiz. Tam tersi üstelik. Enver, babasının kendisi gibi düşünmesini sağlamıştır yazının kuvvetini arkasına alarak. Biraz daha ileri götürerek Cem, Cem’in babası ve Enver’in birbirlerinin içinde karıştıklarını da söyleyebiliriz. Cem’in babasının “boynunun tıpkı çocukluğunda olduğu gibi ucuz sabun ve bisküvi karışımı bir koku”ya sahip olduğu yolundaki sözlerinin aynısını Kırmızı Saçlı Kadın’ın, oğlu Enver için sarf edişi de tesadüf olamaz böylece. Oidipus karmaşasının çemberi de kapanmış olur. Şimdi tekrar başa dönerek, “kuyu”nun bir anne arketipi olduğunu da hatırlayabiliriz. Böylece romanı yazan Enver’in, Oidipus karmaşasındaki yeri sağlamlaşır. Roman bütünlük kazanır. Fakat Kırmızı Saçlı Kadın’ın ve tabii romanın, son cümlesi meselenin, dolayısıyla arzu nesnesinin “yazmak” olduğunun altını bir kez daha çizer: “Unutma, aslında baban da yazar olmak istemişti” (195-vurgu benim). Hadi şimdi romanın ilk cümlesine de bir bakalım: “Aslında yazar olmak istiyordum” (9-vurgu benim). Metin boyunca “aslında” sözcüklerini vurgulayışımın nedeni de burada açığa kavuşmuş olur. Romanın ilk ve son cümlelerinde “aslında” ifadesinin geçmesi, Cem ve Enver’in birbirleri içinde karışmalarını sağlamasının yanı sıra romanda “aslında” başka bir şey anlatılmak istendiğine dair açık bir gönderme olarak okunmalıdır bu bana kalırsa.
Burada çok iddialı olmayı göze alarak Orhan Pamuk’un, romanın son cümlesi ile renk verdiğini ileri süreceğim. Orhan Pamuk, “Babamın Bavulu” adlı Nobel konuşmasında babasının kendisine bir bavul içinde birtakım defterler verdiğini bildirmişti. Orhan Pamuk için tedirgin edici bir durum yaratır bu. Babasının iyi yazar ya da kötü yazar olmasının tedirginliğini yaşar. Bir anlamda babası, “baba” rolünden çıkarak dolayımlayıcı olur Pamuk için. Tıpkı Enver ve Cem arasında “yazmak” nasıl bir arzu nesnesiyse Gündüz Pamuk ile Orhan Pamuk arasında da benzer bir arzuya işaret eder. Her ne kadar Orhan Pamuk, babasından her defasında sevgi ve saygıyla söz etse de, zaman zaman kendilerini bırakıp evden uzaklaşmasının ruh dünyasında yarattığı kırılmayı da gizlemez. Tıpkı Cem gibi.
Tipik bir Orhan Pamuk okuru olarak, Cem’in Öngören’e giderken babasının “küçük eski bavulunu” almasından şüphe duydum (14). Gündüz Pamuk’un oğluna verdiği de “küçük, siyah, deri bavul”dur. Buraya kadar bavulun küçük ve babaya ait olmasından başka elimizde bir veri yok ve bu tek başına ispat için yeterli değilse de şüphe duymak için yeterli. Manzaradan Parçalar adlı kitabında yer alan “Babam” başlıklı yazıda Orhan Pamuk, Gündüz Pamuk’tan söz ederken bir yandan da Akın Çelik’ten (Cem’in babası) söz ediyor gibidir. “Babam bir kere bile bana kaşını çatmadı, bir kere bile beni azarlamadı, bir fiske bile vurmadı” (15). Cem de babası için aynısını söyler: “O zaman bana hiç bağırmayan, beni hiç azarlamayan babamı özlerdim” (27). Buraya kadar da yeterli gelmiyor, kabul. Aynı yazıda Pamuk, çok küçükken babasının kendisine Heybeliada’da yüzme öğrettiği anı hatırlar. Babası kendisinden uzaklaşınca telaşlanıp “Baba beni bırakma!” diye çığlık atar. “Ama o bizi bırakırdı. Uzaklara, başka ülkelere, başka yerlere, bilmediğimiz köşelere giderdi” diye devam eder Pamuk kırgın bir tonda (19). Cem de babasının öldüğünü öğrendiğinde benzer bir anıyı hatırlayacaktır: “Yedi yaşındayken bir kere annem, ben, babam Heybeli Plajı’na denize girmeye gitmiştik. Yüzme öğreneyim diye, annem beni karnımdan tutarak suya bırakıyor, ben de üç adım ötede ayakta duran babama doğru can havliyle debelenerek yüzüyordum. Tam babama yaklaşmışken o biraz daha yüzeyim ve çabuk öğreneyim diye bir adım geri atıyor, ben ona yetişme heyecanıyla ‘Baba, gitme!’ diye bağırıyordum” (133-134). Fakat Cem’in babası da tıpkı Orhan Pamuk’un babası gibi sık sık ortadan kaybolur.
