Bugün sahnede kurgu olan yarın hayatta gerçek oluyor. Dün gerçekleşen bir olay yarın sahnede kurgu olabiliyor. Bu ince çizgide, gerçek ve sanat ilişkisinde faydacı bir yaklaşımın önüne geçmenin tek yolu oyun oynama edimini hatırlamaktır
07 Nisan 2016 14:15
Suya baktığında göğe de bakıyordur insan. Denir ya, su rengini gökten alır. Ya gök? Bir tane göğümüz, yedi küsur milyar göreni var işte. Her bakan kendi kederi, kendi sevinciyle boyuyor. Her göz kendi rengini veriyor göğe. Suya baktığında kendine de bakıyordur insan. Akışa bakmak da mümkün, derine dalmak da. Bakıp da görmeyen de var, dalıp da çıkmayan da, göz kaçırıp kendinden kaçan da. Lâkin kaçıyorsa, varamıyordur insan.
Dünyada onlarca kadim şehrin, yüzlerce güzel insanın ölümüyle geçiyor günler. Şehirler de ölür insanlar gibi. Savaş tanrısının müridleri arttıkça ülkeler de ölür şehirler gibi. Sonra bir bakmışız dünya ölmüş. Dünya dediğim dörtte biri kara parçasıyla kaplı bir mezbaha değil. Dünya dediğim dörtte üçü sularla kaplı bir mülteci kampı da değil. Dünya dediğim yaşamak ağrısı. Yaşamaya dayanabiliyorsa insan, her şeye katlanır bu can. El ekmeğe gidiyorsa, gönül güzele değiyorsa, hayâl kuruyorsa hâlâ zihnimiz; bunca ölüm, yıkım arasında bir umut kırıntısı vardır, “bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamak” için. Dünya dediğim bir umut kırıntısıdır.
Oyun oynamanın umutla bir ilgisi olmalı.
“Yazık ki zavallı memleket kendini tanıyamayacak durumda. Artık anavatanımız değil, mezarımız demek daha doğru ona. Hiç kimsenin yüzü gülmüyor orada, hiç bir şey bilmeyenler hariç. Ah vahlar, iniltiler, çığlıklar her yanı sardı, ama duyan yok. Dayanılmaz acılar kanıksandı, sıradan duygular gibi geliyor insanlara. Çanların kimin için çaldığını, kimin öldüğünü soran bile yok. İyi insanların ömrü, şapkalarına takılı çiçeğinkinden daha kısa! Günleri gelmeden ölüyorlar.“ (Macbeth) Shakespeare’in deyimiyle memleket bu halde. “Cehennem boş ve bütün şeytanlar burada.”(Fırtına)
Ve hayat devam ediyor. El ekmeğe, gönül güzele, zihin hayâle değmeye devam ediyor, büyük bir suskunluk içinde.
Ne mi yapmalı? Nasıl mı yapmalı?
Böyle bir dünyada sanat üretmek, tiyatro yapmak ne anlama gelir?
İç savaşın yaşandığı, hendeklerin kazıldığı, üzerinden tankların, savaş uçaklarının yaka yıka öldüre geçtiği, kalan sağların göç etmek zorunda bırakıldığı, en işlek caddelerinde canlı bombaların patlatıldığı, savaşın kendisi bir suçken; bu suçun içinde en vahşi savaş suçlarının işlendiği, toplumsal dinamikler ve kesimler arasında derin uçurumların açıldığı, iktidarın tekleştiği, diktatörleştiği şehirlerde ve ülkelerde sanatın esamesi okunmaz! Sanat iptal edilir! Çünkü sanat lükstür!
Ya oyun oynamak? Oyun oynamak bir lüks müdür?
Huizinga, Homo Ludens kitabında, kolektif hayatın bütün önemli biçimlerinin –ibadet, şiir, müzik, dans, bilgelik, bilim, hukuk, mücadele ve savaş- ortaya çıkışında oyunun son derece etkin bir rol oynadığını söyler. Yani savaşanlar da oyun oynuyor. Savaşanlar kendi oyunlarını istedikleri gibi kurarken ve bunu bir sürü maddi çıkar ve yarar elde etmek suretiyle oyun oynama ediminin temel özelliklerinden birini bozarak yaparken, barış içinde yaşamak isteyenler hiçbir çıkar gözetmeksizin, özgürce oyun oynayamayacaklar mı? Oyun oynama edimlerini iptal mi edecekler?
Oynadığımız oyunları çoğu zaman “ibadet eder gibi çalışıyor ve üretiyoruz. Yavan ve kuru yarar duygusu, burjuva rahatlığı ideali zihniyetlerimizi etkiliyor.“ (Homo Ludens) Kapitalizme malzeme ediyoruz oyunlarımızı.
Çocukları düşünelim. Silahlarla oynuyorlarsa sokaklarda, duran TOMA’lara taş atıyorlarsa; bunda hem oyun oynama edimi hem de toplumsal bellek etkilidir. Oyun oynama edimi ve toplumsal bellek niyetsizce yek olmuştur. Oyunun sosyolojisidir bu.
Tam da bu noktada sanat üreten insanların, ideolojik olarak oyun oynama edimini, içinde yaşadıkları toplumun belleğini onunla beraber yaşayarak geliştirecekleri bir tutuma yaklaşmaları gerekliliği söz konusu. Böyle bir dünyada niyetsizce oyun oynama arayışı bile politik bir tutum olarak algılanabiliyorken, oyun oynama edimini toplumsal bellekle birlikte harekete geçirmek doğal olarak aktivist bir tavır içeriyor. Niyetsizce oyun oynamak, çıkar için oyun oynayanlara –savaşanlara- karşı bir direnç oluyor.
