Bağımsız ve alternatif yayınevleriyle söyleşilerimiz, Antonio Negri, Félix Guattari, Silvia Federici Charlotte Perkins Gilman gibi birçok yazarın gözden kaçmaması gereken metinlerini Türkçeye kazandıran Otonom Yayıncılık ile devam ediyor
18 Ekim 2018 14:00
“Bir çeviri dergisi çıkarmayı düşündük önce. Dünyadaki tartışmaları yakalamak önemliydi o noktada. Dünyalı olmamıza katkı sunacak bir çeviri dergisi çıkarmaktı amacımız. (...) Yayınevi de Otonom ve Conatus dergilerinin devamı gibi geldi zaten” diyerek Otonom Yayıncılık’ın yola çıkış hikâyesini özetliyor Sinem Özer.
Boğaziçi Üniversitesi’nde bir araya gelen bir öğrenci kolektifi olarak önce dergicilik hayatına, sonrasında yayıncılık dünyasına giriş yapan Otonom, aradan geçen uzun zamana rağmen -ekibin ilk üretimleri 2000’lerin başına dayanıyor- hâlâ aynı tutkuyla, bastıkları kitapların dipnotlarının peşine düşerek, bizleri hem akademik hem edebî anlamda Türkçede okumanın bir ayrıcalık olduğu kitaplar yayımlamaya devam ediyor.
Politika, Politik Ekonomi, Felsefe, Edebiyat, Dünyanın Yerlileri ve Cadı Kazanı gibi dizi başlıkları altında yayın yapan Otonom, Antonio Negri’den Félix Guattari’ye; Jacques Derrida’dan Etienne Balibar’a; Silvia Federici’den Charlotte Perkins Gilman’a kadar dünyaca ünlü yazarları kolektif bir çabayla Türkçeye kazandırmak için çalışırken, Çukurcuma’daki ofislerinde buluştuk ve yayınevi ekibinden Sinem Özer, Münevver Çelik ve Melis İnan’la yayıncılık faaliyetlerine dair derin bir sohbet gerçekleştirdik.
Sizi daha yakından tanımak için yayınevinden önce neler yapıyordunuz, nasıl bir araya geldi Otonom ekibi diye sorarak söze başlamak istiyorum.
Sinem Özer: Biz aslında ağırlıklı olarak Boğaziçi Üniversitesi’nde bir araya gelmiş bir kolektifiz. Hepimiz üniversite yıllarından beri birbirimizi tanıyoruz. Orada dergi çıkarmaya başladık. Onun içinden evrile evrile bir şeyler çıkmaya başladı. Bir çeviri dergisi çıkarmayı düşündük önce. Dünyadaki tartışmaları yakalamak önemliydi o noktada. Dünyalı olmamıza katkı sunacak bir çeviri dergisi çıkarmaktı amacımız. Conatus’ta, her sayı için tartışılmasına ihtiyaç olduğuna inandığımız bir kavram seçip onun etrafında ne söylenmiş, ne konuşulmakta, bunu da toplumsal hareketlere dönüp bakarak, hareketlerle ilişkilendirerek ele almaya karar verdik. Yayınevi de Otonom ve Conatus dergilerinin devamı gibi geldi zaten. Yani ne okuyorsak, neyin okunmasını önemli buluyorsak onu yayımlama isteğiyle başladık. İlk kitabımızı 2004’te çıkardık, meseleye belki daha yayıncı gözüyle bakmaya başlamamız ise 2012’den sonra oldu. O zamana kadar, çoğunlukla, kendi yaptığımız atölyelerimizin, uğraştığımız politik-teorik meselelerin kitaplarını kazandırmak gibi niyetler önümüzü açıyordu. Dizilerimiz bile bir kitabın bir başkasını, sonra onun da bir başkasını çağırmasıyla oluşuyordu. Gerçi hâlâ da öyle.
Yayınevi dergiciliğin bir devamı, bir sonucu gibi oldu yani.
S.Ö.: Evet, kitabın ne mene bir şey olduğunu da biz dergiyle tanıdık diyebiliriz. Çünkü Conatus’u da dergiden ziyade bir kitap gibi hazırlıyorduk. Örneğin, başlık “Emek Değer Teorisi” diyelim, bunun üzerine bir derleme kitap gibi hazırlıyorduk dergiyi. Bir sayının hazırlanmasının bir yılı bile bulduğu oluyordu bu yüzden.
Dergiden yayınevine geçiş nasıl oldu? Nasıl görünüyordu uzaktan, içine girince nasıl sürprizlerle karşılaştınız?
