Savaşların ortasında, fay hatlarıyla yarılmış bir toplumda kan akarken, edebiyatın ve edebiyatçının verimi, konumu, tutumu büyük ölçüde edebiyat alanının dışından etkileniyor, belirleniyor...
05 Kasım 2015 15:40
Benim ortaokul, lise yıllarımda okullar arasında münazaralar düzenlenirdi. Bir çeşit fikir tartışması, daha çok da lâf yarışması… Sanat sanat için midir, toplum için midir, münazaraların şaşmaz konusuydu. Bir okulun takımı, “sanat toplum içindir”i savunurken rakip takım, “sanat sanat içindir”i savunurdu. Hâlâ yapılıyor mu bilmiyorum, bir işe yaradığını da sanmıyorum çünkü fikirler değil, boş da olsa sözlerin etkisi öne geçerdi bu tartışmalarda. Başarının ölçüsü karşıt fikri güçlü bir retorikle çürütmekti. Bir de, münazara ara tonları kabul etmezdi; ya siyah, ya beyaz... Eğitim sistemimizin ve kültürümüzün kadim özelliği.
Bunları, Türkiye toplumunun cinnet sınırında dolaştığı bu ölüm, şiddet, nefret günlerinde edebiyatçının toplumsal rolü üzerine düşünürken hatırladım; şimdi bir münazarada olsaydım, edebiyat (sadece) edebiyat içindir tezini savunmakta güçlük çekeceğimi geçirdim aklımdan. Oysa, edebiyattan/ sanattan kendi varlık alanları dışında bir amaca hizmet etmelerini beklemenin yanlış olduğunu düşünenlerdenim. Güdümlü, propagandif, siyasal-ideolojik algı oluşturmayı amaçlayan bir metin, kimi zaman döneminde ilgi ve yankı uyandırsa da uzun dönemde edebiyat ve sanat alanının dışına düşer.
Ne var ki, yaşadığımız toplumsal karabasan edebiyatçının soruya vereceği cevabı ve toplumun ondan beklentisini de şekillendiriyor. Korkuların arttığı, insanların kendilerini güvensiz hissettikleri bir dünyada, savaşların ortasında, fay hatlarıyla yarılmış bir toplumda kan akarken, edebiyatın ve edebiyatçının verimi, konumu, tutumu büyük ölçüde edebiyat alanının dışından etkileniyor, belirleniyor.
Böyle dönemlerde edebiyatçıdan toplumsal rol oynaması; duruşuyla, söylemiyle, eylemiyle, daha da önemlisi yapıtıyla topluma mesaj vermesi bekleniyor. Bu beklenti, edebiyatın öteden beri toplumsal-ideolojik bir araç olarak algılandığı, yazardan toplumsal misyon talep edildiği ülkemizde daha da güçlü şekilde gösteriyor kendini. Bunun doğal sonucu ise; edebiyatçının yapıtının konuşulması, edebî metnin değerlendirilmesi yerine, yapıtın yazarın siyasal-ideolojik kimliğine göre alımlanması ve değerlendirilmesi oluyor. Edebiyatımızda, döneminde hak ettiği ilgiyi bulamamış, değeri çok yıllar sonra teslim edilmiş yazar ve yapıtların sayısı az değildir.
Edebiyat insanı anlatır; hayvanlar aleminden, doğadan, ya da uzak yıldızlardan söz ettiğinde bile... İnsan ise, (tartışmalı bir konu olan evrensel insan özünü de yok saymadan) büyük ölçüde toplumun ürünüdür. Edebiyatın: anlatan(yazar), alımlayan (okur) ve anlatılan (konu) üçlüsü, ister gerçek (reel) ister hayalî (fiktif) belli bir tarihsel-toplumsal zaman ve mekâna oturur. Zamanından en az etkilenmiş, en kopuk görünen yazar veya yapıt dahi üretildiği dönemin ve yerin (geniş anlamda kültürel ortamın) izlerini, bazen apaçık bazen altmetin olarak taşır. Öte yandan, anlatılan da doğrudan ya da mecazî anlamda toplumsal-tarihsel olanın yansımasıdır; toplumsal-kültürel-tarihsel insanın hikâyesidir. Mesele yazarın bu hikâyeyi hangi mercekten bakarak, nasıl anlattığıdır.