Oyun oynamanın kötü ruhları kovmakla bir ilgisi olmalı.
Örneğin; Govend (halay) bir örgütlenme, bir protesto biçimine dönüşmüştür artık. Govend’in yarattığı evren (trans hâli) ve onun yaydığı titreşimler niyetsizdir ve acı gerçeğe karşı bir yaşama direncidir. Bu direnç bilinçli olarak oyuncu tarafından tercih edilmiştir. Govend –bir başka deyişle dans- hem savaş protestosunun hem de barış sevincinin en ön safındadır. Gerçeği içeriden deneyimleyerek gerçekleştirir kendini. Bir performansa dönüşür. Hiçbir şartta iptal etmez kendini. Aksine kendini büyütür. Ritmini yükseltir. İnsana güç verir, onu yeniler. Govend tutmak bir anlamda fiziksel bir vaka-i nüvisliktir. Beden hatırlar.
Günümüzde farklı ideolojiler tarafından politik kutsiyetler atfedilen Newroz kutlamalarının temelinde oyun oynamak ve oyun yoluyla yenilenmek, yeni bir güne yenilenmiş, kötü ruhlardan arınmış olarak girmek vardır. Baharın gelişini kutlayan ve Dionysos şenliklerinin de kökenini oluşturan bu oyun oynama edimi ve bunun yarattığı festival geleneği bu edimi karşılamak içindir.
Dünya Tiyatro Günü’nü kutladığımız şu günlerde; iki insanın olduğu her yerde yapılabilen bir sanat olan tiyatroyu Govend diyalektiğiyle ve enerjisiyle yükseltmenin; “Ne yapmalı? Nasıl yapmalı?” sorusuna verebileceğim fena bir cevap olmadığı kanısındayım.
Gezi’de yapılan sanatın çokça tartışıldığını biliyoruz. Bütün tartışmaların ötesinde oyun oynama ediminin yarattığı (buna mizah da dâhil) birlikteliği ve ortak ruhu sanırım kimse göz ardı edemez.
Sanatın toplumsal yüzleşmedeki etkisinin önemi bir yana, sanatın toplumsal olanla yüzleşmesini bir eleştiri-özeleştiri konusu yapmak yerine bu yüzleşmenin kendisini oyun oynama edimi üzerinden bir performansa dönüştürmenin tartışmayı derinleştireceği kanısındayım. Bu performans araştırması, özelde tiyatronun, genelde sanatın bir müzeye ya da propagandif bir rant alanına dönüşmesine yol açacak bazı tuzaklar barındırmaktadır. Oyun oynama ediminin kendisi tam burada yardıma yetişip bir eksen olacaktır fikrindeyim.
Sanatçılar bunca kötülüğün arasında; gitmek, kalmak, deneyimin içinden üretmek, sosyal medya duyarlığı yapmak, sokağa çıkmak, çıkmamak, yaratımları iptal etmek, etmemek, topluma yararlı olmak, sanata yararlı olmak, yaşamaya devam edebilmek, vicdanlı olmak, hatırlamak, hatırlatmak, varolmak, görünür olmak, kaybolmak gibi bir sürü git gelle cebelleşmekteler. Huizinga, bu git gellerin kökeninde de oyun oynama ediminin olduğunu söyleyecektir.
Oyun oynamanın bir güzellik arayışı olduğu, insanlar arasında bir harmoni ve beraber yaşama ritmi oluşturduğu fikrinden hareketle, her şartta ve her koşulda oyunlarımızı oynamaya, seyircimize ulaşmaya devam etmenin dirençli bir tutum olduğunu düşünüyorum. Tıpkı her gün yemek yemeye, sevmeye ve hayal kurmaya devam ettiğimiz gibi.
Oyun oynamanın yaşamakla bir ilgisi olmalı.
“Bizlerin oynadıklarını yaşamak ve yaşadıklarını oynamak gibi bir gerçeği var.“ Şair Hüseyin Kaytan’ın Kürt tiyatrocular için söylediği ve bu coğrafyada yaşayan bütün tiyatroculara değen bu sözünün, oyun oynama ediminin gerçekle ve toplumsal olanla ilişkisi üzerine oldukça fazla şey söylediği kanısındayım. Bugün sahnede kurgu olan yarın hayatta gerçek oluyor. Dün gerçekleşen bir olay yarın sahnede kurgu olabiliyor. Bu ince çizgide, gerçek ve sanat ilişkisinde faydacı bir yaklaşımın önüne geçmenin tek yolu oyun oynama edimini hatırlamaktır.
Tiyatronun ve oyuncusunun taşıdığı oynama edimi; gerçekle, hayatla, bellekle, toplumsal olanla, yüzleşmeyle hemhâl oldukça; oyuncu ve seyirci bir Govend’de, bir oyunda ya da bir masalda hemhâl oldukça yaşamak ağrısı daha bir katlanılır oluyor. Govend de oyun da masal da merhemdir, iyileştirir.
Hadi! Oyun oynamaya, herkesi oynumuza katmaya devam edelim!
Malzeme bu; yaşamak ağrılı bir şeydir. Dünya dediğim bir oyun alanıdır. Oynayan insan hafifler!
Oynamaktan kaçan, kendinden de kaçıyordur. Kaçıyorsan, bir yere varamıyorsundur.