Münevver Çelik: Aslında etkinliğin niteliği itibariyle yayıncılık ve dergi çıkarmak birbirinden çok farklı değil. Sinem’in de dediği gibi, hep tartıştırmak istediğimiz meseleler var bizim. O meselelerle ilişkilenmenin farklı biçimleri aslında bunlar. Onun araçlarını yaratmaya çalışıyoruz biz aslında. Otonom dergisi bizim için böyle bir işlev gördü. Kendimizi gerçekleştirdiğimiz, tartıştırmak istediğimiz meseleleri toplumsallaştırabildiğimiz bir alandı. Aynı şeyi kitaplarla yapmaya başladık, onun sadece biçimi değişti.
Otonom’un tartıştırmak istediği konular neydi peki? Nasıl bir eksiklikten ya da ihtiyaçtan çıktı ortaya?
S.Ö.: Aslında bir eksiklik üzerinden düşünmedik biz. Yani yayıncılık alanına bakıp burada böyle bir boşluk var ve orayı dolduralım deyip çıkmadık yola. Kendi pratiğimizin ihtiyacı olarak önümüze çıktı ve onu yapmaya başladık.
M.Ç.: Bizim ön tanımlarımız, önceden belirlediğimiz amaçlarımız olmadı. Yaşamı okumaya dair dertlerimiz olduğu için, bu dertler bizim, biz onların peşini bırakmadığımız için, o dertlerimizin içerisinden ne yapmak istediğimize dair düşündük biz. Eksiklik üzerinden bakmadık hiç. Düşünme tarzımıza da ters bir kere bu. Yani bir şey olmanın gereklerini yerine getirmek, eksiklerini tamamlamak gibi değil de, kendimizi yapa yapa oluşturmak gibi.
S.Ö.: Otonomiden anladığımız şey de biraz bu. Biz var olacağımız alanı her zaman kendimiz yarata yarata ilerledik. Bizi siyasallaştıran şey de hep bu oldu zaten. Yayınevi de bundan ayrı değil. Daha somuta indirgersek, öğrenci hareketi içinde anti-kapitalist bir bakış açısı, odak noktası yaratmaktan yola çıktık. Ama kendimizi yalnızca Marksist kuramın da değil, bütün bir siyaset felsefesinin, hatta felsefenin problemleri karşısında bulduk. İlk kitapçığımız olan İmparatorluk ve Bağımsız Öğrenci Hareketi bu duruma verdiğimiz bir ilk tepkiydi aslında. Hatta şimdi geriye dönüp bakınca, gerçekten geleceğe yazdığımız bir önsöz olmuş bu kitap. Otonomi dediğimiz şeyi hem pratikte hem de kuramda araştırırken küreselleşme üzerine, emek değer teorisi üzerine, kriz teorisi üzerine, örgütlenme üzerine sorduğumuz soruların hiç de bize özgü sorular olmadığını fark ettik. Negri’nin İmparatorluk kitabı tam o dönemde yayımlandı, yayımladığımız pek çok kitabı o kitabın dipnotlarını deşe deşe bulup çıkardık. O kitabı anlaşılır kılabilecek tüm külliyat dipnotlarda sıralanmıştı aslında. O külliyatın içinde İtalyan Otonomist Marksizminin 50’lerden bu yana yaptığı okumalar vardı, Spinoza felsefesinin Marksist düzlemde yeniden keşfi vardı, Deleuze felsefesiyle İtalyan Otonomist Marksizminin dirsek teması vardı. Kendimizi bir deryanın içinde bulduk. Hangi kitapları yayımlayacağımızı da bunlar belirledi aslında. İlk kitaptan sonraki ikinci miladımız, Étienne Balibar’ın Spinoza ve Siyaset (2004) kitabı oldu bu yüzden. Negri ve Hardt üçlemeleriyle biliniyor ama Negri’nin 50’lerden bu yana üretegeldiği çok temel metinleri var; monografileri var Spinoza üzerine, Marx ve Lenin üzerine. Bunlar olmadan, İmparatorluk’ta ortaya atılan problemlerin yeniliğinin anlaşılması mümkün değil. Bu sırada biz de sürekli atölyeler yapıyoruz, o atölyelerden çıkan yazılar bir yandan Otonom dergisini besliyor, bir yandan yayınevindeki dizilerimiz oluşuyor. Yani elimizden geldiğince siyasetin ihtiyaçlarına, sorunlarına bağlı olarak, bunları dünyanın genel zekâsı içinden tartıştırmak için ne araç varsa onu kullanmaktan yola çıktık. Hatta bu araçları bizzat yaratmaktan. Dergilerimizi de yayınevini de bu genel zekânın bir parçası olarak hayal ettik. Mesela Türkiye’yi hep çok özgün bir ülke olarak algılıyoruz ya, o da tersten bir oryantalizm aslında, burada yaşadığımız her şey bize özgüymüş gibi düşünüyoruz; tabii ki öyle bir yanı da var, ama meseleleri dünyanın genel zekâsı içinden gördüğümüzde, bunları indirgeyerek değil, karmaşıklığı içinde anlamaya daha çok yaklaşıyoruz. Biz buraları ne yazık ki çoğunlukla es geçiyoruz. O yüzden anti-kapitalizm, küresel bir bakış açısını zorunlu kıldığı için, solun ulusallaşmasına karşı da iyi bir karşı koyma ve yaratıcılık noktası her zaman.