Her yazarın anlatısı kendi merceğine göre şekillenir. Ve her yazar objektifini kendisi için önemli olana, kafasında yüreğinde yer tutana, yani anlatmak, yansıtmak, duyurmak istediğine çevirir. Yazar kendi organik parçası olmayan bir mercek kullanırsa, ya da objektifini kendisine sipariş edilen sahneye çevirirse, yapıtı zaten edebiyat dışına düşer.
“Edebiyatın toplumsal rolü”nden değil de, toplum içindeki insanı anlama ve anlatma, insanın derinliklerine inme, insanı kendisine ve “öteki” insana tanıtma, böylece insanın trajik varoluşuyla duygudaşlık sağlama işlevinden söz etmeyi yeğliyorum. Bu işlev edebiyata dışardan yüklenmiş bir görev değil, yapısının ve özünün doğal bileşenidir; eski deyimle edebiyata mündemiçtir. Toplumsal rol, hele de toplumsal görev dendiği anda aklıma 1917 Ekim devriminin ardından yayımlanan (bizlerin de gençliğimizde yalayıp yuttuğumuz) “devrimci” romanlar, 1930’ların ‘40’ların toplumsal gerçekçilik akımının tümü değilse de bir bölümü kötü olan ürünleri, Türk ulus-devletinin kuruluş döneminin ve Kemalist devrimin naif propagandif metinleri, daha sonra köy romanı, vb. geliyor. Buna karşılık, meselesi insan-toplum çelişkisi olan Márquez’in metinleri toplumsalın örselediği, sürüklediği, şekillendirdiği, kahraman ya da hain, melek ya da canavar haline getirdiği, acılarıyla sevinçleriyle, zaafları ve yücelikleriyle gerçek insanı anlattığı için, “bu bizim de hikâyemiz” diyoruz ve Kırmızı Pazartesi’de kendi Kanlı Cumartesi’mizi buluyoruz. Saramago’nun ilk yüzeysel okumada siyasal-toplumsal yoğunluklu görünen romanlarının tuttuğu aynada kendi yüzümüzü görebiliyoruz, çünkü siyasal-toplumsal olandan insana, yerelden evrensele köprü kurabiliyor.
Kısaca söylemek istediğim: Edebiyata toplumsal görev, işlev, amaç yüklemenin zorlama, kötü, güdümlü edebiyata yol açacağı; buna karşılık insana yaslanan, insanın kaderini kendine dert edinen edebiyatın –iyi edebiyat olduğu ölçüde- toplumsal işlevini kendiliğinden yerine getireceği.
Edebiyatçılar, sanatçılar çalkantılı dönemlerden, savaşlardan, çatışmalardan, toplumsal felaketlerin yol açtığı insanlık dramlarından derinden etkilenir. Çünkü onlar gözlem, duygu ve sezgileri görece gelişmiş, antenleri insana ve topluma açık bireylerdir, ya da en azından öyle olmaları beklenir. İçinde yaşadığımız dünyanın, toplumun ve insanların trajedisi yazarın yüreğini ve bilincini kuşatır. Ama yazarın bu kuşatmaya cevabı, hele de yapıtına yansıtması kişiliğine göre şekillenir. Aynı dönemde, aynı ortamda, aynı toplumsal çalkantılar içinde ürün vermiş iki yazardan birinin anlatısı tam da o ortamı yansıtırken, anlatmak istediğini o koşullarda yaşayan insanlar ve duygular üzerinden anlatırken, diğeri –belki de toplumsalın can acıtan şiddetinden kaçarak- hikâyesini farklı bir noktada derinleştirir. Edebiyatını toplumsalın şiddetinden korumayı yeğler.
