Oya Baydar: Edebiyat yapıtından belli bir görev, hele de “işlev” beklemek edebiyatın da, sanatın da özüne aykırıdır. Yol göstermek, didaktik göreve soyunmak, hatta bilinçlendirmek, yapıtı edebiyat dışına iter.
Oya Baydar’ın yeni romanı Köpekli Çocuklar Gecesi’nde bir kıyamet senaryosu okuyoruz. Bilim insanlarının söyledikleri yıllardır kulak ardı edilmiş ve sonunda olan olmuş, kıyamet kopmuştur. İnsanlık, Nuh Tufanı’ndan da büyük bir felaketle karşı kaşıyadır. Baydar, bugünün gerçeklerinden yola çıkarak kurguladığı bu kötücül gelecek tahayyülüyle parmak sallamayan fakat acısını en derinden hissettiren bir uyarı metniyle okurlarının karşısında. Kendisiyle romanından olduğu kadar, geçmişten ve gelecekten de konuştuk.
Köpekli Çocuklar Gecesi’ne dair sorulacak çok soru var ama ben sizden başlamak isterim. Pek çok insan sizi kaleme aldığınız romanlarla tanıyor bugün, ancak geçmişinizin önemli bir parçasını siyaset kaplıyor. Şunu merak ediyorum: Sizin döneminizdeki siyaset anlayışıyla bugünün hassasiyetleri arasında ne gibi farklılıklar var ya da var mı? Örneğin çevreci mücadeleyi veya bugün duyulan birtakım hassasiyetleri siyasete dahil etmeyi düşünmüş müydünüz o zaman?
“Siyaset” dendiğinde hâlâ yadırgıyorum. Benim kuşağım kendini sosyalist devrimci olarak tanımlardı, böylece, haklı olarak eleştirdiğimiz burjuva siyasetinden ayırmayaçalışırdık kendimizi. Sorunuza gelince; bugünün siyaset/mücadele anlayışı ve hassasiyetleriyle o günlerdeki arasında önemli farklar var. Devrimi, başat çelişki olarak tanımladığımız emek-sermaye çelişkisinin çözümüne, yani sınıf mücadelesine indirgeyen anlayış, “devrim olunca bütün diğer çelişkiler/sorunlar çözülür” kestirmeciliğine dayanıyordu. Çevre sorunu gündemimizde hemen hemen yoktu. Kadın sorunu bile başlıbaşına ele alınmaz, devrimci mücadele ve sosyalist kuruluşun eki olarak görülürdü genelde. Romanın bir yerinde dile getirildiği gibi, o günlerde biri gelip de bize “Kutup ayılarının sonunun tükenmesi devrimden daha önemlidir” dese önce şaşırır, sonra söyleyeni karşı devrimci, dönek olarak nitelerdik.
Bu anlamda bakışınızın değişen dünyayla beraber değiştiğini söylemek mümkün mü? Ya da bunun adını ne koyabiliriz; gençlerden öğrenmek diyebilir miyiz mesela?
Bakışım, son otuz-otuz beş yılın gelişmelerini nostaljik önyargılara takılmadan ama inkârcı da olmadan izleyip değerlendirmeye çalışırken değişti. Aslında genişledi ve gelişti demeliyim. Bunda, sosyalist ülkeleri tanıyıp, işleyişi içinden görmemin ve ütopyamızdan ne kadar uzaklaşıldığını tespit etmemin de payı oldu. 1917’nin koşullarını 2017’de bulamayız. 100 yıl önce öne çıkan mücadele biçimleri, 100 yıl öncesinin rehber ideoloji ve düşünceleri bugün yetersiz kalır. Artık yeni şeyler söylemek, yeni mücadele biçimleri bulmak gerekir. Marksizmin özü de budur zaten. Evet, gençlerden öğreniyoruz ama sadece genç oldukları için değil, 21. yüzyılın yeni dünyasının, yeni koşullarının insanları olarak yeni mücadele biçimleri ve alanları önerdikleri için.