Politikanın, dolayısıyla kuramların da değişiyor olması Otonom’un yayınlarına nasıl yansıdı? Sürekli literatüre yeni kuramlar eklendi çünkü. Yani tartıştırmak istediğiniz dipnotlar arttıkça nasıl bir yere evrildi ya da gelişti yayın programınız?
S.Ö.: Galiba yeni yönelimlerimizi yansıtan özellikle iki dizimiz var, şu an öne çıkan iki dizimiz de onlar bu yüzden. Biri Felsefe, diğeriyse Cadı Kazanı. En büyük iki yenilik bunlar oldu aslında. Marksizmin içinden çekip çıkardığımız problemlerin daha da açılması, biraz Felsefe biraz da Cadı Kazanı dizisiyle oldu. Elbette bunun da bizim kendi okumalarımızla yakından ilgisi var. Bazen bir kitabın hangi dizi altına düştüğünü belirlerken epey zorlanıyoruz. İstiyoruz ki bir politika kitabını aynı zamanda bir felsefe metni olarak sunalım, ya da tersi. Gerçi bazen de bir kitap kendi başına bir dizi açıyor. Silvia Federici’nin Caliban ve Cadı’sını yayımlamış olmak yetti mesela Cadı Kazanı dizisinin oluşmasına. Feminizme bir müdahale gerekiyor, feminizmi de felsefeyle ilişkilendirmek gerekiyor gibi bir ihtiyaç tespit edip, buna uygun kitaplar bulmaya çalışmadık, yine önümüze gelen problemleri el yordamıyla çözmeye çalışırken çıktı diğer kitaplar.
Benim de iyi ki var dediğim bir seriniz bu. Şu ana kadar neler çıktı Cadı Kazanı serisinden?
S.Ö.: Çok kitap olmuş. Bizim ölçülerimize göre çok tabii. En son yaptığımız söyleşiye baktım da, sadece üç kitap varmış o zaman, şu an yedi kitabımız var bu dizide.
Melis İnan: Daha sonra Federici’nin Sıfır Noktasında Devrim’ini de yayımladık. En son İmgesel Bedenler’i bastık. En son kitabımız bu. Arada yayımladığımız Feminist Öznelerin Kuruluşu ve Feminist Felsefeye Giriş de bize yeni kapılar açtı. Tabii, sadece kendi dizisi içinde değil, cadı kazanının etkisi edebiyat kitaplarımızda da devam ediyor. Charlotte Perkins Gilman’ın Kadınlar Ülkesi, Bizim Ülkemiz ve Sarı Duvar Kâğıdı da bu dizinin bir uzantısı sayılabilir. Cadı Kazanı’nda şimdilerde daha çok feminizmi felsefeyle ilişkilendiren kitaplar yayımlıyoruz diyebilirim.
Bir taraftan Edebiyat seriniz de belli bir politikadan beslenen kitaplar. Gilman’ın kitapları örneğin, dünyada da feminist edebiyatın en önemli örneklerinden, bizde çıkan birçok yazıda da kaynak olarak gördüğümüz kitaplar bunlar. Okurun ilgisi nasıl bu kitaplara?
S.Ö.: Kadınlar Ülkesi ilk yayımladığında, kimse onu fark etmedi aslında. Şu an geldiği yeri gördüğümüzde biz de şaşırıyoruz. Bizim çok eski kitaplarımızdan biri, ilk basımı 2007. Okurların ilgi göstermesi ise 2013’ten sonra oldu diyebiliriz. Herkesin bildiği bir kitap olduğunu sonradan fark ettik biz de. O yüzden kim o kitabı ne şekilde okuyor biz de heyecanla takip ediyoruz. Kitapla ilgili yazılar çıktıkça anlıyoruz nasıl okunduğunu.
M.Ç.: Kitabın bu kadar öne çıkmasının iki nedeni olabilir diye tahmin ediyoruz. En başta, ilk feminist ütopya olması. Hem edebiyat tarihindeki yeri hem de yazarının kendi hayat mücadelesinden getirdiği birikimin önemli bir payı var bunda. Özellikle 2013’ten sonra bu kadar yaygınlaşmasında, bizdeki kadın hareketinin, iktidarın kadınlara yönelik baskı ve şiddetinin artması, bu sıkışmışlık karşısındaki arayışı da önemli bir etken. Bu sadece örgütlü kadın hareketinin değil, bir sürü kadının, hepimizin hissettiği bir şey, kitap bu yüzden çok daha fark edilir oldu. Kadınlar kendini aramaya başlayınca, sanki herkes o arayışının içerisinde o kitaba bir şekilde çarptı. Bir de, kitabın kolay okunurluğu belki. Rahat okunan bir metin. O yüzden çok ciddi bir felsefî altyapı gerektirmeden de okunabiliyor, özellikle daha genç okurlar tarafından.