Toplumsal olayların, toplumsal değişimin izlerinin yansıması edebî üründe anlık olmayabilir, hatta olmamalıdır da. Edebiyatçı, belgeselci değildir. Toplumsal olan; edebiyatçının yapıtını bir birikim, bir ruh hali, bir dönüşüm olarak, çoğu zaman bilinçaltından etkiler. Bu etkilenme de yazarın kişiliğine, objektifini (yani algısını, duygusunu, vicdanını) nereye odakladığına bağlıdır. Toplumsal-siyasal ağırlıklı bir yazar olan Victor Hugo’nun yapıtında 1848 devrimi vardır ama 1871 Paris Komünü neredeyse yoktur. James Joyce’un Ulysses’i ve diğer yapıtları şiddetli siyasal toplumsal çalkantılar içindeki İrlanda’ya yerleşir ama zamandaşı Yeats’dan farklı olarak bu çalkantılar Joyce’un yapıtına yansımaz. Yahya Kemal’in Endülüs’te Raks şiiri İspanya İç Savaşı’nın ortasında yazılmıştır ama savaşın hiçbir izine rastlanmaz mısralarında. Yine de bu yazarların ve yapıtların edebiyat tarihindeki yeri bellidir.
Sıcağı sıcağına yaşanan sarsıcı toplumsal olaylar yazarı ne ölçüde ve ne yönde etkilerse etkilesin, bu etkiyle ortaya çıkacak metnin iyi edebiyat olması için “konjonktürel”, yani anlık durum ve gelişmelerin aceleci (hatta fırsatçı) ürünü olmaması gerekir. Toplumsal duyarlılık sahibi, siyasal-ideolojik tercihleri keskin olan yazarların bu tuzağa bilerek bilmeyerek düştüğünün örnekleri olduğu gibi, konjonktürel’in yapıtına sızmasına olanak tanımayan, fildişi kulesinden seslenen önemli edebiyatçılar da vardır. “Kan akarken” edebiyatın parlak ve kalıcı örneklerinin yanında değersiz konjonktürel örneklerine de rastlanır. Ama çoğu zaman; savaş, kan, zulüm, ölüm dönemleri edebiyata belli bir birikim ve mayalanmadan sonra yansır. Kanın aktığı, şiddetin kol gezdiği dönemlerde bir süre edebiyatta verimsizlik ve kabuğuna çekilme yaşanması doğal olduğu kadar edebiyat adına hayırlı da olabilir.
Edebiyatla toplum diyalektik ilişki içindedir, birbirlerini etkilerler. Bu etki çeşitli yönlerde ve çeşitli biçimlerde olabilir. “Doğru” yönde olması beklentisi ise, doğru’nun tek olmadığı, öznel ve görece olduğu kabulünden hareket edersek, angaje ve tezli edebiyatı savunmaya götürür.
Toplumla edebiyatın diyalektik ilişkisi bizi kendiliğinden edebiyatçının toplumsal rolüne götürür mü? Ya da soruyu şöyle soralım: Edebiyatçıdan toplumsal rol oynamasını, topluma mesaj vermesini beklemeli miyiz? Bence hayır; çünkü edebiyatçının toplumsal rolü dediğimizde, başka bir alana- bireysel etik alanına, toplumsal-ideolojik özgürlük alanına giriyoruz.
Edebiyatçının dünyaya bakışı, ideolojik konumlanması, ahlâkî-vicdanî tutarlılığı (ya da tutarsızlığı, aykırılığı), toplumsal sorumluluğu ya da böyle bir sorumluluğu reddedişi yapıtına şu ya da bu biçimde yansır kuşkusuz. Seçtiği konu, kullandığı dil, anlattığı hikâye, yarattığı atmosfer yazardan bağımsız değildir. Kendimden örnek verecek olursam, hiçbir zaman bir roman yazayım diye yola çıkmadım; dünyanın, canlının, insanın sessiz çığlığı boğazıma tıkandığında, o çığlığı seslendirmezsem huzur bulamayacağımı, boğulacağımı hissettiğimde yazdım. Yazabilmek bağışlanmış bir ayrıcalıktır bana göre, o ayrıcalığın bedelini ödemek istedim. Toplumsal bir görev değil, kendime karşı bir yükümlülüktü bu. Romanlarımda iktidar olgusu ve tutkusunun tahrip edici gücünü (Sıcak Külleri Kaldı); laboratuvarda deney hayvanı kesmekten savaşa, çocuklarımıza uyguladığımız baskıdan terör eylemine kadar şiddet olgusunu (Kayıp Söz); inanç-kimlik ilişkisinin ölümcül boyutlarını (Erguvan Kapısı), “öteki”ne zulümle hesaplaşmayı (O Muhteşem Hayatınız), vb. hem özne hem kurban olan birey insan üzerinden anlatmaya çalıştım. Bir anlamda hepimizin hikâyesi olan kendi hikâyemi yazdım. Dünyaya farklı bakan bir yazar, aynı yerde, aynı dönemde başka konular seçer, başka bir dil kullanır, başka bir hikâye anlatırdı.