Köpekli Çocuklar Gecesi’ne gelelim. Romanın sayfaları arasında ilerlerken geleceğe yazılmış bir mektubu okuyormuş gibi hissettim hep. Bugünün gençlerinden öğrendiklerinizi yarının gençlerine anlatıyor gibi bir duygu… Siz ne hissettiniz romanı yazma sürecinde? Böyle bir refleksiniz, arzunuz var mıydı?
Böyle bir amacım yoktu aslında ama yazarken kendimle ve kendi kuşağımla da yüzleşmeye, hesaplaşmaya çalıştığımı hissettim. Zaten edebiyat bugünün insanlarında farkındalık yaratmaya çabalarken geleceğe de seslenme arzusu değil midir?
Romanınız bir kıyamet senaryosu aslında. Yıllardır bilim insanlarının söyledikleri kulak ardı edilmiş ve sonunda olan olmuş, kıyamet kopmuştur. Romanda çizdiğiniz kıyamete giden yoldaki taşların döşenişi, bugünküyle neredeyse aynı. Şunu sormak istiyorum: Bugün, neredeyse her gün televizyonlarda görmeye alışkın olduğumuz doğa felaketi haberlerine rağmen, bu konuya dair bilinç oluştu mu? Dahası; romanınızın bu bağlamda bir bilinçlendirme işlevi taşıdığını düşünüyor musunuz?
Roman ekolojik bir distopya; geleceğe yönelik bir kâbus senaryosu. Ama sizin de söylediğiniz gibi kıyamete giden yolun taşları çoktan döşenmeye başlandı. Bu anlamda, distopyanın içinde olduğumuzu bile söyleyebiliriz. Sistemin efendileri, süper güçlerin muktedirleri bilim insanlarının, çevrecilerin, iklim aktivistlerinin uyarılarına, feryatlarına, önerilerine kulak tıkadılar, doğru. Ancak kitleler, halklar da tehlikenin büyüklüğü ve yakınlığını kavrayamadılar. “Bu dünya beni de, çocuklarımı, torunlarımı da çıkarır, gerisi Allah kerim!” zihniyeti, iyi kötü hepimizde yok mu? Köpekli Çocuklar Gecesi “bilinçlendirme” demeyelim ama “farkındalık” yaratmayı amaçlıyor.
Peki bu “işlev”i bir edebiyat yapıtından beklemek ne kadar doğru ya da doğru mu?
Edebiyat yapıtından belli bir görev, hele de “işlev” beklemek edebiyatın da, sanatın da özüne aykırıdır. Edebiyatın işlevi edebiyat olmaktır. Yol göstermek, didaktik göreve soyunmak, hatta bilinçlendirmek, yapıtı edebiyat dışına iter. Ama farkındalık yaratmak başka bir şey. Edebî nitelemesini hak eden her iyi yapıt şu veya bu konuda farkındalık yaratır.
Bu bağlamda bir soru daha sormak istiyorum: Az önce de konuştuğumuz gibi çevre felaketi haberleri etrafımızda almış başını giderken, bilim insanları her gün yeni bir kıyamet senaryosunu açıklarken devletlerin bu yönde neden hâlâ adım atmadığı üzerine düşündünüz mü?