M.İ.: Türkiye’de kadınların feminizmle ilk karşılaşması, ister okur ister yazar olarak, çoğunlukla edebiyat üzerinden oluyor. Teoriden ziyade kurmaca metinler üzerinden bir karşılaşma oluyor. Herkes teorik metin okuması yapmıyor olabilir, zihnini, düşüncesini farklı şekillerde çalıştırıyor olabilir, ama edebiyat olunca herkes okuyor. Ama herkes de kendine farklı sonuçlar çıkarabiliyor. Özellikle ütopyalar ve distopyalar buna çok fazla olanak sağlıyor, herkese farklı bir dünya açabiliyor.
Otonom’un yayınevi olarak işleyişine dönersek, çalışma sisteminizden, işlerin burada nasıl yürüdüğünden bahsedelim mi? Kitap seçim sürecinden bahsetmiş oldunuz, çevirmenlerin seçimi, kitapların editörlük süreci, son okuması... Nasıl bir mesai paylaşımı var aranızda? Kara Plak Yayınları’yla yaptığımız söyleşide, başlangıçta sadece yayıneviyle hayatlarını devam ettirmek üzere yola çıksalar da kısa sürede tam zamanlı başka işlerde çalışmak durumunda kaldıklarından söz etmişlerdi.
S.Ö.: Şimdi işin trajik kısmına geldik sanırım. Şaka bir yana, yayınevinin şöyle mutlu bir yanı var, “otonomluk“ bizim üniversite yıllarımızdan bu yana getirdiğimiz, fikriyattan da öte bir yaşama tarzı aslında. Biz hep komün olarak yaşadık. O yüzden yayınevi de bu yaşam pratiğimizin bir parçası. Çalışan sıfatıyla yapmıyoruz yaptıklarımızı, en başından beri elbirliğini işbölümüne dönüştürmemek için uğraşıyoruz. Bizi sistemden koruyabilecek olan en temel şey bu. Hatta yayınevini bunun için bile kurduk diyebiliriz. Herkes her şeyi yapabildiği kadar yapıyor. Evet, herkesin daha çok yapabildiği şeyler var, buna göre belli yoğunlaşmalar oluyor. Editörlük yapan kişi finans üzerine de kafa yoruyor ama.
M.İ.: Zamanla herkes finans işinden de anlamaya başladı örneğin. Maalesef yayıncılığı finanstan ayrı düşünmek mümkün değil.
Çevirmen konusuna gelirsek, özellikle felsefî metinlerinizi düşünürsek, kolay metinler de değil çoğu, nasıl oluyor çevirmenleri seçme süreci?
S.Ö.: Şöyle bir şey var aslında, bizim kitaplarımız kendi çevirmenlerini kendileri seçiyorlar ya da buluyorlar. Ya da çevirmenleri onları çoktan seçmiş oluyor. İki türlü de oluyor bu. Özellikle Felsefe ve Cadı Kazanı serisinde böyle oluyor. Mesela felsefede, kitap hangi problemden ya da filozoftan bahsediyorsa, ona yakınlık duyan ya da onun üzerine çalışmış birisi onu bir şekilde zaten seçmiş oluyor. Cadı Kazanı için bir kitabı çevirirken orada başka bir kitabı kaynak olarak görüp bunu da çevirmeliyiz diyen çevirmenlerimiz de oluyor. Çevirmenlerimizle hiçbir zaman al ver ilişkimiz olmadı, emeklerinin karşılığını ödedikten sonra da, üzerimizdeki hakları devam ediyor. Bunun için hepsine ayrı ayrı minnettarız.
M.İ.: Her kitapta özel bir eşleşme var gerçekten. Bunu belirleyen hep biz olmuyoruz ama, çevirmenler de belirliyor bunu.
Yayıncılık dünyasıyla ilişkiniz nasıl? Bağlantıda olduğunuz, dayanıştığınız yayınevleri var mı?
M.İ.: Aslında hem nispeten uzun bir tarihimiz olduğu için, hem de özellikle 2012’den sonra daha çok kitap yayımlamaya başlayınca, çevirmenlerimizden tutun da, kitapçıda çalışan okurumuza kadar, tanıştığımız, dert yandığımız, bize destek olan dostlarımız oldu tabii ki.