Eskiler, “meselesi olan yazar” derlerdi. Yani, büyük toplumsal sorunları dert edinen yazar. Mesela benim “meselem” var; ama her yazardan, her edebiyatçıdan ille de meselesi olmasını beklemenin edebiyata haksızlık olduğunu düşünüyorum. Büyük meseleler ille de iyi edebiyat doğurmaz, insanı anlatmak başlı başına bir meseledir zaten. Edebiyatçının işlevi (görevi demiyorum; görev ve edebiyat birbiriyle uyuşmaz, uyuşturmaya da çalışılmamalıdır) okuru yönlendirmek, bilinçlendirmek, beyin yıkamak değil, farkındalık yaratmaktır bana göre. Bu yüzden de okura, benim farkına vardıklarımın siz de farkına varın demek isterim sadece, gerisi okura kalır.
Sesini kitlelere duyurabilme ayrıcalığına/ olanağına sahip olan kişinin, –ki edebiyatçı öyledir- topluma karşı başkalarından daha fazla etik sorumluluğu vardır; bu sorumluluğu yüklenip yüklenmemek ise edebiyatçının kişisel sorunudur. Sesini duyurabilen, daha geniş kitlelere ulaşabilen, kaleminin gücüyle okuru etkileyebilen kişi olarak ondan toplumsal sorumluluk yüklenmesi beklenir. Ancak, bu beklentiye cevap veren edebiyatçının edebiyatının değerli, beklentiyi karşılamayan yazarın yapıtının da kötü olduğu söylenebilir mi?
Edebiyatçının toplumsal sorumluluğunun siyasal aktivizmle tamamlanmasını beklemenin de sorunlu olduğunu düşünüyorum. “Aktivizm” kavramında ve pratiğinde sorumluluğun eyleme, mücadeleye dönüşmesi anlamı saklıdır. Dünya görüşüm ve toplumsal angajmanım yüzünden çoğu zaman siyasal-ideolojik kimliğim edebiyatçı kimliğiminin önünde görüldüğünden bu konuda komplekse kapılmadan konuşabilirim sanırım. Edebiyatçıdan aktivist olmasını beklememek, istememek, neden aktivist değil diye eleştirmemek, siyasal aktivizme zorlamamak gerektiğine inanıyorum. Bu tümüyle kişisel bir tavır ve tercihtir.
Siyasal aktivizm yazarın edebiyatına kazandırır mı, kaybettirir mi, sorusunun cevabı da hem yazara hem de aktivizmin alanına, amacına göre değişecektir. Dar anlamda aktivizm edebiyatı güdükleştirir ve ister istemez propagandif kılar. Evrensel insanî konular için (mesela savaşa, şiddete karşı barış için, mesela eşitsizliğe, ayrımcılığa, zulme karşı) aktivizm yazarı ve yapıtını besleyip güçlendirebilir. Ama edebiyat aktivizme teslim olmamalıdır.
Zor zamanlarda, edebiyatçının da sorumluluğu ağırlaşır. Ama ondan bir kanaat önderi ya da siyasal yol gösterici olmasını beklemek edebiyatına haksızlık olur.
“Edebiyat edebiyat için midir, toplum için midir?” konulu bir münazarada “edebiyat toplum içindir” tezini savunan takımda olsaydım, yukarda yazmaya çalıştıklarımla takımımı yenilgiye sürüklerdim, biliyorum. Ama, hele de konu edebiyat olunca hiçbir şey mutlak değil, siyahla beyaz arasında o kadar çok ton var ki… Edebiyatın, sanatın tümüyle özgür olması gerektiğine; yazarın, toplumun ve kendi mahallesinin sınırlamaları ve talepleri karşısındaki yaratıcı özgürlüğüne inanıyorum. İyi edebiyat, insana ve dünyaya kattığı değerle toplumsal rolünü kendiliğinden oynar, sorumluluğunun gereğini yerine getirir.