Düşünmek de ne kelime! Neden adım atmadıklarını kesinlikle biliyoruz. Global sistemin bekâsı doğanın pervasızca sömürülmesine bağlıdır. Sistemin sınırsız büyümesi, kârın maksimizasyonu, dünya ölçüsünde nüfuz kazanma ve yayılma mücadelesi insanlar gibi doğal kaynakların da sonuna kadar sömürülmesiyle sağlanır. Sistemin çarkları durduğu anda sistem çarkları çeviren muktedirlerle birlikte çöker. Teknolojik gelişmenin ve ultra sanayi devriminin anahtarlarını elinde tutan, dünyaya hükmeden yönetici elitler, nereye doğru gidildiğini hepimizden daha iyi biliyor, bütün veriler ellerinde. Ama bilmezden, inanmazdan geliyorlar. Hele de halkın durumun bilincine varmasını engellemek için her yönteme başvurmaktan çekinmiyorlar. Trump’ı ele alalım mesela: Bilim insanları, geri dönülmez noktaya gelmemize sadece 12 yıl kaldı, derken Trump ve benzerleri iklim anlaşmalarından, nükleer anlaşmalardan çekiliyor,çevrecilerle alay ediyor. Paris Anlaşması’nı, ya da karbon emisyonunu kısıtlayan anlaşmaları imzalamamış bir dolu ülke var, Türkiye bunlarda biri. Neden mi? Kalkınma ve büyümeyi durdurmama gerekçesiyle.Her şeyin parayla, maddiyatla ölçüldüğü, ölçülebilir olanın ölçülemez olan insanî duygu ve değerlere üstün tutulduğu bir dünyada, ne için, neye doğru, ne pahasına büyüme sorularının anlamı kalmıyor.
Bir edebî tür olarak distopyayı, kötücül bir gelecek tahayyülü olarak özetlemek mümkün; tıpkı Köpekli Çocuklar Gecesi gibi. Fakat içine bilimkurgu, hatta fantastik öğeleri alsa da sırtını büyük bir gerçekliğe dayar bu tür. Yine “tıpkı” diyeceğim. Bu ironik gerçeklik ilişkisi için ne söylemek istersiniz bir yeni distopya yazarı olarak?
Ütopyalar insanın dünya cenneti umuduna ve hayallerine dayanır. Distopyalar ise filizlenen somut kötücül gerçeklerin yarattığı kâbusun ürünüdür. Bu yüzden aslında daha reel, daha gerçekçidir.
Az önce şakayla karışık dile getirdiğimi şimdi sorayım: Pek çok şey okuduk kaleminizden ama ilk defa böyle bir hikâye geldi; bir distopya. Bu anlamda metinle nasıl bir süreç geçirdiğinizi merak ediyorum. Ne türden bir yazı deneyimi yaşadınız?
Daha önceki yazım süreçlerinden hem daha farklı hem biraz daha güç oldu. Ama çok öğreticiydi. Bir sürü kitap, bilimsel rapor okudum, kurgunun saçmalamaya dönüşmemesi için uzman arkadaşlara danıştım. Öte yandan, masalsı fantastik öğelerin yaşanmakta olan gerçeklerle harmanlanması gerekiyordu. Bu da başka bir sorundu. En önemlisi de kuru, didaktik bir anlatımla edebiyat dışına düşmemekti. Ne kadar başardım bilemiyorum ama edebiyat dışına düşmemek için epeyce çabaladım.
Peki, duygusal anlamda neyle sınadı sizi bu roman? Nelerle yüzleşmek zorunda kaldınız? Her roman, okuruna olduğu kadar yazarına da öğretir. Köpekli Çocuklar Gecesi’nden ne kaldı size?
Duygusal anlamda, özellikle bölgemizdeki savaş ve çatışmaların yol açtığı acılarla daha derinden yüzleştim çünkü romanın ana temalarından biri insanları, çocukları, yaşamları, çevreyi tarumar eden savaşla, savaşın yol açtığı şiddet, terör, göçler, mülteciler, kısaca insanın trajik kaderi. İnsanlar bu kaderi iklim felaketinin ortasında yaşıyor. Sınanmaya gelince: çevre sorunları ve iklim felaketi konusunda kendimin de yeterli bilince sahip olmadığımı, yeterince mücadele etmediğimi fark ettim. Romandan bana ne kaldığını soruyorsunuz: Hüzün, vicdan sızısı ve öfke. Dünyanın halleri, insanların acıları karşısında hüzünlenirken muktedirlerin umursamazlığı ve gaddarlığı karşısında öfkem pekişti. Hüznümü ve öfkemi yazıya dökerek vicdan borcumu biraz olsun ödemeye, ferahlamaya çalıştım.