S.Ö.: 2012 yayınevi için de bizim için de bir dönüm noktası oldu demiştik ya. Eskiden dışarıya çeviri yapıp, burada kitap yayımlıyorduk onun parasıyla. Baktık ki bu hem bizim emeğimizin bölünmesine sebep oluyor, hem de yayınevini olduğu yerde bırakıyor. Oysa hayatın yarattığı ikilikleri ve çelişkileri ortadan kaldıracak bir olanak yaratmaktı, derdimiz. Bu yüzden 2012’den sonra, yayınevinin kendi ayakları üzerinde durmasını sağlayabilir miyiz diye daha ciddi düşünmek zorunda kaldık. Şimdi ise, kendi geçimimiz için hâlâ başka işlerde çalışıyoruz, ama en azından yayınevinin kendi kendine bakacağı günlerin gelmesi için daha yoğun bir şekilde uğraşabiliyoruz. Önceliklerimizi, dertlerimizi böyle şeyler belirlediği için, yayın dünyasıyla da beklenen ilişkilerimiz pek yok.
M.İ.: Tanıdıklarımız var elbette, bir sıkıntı yaşadığımızda arayacağımız dostlarımız hep var. Ama biz bu dayanışmayı en çok çevirmenlerimizle yakalıyoruz diyebiliriz.
S.Ö.: Bir de, 2012-2016 arasında burada çeşitli atölyeler yürütüyorduk hep birlikte. O atölyelerde bir araya geldiğimiz insanlarla kitap fikirleri ürettik, bizim yayımladığımız kitapları birlikte okuduk, aralarından bazıları çevirmenlerimiz oldu. Kurumsallaşmış, yerleşik ilişkileri isteyerek reddettiğimiz çok oluyor, ama belki daha önemlisi, seçtiğimiz yollar bizi zaten başka türlü ilişkilere götürüyor. Yine de bazen yalnız hissetmiyor da değiliz. Kadınlar Ülkesi’ni yayımlamışız mesela, ama kitap kaynak olarak gösterilirken, yayımlanmış olduğu bilinmediği için Türkçe künyesi hâlâ verilmeyebiliyor. Kitaplarımızın fark edilmesi bazen o kadar uzun zaman alıyor ki. Her durumda, yayıncılık dünyasının ölçekleriyle bizimkiler hiç tutmuyor, fark etmişsinizdir. Bize göre ilgiyi hak eden bir sürü kitabımız var ama olmuyor, görünür hâle gelmiyorlar. Tuhaf bir özlemle bakıyoruz onlara, ne yalan söyleyelim.
Neler o kitaplar? Keşke daha çok kişi okusa diye iç geçirdiğiniz, hak ettiği kıymeti görmediğini düşündüğünüz...
M.İ.: Kathi Weeks’in Feminist Öznelerin Kuruluşu kitabı benim için.
S.Ö.: Machiavelli ve Spinoza'da Çatışma, Güç ve Çokluk kitabı. Onu yayımlayalı çok olmadı gerçi, 2015’te yayımlamış olmalıyız ama kitabın gidişatından anlıyoruz ki seçilmeyecek o yani. Zaten bizim kitaplarımız ilk çıktığı yıl genellikle 300-400’lük bir satış rakamına ancak ulaşıyor.
M.İ.: Yenilerden, Dünyanın Yerlileri serimizden Londra İdamları mesela. Onun da akıbetinin böyle olacağını görebiliyoruz.
M.Ç.: Lenin Üzerine 33 Ders de benim için öyle mesela.
Ben tekrar atölyelerinize dönmek istiyorum. Ne zaman bitti atölyeler, devam ettirmeyi düşünüyor musunuz, bu kadar tartışmaya ve üretime zemin hazırlamış atölyelerinizin akıbeti ne olacak gibi görünüyor?
S.Ö.: Atölye, herkese uzaktan fikir olarak çok güzel gelmekle birlikte, yürütülmesi çok zor olan da bir şey. Çok geniş katılımlarla devam etmiyor, başta çok büyük kalabalıklar görüyorsunuz ama devamında konuyla ilgili ciddi dertleri olan sadece birkaç insan kalıyor geriye. Ama özellikle 2013’ten, Gezi’den sonra başlayan süreç hakikaten hareketlendirmişti o atölyeleri. En güzel tartışmalarımızı o zaman yürüttük, en iyi okumaları o zaman yaptık. Yani kafamız sürekli çalışıyordu, oysa şu an çoğumuz herhalde aptallaşmış gibi hissediyoruz. Çok büyük bir aptallaştırma da yaşadık çünkü bu süreçte. Bu tabii ki atölyeleri de etkiledi. İçinde bulunduğumuz bitmeyen savaş hâlinin ciddi bir etkisi var. Ama ilk fırsatta yine dirilebilir atölye. Bu bizim çok eski bir alışkanlığımız ve geleneğimiz.
