Osmanlıca öğrenmek yetmez. Lisanı çözdükten sonra şimdiye kadar Osmanlı’yla ilgili size öğretilen her şeyi unutmanız, o görmediğiniz, çürüyen, yağmalanan arşivlere sahip çıkmanız, onlara girip Osmanlı tarihini yeniden yazmanız lazım
05 Mart 2015 14:48
Farzedin ki bir İngiliz’le oturmuş sohbet ediyorsunuz. Nasıl olduysa konu edebiyata geliyor. Siz de fırsat bu fırsat, biraz İngiliz edebiyatını sorayım, öğreneyim diyorsunuz. Ne de olsa hepimiz duyduk Shakespeare’leri, Jane Austen’ları, okumadıysak da televizyonda bir dizisine, sinemada bir filmine rastladık. Bir de kaynağından duyayım diyorsunuz, soruyorsunuz.
Burun kıvırıyor İngiliz. “Abi,” diyor, “Chaucer’ı, Shakespeare’i anlatmışlardı ortaokulda bir ara. Yaa, hatta oturup vezinlerini bile ezberletmişlerdi. Nefret etmiştim adeta. Üç- beş dize okumuştuk ama aklımda pek bir şey kalmadı. Zaten istesem de okuyamam ki. Biliyorsun, bizde alfabeyi değiştirdiler. 1929’dan önce yazılmış hiç bir şeyi okuyamıyoruz.”
Peki, diyorsunuz, Chaucer’ı, Shakespeare’i geçelim. Ya yeniler? Hani Jane Austen, Charles Dickens falan? “Okuttular lisede birkaç tane,” diyor İngiliz. “Sadeleştirilmiş tabii. Yani eskimiş kısımları atılmış, değiştirilmiş. İlkokul kitabı gibi bir şeydi. Koskoca insanlara bunları ne halt etmeye okutuyorlar anlayamadım. Neyse, en azından hocanın notu boldu, ortalamam yükseldi biraz. Şimdi sorsan hatırlamam. Zaten tarih, edebiyat, bunlar boş işler kanka!”
Annem Türk olsa da hiç Türk okuluna gitmedim. İstanbul’da bir Alman ilkokuluna, Hamburg’da bir Alman lisesine, İngiltere’de de üniversiteye gittim. Türk edebiyatıyla ilk tanışmam, daha yeni kaybettiğimiz Talât Halman sayesinde oldu. Kaderin bir cilvesi, Talât Bey’in kurduğu bir Türk edebiyatı bölümüne yüksek lisans için başvurmuştum. Konuyla ilgili bilgim sıfırdı.
“Hiç bilmeyen birine Türk edebiyatını özetleyecek olsanız ne derdiniz?” diye sordu Talât Bey.
“Açıkçası pek bir şey diyemezdim.”
“Peki, farzedelim ki dünyada sadece ikiniz kaldınız. Ya sizden öğrenecek Türk edebiyatını, ya hiç öğrenmeyecek. O zaman ne derdiniz?”
“Benden öğreneceğine hiç öğrenmesin daha iyi.”
Nedense yine de bölüme aldı beni Talât Bey. O günden bugüne neredeyse on üç yıl geçti. Türk edebiyatıyla ilgili birçok bildiri sundum, birkaç makale yayımladım, bir kitap yazdım, hatta hızımı alamayıp gittim doktora yaptım, şimdi de Amerika’da bir üniversitede Türk edebiyatı, sineması, tarihi ve politikası hakkında ders veriyorum. Bugünlerde bakıyorum da, bir bildiği varmış herhalde Talât Bey’in.
Beni en çok Osmanlı edebiyatı sardı. Divan edebiyatı da değil. Düzyazı edebiyatı. Osmanlı yazarlarının bile ciddiye almadığı, hele Cumhuriyet döneminde neredeyse kimsenin takmadığı hikâyeler. Osmanlı’nın unutulmuş “Hançerli Hanım”ları. “Kanlı Bektaş”ları. “Tıflî Efendi”leri. Bunlar bana tarih kitaplarında yüceltilmiş, destana, pembe diziye çevirilmiş Osmanlı’yı değil, yaşayan, nefes alan, gündelik, sokak aralarındaki Osmanlı’yı anlattı.