Orhan Pamuk da babasının kokusunu tıpkı Cem gibi çok sever. Şu sözler Pamuk’un: “Küçük çocukken onun kucağına çıkmayı, onun yanına yatmayı, benzersiz kokusunu koklamayı, ona dokunmayı çok severdim” (19). Şunlar da Cem’in: “[…] denizde bile çok özel bir kokusu olan boynuna ve göğsüne (ucuz sabun ve bisküvi kokusu), işte şimdi baktığım boynunun tam bu noktasına başımı yaslıyordu” (134). Buraya kadarki delillerden Cem’in babası ile Orhan Pamuk’un babası arasında bir koşutluk olduğunu ileri sürebileceğimiz açıktır. Peki, bunun bir anlamı var mıdır? Aslında olmaması gerekirken, burada Enver-Akın ikizleşmesinin (koku aracılığıyla) bizi götürebileceği bir durum olduğunu seziyorum. Şöyle ki, Orhan Pamuk normal şartlar altında, bu romanı daha önce yaptığı gibi “romancı Orhan”a yazdırırdı. Ne ki, Kırmız Saçlı Kadın için birtakım sıkıntılara, hadi daha açık olalım, dedikodulara neden olabileceği gerekçesiyle muhtemelen Enver adındaki kurmaca bir “oğul”a yazdırır. Böylece Cem ile Orhan Pamuk arasındaki benzerliği tolere eder ve Cem’in yazar olma hevesi ile Gündüz Pamuk’un yazar olma hevesini aynı potada eriterek babasına galebe çalar bir bakıma. Böylelikle de, her ne kadar müteşekkir olduğunu söylese de daimi bir kırgınlık yaşadığı babasından “intikam” almış olur. Orhan Pamuk’tan cesaret alarak ileri sürüyorum bunu: “Anlatmaya çalıştığım gibi ben kendi intikamlarımı almaya çalışıyorum, ama çoğu zaman bunu son derece kişisel bir yolla yapıyorum, öyle ki okur bunu fark etmiyor ve intikamı güzellik sanıyor” (Manzaradan Parçalar: 27).
Orhan Pamuk, Kırmızı Saçlı Kadın’da, Oidipus ve Sührab hikâyelerinin gürültüsüne “yazar olma” arzusunu gizlemektedir. O arzunun etrafına ördüğü dolayımlayıcı ve öznenin ilişkilerini de yine aynı gürültücü hikâyenin etrafında, üçgenin köşelerini sürekli değiştirerek kuyuyu derinleştirmektedir. “Kuyu” burada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir unsurdur zira romanın kurmaca yapısını imlemektedir. O kuyunun dibinden su çıkarabilmek içinse biraz çaba sarf etmek gerek. On dört ayda tamamladığı romanı otuz yıldır zihninde gezdiren Pamuk, kuyudan suyu öyle kolay çıkarttırmaz yani. Kara Kitap, Yeni Hayat, Benim Adım Kırmızı romanlarının yazarı Orhan Pamuk’tan söz ediyoruz neticede.