M.İ.: Atölye bizim can damarımız. Bu yayınevi de bir atölyeydi en başından beri. O yüzden bazı şeyleri deneye yanıla öğreniyoruz, pekâlâ yeniden olabilir ama bu dayatılabilecek bir şey değil. Ne kendimize ne de başkalarına dayatabileceğimiz bir şey. Bir araya gelişlerle olabilecek bir şey bu. Şöyle bir şey de oldu aslında, Gezi’yle birlikte, uzun bir zamandan sonra ilk kez kendi etkinliğimiz üzerine etkin bir şekilde düşünme imkânı bulduk biz. Kendi etkinliği üzerine düşünmeye geçmek, çok yaratıcı kılabiliyor, tek tek insanları da, kurumları da, örgütlenmeleri de. Ama özellikle Barış Süreci sona erdiğinden beri, sadece iktidar üzerine düşünebiliyoruz. Özgürlükçü bütün kudretlerin kendileri üzerine düşünmekten, kendi kudretlerini çoğaltmaktan alıkondukları bir noktaya geldik aslında. Sürekli iktidar üzerine düşünmeye başladığında, unutuyorsun kendin üzerine düşünmeyi, en büyük kötülük bu aslında. Ama bir şekilde buradan da çıkılacak tabii ki.
S.Ö.: Mesele iktidar üzerine düşünmeyi bırakmak da değil, onu aslında kendi kurduğu problemlerle, kendi kurduğu koşullarla, kendi kurduğu ölçeklerle düşünmeyi bırakmak.
M.Ç.: Onun diliyle düşünmeye başlıyorsun.
S.Ö.: Evet, o yüzden etkin düşünmek demek, kendi kendini soyutlayıp sadece kendi etkinliğin üzerine yoğunlaşmak da demek değil. Aksine kendi eyleminin, yapabileceklerinin bir işlevi olarak düşünmek demek. Onun dışında, iktidarı olumsuzlarken giderek ona benzediğimiz bir kısır döngüye düşüyoruz.
Bir taraftan bu yaratıcı düşünme etkinliğine imkân veren bir ortam da kalmadı.
S.Ö.: Elbette, öyle şeyler yaşıyoruz ki, bu noktaya hiç de kendiliğinden gelmiyoruz. İnsanlar bulundukları her alanda iktidarın hışmına uğruyor, onunla uğraşmak zorunda kalıyor. Zaten sana kendine ait bir alan, bir etkinlik olanağı bırakmamak için yapıyor bunu.
M.Ç.: Bir kere o kadar dikey ve merkezi bir şekilde, o kadar çok canımıza kastedildi ki. Canlarımızı kaybettik biz. Orada zaten şaşkına döndük hepimiz. 2016-2017 sürecini hatırlarsak. Daha oradan nasıl bir geri dönüş yaşayacağız, oradan kendimizi nasıl yaratıcı bir zemine yönlendireceğiz, kendi kudretimiz üzerine düşünmeye tekrar nasıl başlayacağız, bunlar önemli sorular. Her şey bir anda olmuyor. O karşılaşmalarda ne yaşadığımız üzerine düşünmemiz bile bir “zaman” istiyor.
Bir yas dönemi de gerektiren bir süreçti 2016-2017 döneminde yaşananlar, 10 Ekim Ankara Katliamı olsun, Suruç Katliamı olsun.
M.Ç.: Hiçbirinin yasını bile tutamadık. Diğer yandan bu ülke daha 12 Eylül’ün bile yasını, yüzleşmesini yaşamış değil. Birinci Cumhuriyet sürecinde, ulus devletin kuruluş sürecinde, bu topraklardaki halklara yapılanların yasını bile yaşamadık. Bütün bu yaslar elbette üst üste birikti. Böyle bir durumda bizi ancak yaşama duyduğumuz inanç ayakta tutabilir. Deleuze’ün karşılaşmalar dediği şeye açıklığımız, Spinoza’nın dediği gibi, varlığımızı sürdürme çabamız, varlığımızda sürüp gitme inadımız. Trajediler gibi, bütün coğrafyalarda yaşanan direnişleri de hissedebiliriz, bugünkü gücümüzün bir parçası hâline getirebiliriz. 1848 devrimleri, Paris Komünü, Sovyet Devrimi, Mayıs 68… Bütün bu deneyimler, kendi gücümüze bugün nasıl geri dönebileceğimiz üzerine düşünmemizi de sağlıyor.
S.Ö.: Kendi gücünü olumlamak, emeğini değerli kılmak denince, çok teorik bir laf gibi geliyor, ama son derece yaşamsal bir şeyden bahsediyoruz aslında. Yaşamın yaratıcılığına, kendi gücümüzü olumladığımız oranda inanabiliriz. İnsana güvenimizi yitirmiş olabiliriz, ama yaşamın yaratıcılığına güvenmek de, dönüşmek de, kendi gücümüzü olumlamaktan geçiyor.