Hem de nasıl anlatmak. Uyuşturucu kullanımı mı istersiniz?
Ya da belki tarihi pornografi sizi daha çok açar?
Peki erkekler arası aşk ilişkilerine ne dersiniz?
Ne kadar ayıp, değil mi? Gerçek Osmanlılar utanmazdı.
Yarın, öbür gün okullarda Osmanlıca öğretmeye başlasalar bile bu hikâyeleri okutmazlar. Malum, pek de başımızdakilerin hayal ettiği Osmanlı değil bu. Onların Osmanlı’yı anlamak gibi bir derdi yok. Zaten anladıkları da yok. Onların derdi, kendi siyasi çıkarlarına göre Osmanlı’yı göklere çıkarmak ya da yerin dibine batırmak.
Benim de kimse bu hikâyeleri “al, oku” diye önüme sermedi. Önce Osmanlıcayı öğrendim. Sonra eski kütüphanelerimizi didik didik ettim, bunları buldum. Sonunda da kendim yeni alfabeye çevirdim. Sadeleştirmeden tabii.
Tarihe sahip çıkmak demek, geçmişte yaşamış insanları iyi ve kötü taraflarıyla anlamaya çalışmak ve yaşadıklarından kendimize ders çıkarmak demektir. Başka türlüsü hem atalarımıza, hem de kendimize ihanettir. Almanlar Yahudi Soykırımı’nı inkâr etselerdi karşımızda bugünkü güçlü, kendinden emin Almanya durmazdı. Aşağılık kompleksli, tüm dünyada kendine karşı komplolar gören, alemin kralıymış gibi konuşup kimseye lafını geçiremeyen bir Almanya olurdu karşımızda. Bilgi güçtür ve özeleştirisiz bilgi olmaz.
Osmanlıca öğrenmek lazım. Ama Osmanlıca, Türkçenin üstüne biraz Arapça ve Farsça eklemekle öğrenilmez. Osmanlı’nın Hıristiyanları da Osmanlıca yazıyordu, ama başka alfabelerle. Birçok Ermeni, Osmanlı Türkçe’sini Ermeni alfabesiyle yazıyordu. Keza birçok Ortodoks, Türkçe konuşuyor ama bu dili yazarken Yunan alfabesini kullanıyordu. Dillerinin adı Karamanlıca’ydı.
Fatih Sultan Mehmet’in oğlanlara yazdığı şiirlerden İttihatçıların Ermenilere dair yazışmalarına kadar her şeyi okuyup herkese açıklamanız lazım.
Osmanlı’yı Müslümanlığa ya da Türklüğe indirgerseniz Osmanlılar sizi affetmez. Zaten Osmanlılar “Türk” kelimesini, başına “bî-idrak”, “garib-ül-heykel”, ya da “deli” gibi aşağılayıcı ifadeler koymadan pek kullanmazdı. Sadece Türklükten ibaret bir Osmanlı da işte böyle “bî-idrak”, “garib-ül-heykel” bir Osmanlı olurdu.
Osmanlıca öğrenmek lazım. Ama Osmanlıca öğrenmek yetmez. Lisanı çözdükten sonra şimdiye kadar Osmanlı’yla ilgili öğretildiğiniz her şeyi unutmanız, o görmediğiniz, çürüyen, yağmalanan arşivlere sahip çıkmanız, onlara girip Osmanlı tarihini yeniden yazmanız lazım. Fatih Sultan Mehmet’in oğlanlara yazdığı şiirlerden İttihatçıların Ermenilere dair yazışmalarına kadar her şeyi okuyup herkese açıklamanız lazım. Bu işi kendinizden başka kimseye bırakamazsınız. Çünkü tarihi başkasına bırakmak demek, başkasının dayattığı bir kimliğe, zihniyete ve hayata mecbur kalmak demektir.