M.Ç.: Burası da bizim için bir dönüşümün olanağı. Yayınevinin bizim için anlamı bu.
S.Ö.: Dünyayı kendi küçücük alanına sıkıştırmak değil de, her eyleminde bir dünya yaratmak gibi.
M.Ç.: Hiçbir yere gitmeden göçebe olmak gibi.
Ben şimdi, biraz fikirsel konuşmalardan çıkıp sizin de muhtemelen beklediğiniz soruyu sormak istiyorum yayıncılıkla ilgili. Kâğıt fiyatları, bu kriz nasıl etkiledi Otonom’u? Yeni dönemde yayınlamayı düşündüğünüz kitapları, yayın programınızı nasıl etkileyecek bu kriz?
M.Ç.: Bir sürü zorluk ve sıkıntı yaşayacağımızı biliyoruz elbette.
S.Ö.: Yayın dünyasındaki formül aslında şöyleymiş, daha önce bastığınız kitaplar daha sonra basacaklarınızın teminatı olmalı. Biz buna bile çok sonradan aydık. Ama bizim önceki baskılarımız böyle bir teminat vermediğinden, ayakta kalabilmek için yeni kitaplar yayımlamaya bir anlamda mahkûmuz. Bu yüzden yılda sekiz dokuz kitaba kadar çıkmaya çalışıyorduk, ama şimdi bunu azaltmak durumundayız. Nereye kadar azaltacağımızı biz de bilmiyoruz. Kriz çıktıktan sonra, elimizdeki kitabı matbaaya bile götüremedik. Her seferinde kâğıt parasını nereden bulacağız diye bir dert var.
M.İ.: Kitaplarımız hazır ama ne zaman yayımlayabileceğimizi bilmiyoruz. Mesela tekrar baskılarımız var. Feminist Felsefeye Giriş, Kadınlar Ülkesi ve Hegel ve/veya Spinoza bunlardan üçü. Bu kitaplarımız tükendi. Tükenen başka kitaplarımız da var ama onları basamayacağız mesela. O kitapların ikinci baskısı ancak 10 yılda geldi. Tükenmesi için bir 10 yıl daha bekleme lüksümüz olmadığı için, onları ne yazık ki basamayacağız gibi görünüyor. Artık az çok herkesin bildiği meseleler. Kâğıt parasını peşin vermek gerekiyor. Dolar kuru üzerinden kâğıt fiyatları her gün değişiyor. Paramız olsa bile o gün kâğıt bulup bulamayacağımız bir muamma.
M.Ç.: Biz genelde zaten bir kriz hâlinde yaşadığımız için, bu durum bizim için o kadar da yeni bir şey değil aslında. Ne kadar malın varsa derdin de o kadar çok oluyor ya, bizim neyse ki öyle bir durumumuz yok. Yoksul değiliz ama yoksunuz, bizi daha doğru anlatıyor. Evet yoksunuz, ama bunu parçalayabilecek güce de sahibiz. Az kitap basarak başa çıkabiliriz diye düşünüyoruz hâlâ.
M.İ.: Burayı hiçbir zaman kâr etmesi gereken ticarî bir kurum olarak görmediğimiz için, bundan sonra da batar mıyız gibi bir kaygımız da yok.
Dağıtım konusunun üstesinden nasıl geliyorsunuz? Özellikle bağımsız ve küçük yayınevlerinin dağıtım konusunda çok dertli olduğunu biliyoruz.
M.İ.: Bu hemen hemen tüm yayınevlerinin problemi, ama tabii ki küçük yayınevleri daha çok sorun yaşıyor. En başta şöyle bir şey oluyor, Türkiye’nin en büyük dağıtımcılarıyla çalışsanız bile kitapla muhatap olan insanlar kitabı tanımıyorlar. O yüzden kitap 10 bin mi basılmış, yazarı bilindik biri mi, çok satar mı diye bakıyorlar önce. Çok değerli bir kitap bastığınızı düşünüyorsunuz siz, ama kitap rafa ulaşamıyor. Dağıtımcı istemiyor, kitapçı istemiyor, zaten böyle olunca kitabın okurunu bulması zorlaşıyor. Büyük dağıtımcılarla çalışıyoruz biz de. Aslında daha fazla dağıtımcıyla çalışıyorduk ama piyasanın tekelleşmesi bizi de sadece belli bir iki dağıtımcıyla çalışmak zorunda bıraktı. Daha küçük dağıtımcılar bizden yılda 50 kitap gibi komik sayılarda kitaplar almaya başlayınca, fiili olarak da onlarla çalışamaz hâle geldik, büyük dağıtımcılara mahkûm olduk. Onlar da çalışma koşullarını kendileri belirliyor tabii ki. Hatta onlarla çalışmak için uğraşmamız bile gerekti. En baştan, siz bizim için bir yüksünüz dediler. Yılda sekiz tane kitap basıyorsunuz, bu kitaplar mağazalarda zaten satmayacak, zaten iki bin liralık satış olacak, biz bununla neden uğraşalım dediler. Bizimse asıl derdimiz, kitabımızın her ile dağılmasını sağlamaktı. Tek tek küçük kitapçıları bulamıyoruz, zaten varolanların da çoğu kapandı.
İnternetten satış giderek daha çok talep görüyor, bu trendin bir faydası oldu mu size?
M.İ.: Belki kendi sitemizden satış yapabiliyor olsak olabilirdi ama onun altyapısını kurmak da çok kolay değil. Aslında paypal sistemiyle kendi sitemizden satış yapıyorduk biz, ama kaldırılınca o olanağı da kaybetmiş olduk. Kampanyalar da yapıyorduk sitemizden, çok da keyifli oluyordu. 1 Mayıs’ta Emek Şenliği diye bir kampanya yapmıştık mesela, 8 Mart’ta Cadılar Şenliği yapıyorduk. Kendimizce önemsediğimiz günlerde kampanyalar yapmaya çalışıyorduk. Ama paypal yasaklanınca o sistem de çöktü. Bunu bir bankayla yapalım desek, o zaman da bankaya ödediğimiz komisyon yüzünden hiçbir faydası olmuyor. Bankaya ödeyeceğimiz para siteden gelecek kazançla denkleşse, yine düşünebilirdik ama o bile olmuyor.
S.Ö.: Yani sistem bizi tanımıyor zaten. Kimi durumlarda yok hükmünde gibiyiz. Onun içinde var olabileceğimiz alanlar çok sınırlı. Bu bizim için hem bir fırsat, hem de bir olanaksızlık. İşte, bizim hayatımız da bu ikisi arasında geçiyor. Bu yüzden bizim gibi küçük yayınevleri için fuarlar çok önemli mesela.
Ben de tam o konuya gelecektim. Katılabiliyor musunuz kitap fuarlarına?
M.İ.: Çok küçücük stantlarımız oluyor, evet. İstanbul ve İzmir fuarlarına katılıyoruz zaten. Minik, sempatik stantlarımız oluyor ama onların kirası bile bize fazla geliyor. Oradaki büyük yayınevlerinin bir günlük cirosunu biz fuarın sonunda bile çıkaramıyoruz. Hatta büyük yayınevleri bunu duyunca şaşırıyorlar. 2012’den itibaren daha fazla kitap yayımlamamızla birlikte, en azından masrafları çıkaracak duruma geldik. Biz fuarlara aslında okurla buluşabilmek için gidiyoruz yani. Yoksa kazanç anlamında bir getirisi yok. Bazen çalışırken, yaptığımız şeyin toplumsallığından kopuyoruz. Sürekli bilgisayar başında, çoğu zaman tek başına yaptığın bir iş bu sonuçta. O kitabın etkilerini görmek, sohbetini etmek, bunlar bizim için çok motive edici şeyler. Bu yüzden fuarlara gitmekte ısrar ediyoruz. İstanbul Kitap Fuarı bu özelliğini de yitirdi artık, ayaklarımızı sürüye sürüye gidiyoruz. Böylesi karşılaşmaları orada artık neredeyse hiç yaşamıyoruz. İzmir fuarı öyle değil ama. Kadıköy’deki Haydarpaşa Kitap Fuarı mesela. Hayatımız boyunca unutamayacağımız bir deneyimdi. Demek fuar böyle oluyormuş diye düşünmüştük. Bizim için resmen duygusal bir fuar olmuştu.
M.Ç.: Paralel evrende gibiydik.
M.İ.: Evet, genelde büyük yayınevlerinin kitapları ilgi görür, bizim gibi yayınevleri yetim gibi kalır. Çok satanların olduğu yayınevlerinde kuyruk vardır, biz bir saat bekleriz bir kişi gelir. Ama Kadıköy’de tam tersi oldu. Standımız her zaman çok kalabalıktı. Bizimle tanışmak isteyen insanlar oldu. Satış değildi mesele, o buluşma çok güzeldi. Okur profili tamamen tersine dönmüş gibiydi. Bizim için bir kucaklaşma gibi oldu. Devam etmesini de sadece bu yüzden istedik.
Devam edecek mi peki, bilginiz var mı?
M.İ.: Haydarpaşa’da edemeyeceği uzun zamandır biliniyor. Kadıköy Belediyesi farklı bir yerde devam edeceğini söyledi, ama sanırım bu sene için organize edemediler. Yeni yerinde aynı etkiyi yaşar mıyız bilmiyorum ama bunu yaşamış olmak bile çok güzeldi.