Özgür Çakır’ın kitabını, Ankara’da yaşasaydım, Büyük Millet Meclisi’nin sıralarına, Cumhurbaşkanlığı sarayının kapısına, siyasi parti merkezlerine bırakırdım galiba. Güzel bir eylem olurdu...
29 Ocak 2016 15:00
Özgür Çakır’ın Yükşehir adlı öykü kitabını, şehrin yükünü omuzlarımda en çok hissettiğim, ama beni en de diri tutan yerlerde, toplu taşıma araçlarında okudum. İyi ki de öyle yapmışım. Size de tavsiye ederim, öyle yapın. Bu kitap hareket halindeyken okunmalı. Durursanız işler kötü.
Ben otobüste, minibüste, vapurda ve metroda okudum. İtiraf edeyim, sokakta yürürken bile kitabı açtığım oldu. Sabit durumdayken okusaydım kitabı, evdeki kanapede uzanmışken, bir kahve koltuğunda otururken falan, içim daralırdı, yerimde duramazdım, okuyamazdım zaten. Öylesine sıkışmış, çıkışsız hayatlar anlatılıyor öykülerde.
Çadırda yaşayan depremzedeler, taşra kasabasında çirkin bir süs havuzunun başında geceleri bira içen işsiz gençler, şehrin sahil kaldırımlarında rastladığımız o amatör balıkçılar, satış elemanı olarak bir işe alınıp bir işten çıkartılan, yarı vasıflı yarı vasıfsız okul mezunları, sokakta üç tekerli arabayla pilav nohut satmaya çalışanlar, bugün var yarın yok çay ocağı işletenler. Bir de çalışıp maaş alamayanlar var. Günümüz medyasının esir pazarına dönmüş emekçi ordusu. Epeydir böyle bir maaş alamama hali var Türkiye’de, onu biliyorum. Utanmaktan yoruldum.
Bazı öykülerde, aynı arkadaş grubundan farklı kişilerin serüvenleri de var. Yarı bilinçli ama şaşmaz bir eyleme doğru ilerliyorlar. Onlara gerçek hayatta rastlamak ister miydim emin değilim. En azından, şehir hatları vapurunda rastlamak istemezdim. Aralarında bir de genç kadın var. Daha bugün işten atıldı. Henüz üç yaşındayken, babasının onu anaokuluna gönderebilmek için neler yaşadığını, daha bir öykü önce okuduğumda, canım yanmıştı.
Öykülerin arasındaki bu sürpriz akrabalıklar, Özgür Çakır’ın kitabına garip bir bütünlük kazandırıyor. Sanki hepimiz ortak bir kaderi yaşıyoruz, sadece rollerimiz farklı. Büyük şehirler, kalabalık isimsizlikte ve tanınmazlık içinde, böyle tuhaf ortaklık duyguları yaşatır insana. Çakır, bunu güzel yansıtmış kitabında. Ama tanıdık şeyler aniden tanımadıklara dönüşebiliyor işte, yahut da bir an yaşanan yumuşaklık, aniden hoyrat bir darbeyle olmadık yerlere savurabiliyor bizi. Şehrin yükü öyle bir şey.
“Karaktersiz, yanık kokulu, çekirdeksiz, gösterip de vermeyen, bir verdiğinde on alan 2010’lar” diyor bir karakter.
“İşten atıldığımdan beri kemirecek bir şeyler ararken karşılaşıyoruz” diyor bir başkası, rastgele bira arkadaşı için.
“İlişkiler tarhana çorbası yapmaya benziyor. Azıcık başından ayrıl topak topak oluyor.” Bu da genç bir kadın karakterin hayat felsefesi. Bir başka genç kadın, önceki gece içerken tanıştığı bir adamın yatağında uyanıyor sabah, göğsünün üzerinde kıllı bir kol var. Belli ki, o da tarhana çorbası sevmiyor, günümüzün bütün gençleri gibi.
“Amerikanvari” diyeceğim bu sahnelere, ama tam da doğru olmayacak, bu sahnelerin hepsi artık alabildiğine bugünkü Türkiye’ye özgü, maalesef. Yükşehir kitabındaki öyküler, birbirine bağlanıp, kolaj yapıldıkları bir filmde canlanmayı bekliyorlar sanki.
Yetmiş yıldır Amerika’ya benzemeye çalışıyoruz, başardık sonunda, ama en kötü örnekleriyle. Demokrasiye ve anayasal haklara gelince, hala tık yok, hala biz bize benziyoruz.
Özgür Çakır’ın kitabı için, Memleketimden İnsan Manzaraları, 2015 de diyebiliriz. Ama Nazım’daki gürül inanç, geleceğe güven, dayanışma ruhu, umut aşılayan canlılık, bunlarda yok. Evet, hayatın acımasızlığına hala direnenler var aralarında, çoğu genç, bir şekilde direniyorlar, ama çoktan yenilmişler sanki.
Yenilmeyenlerin bir kısmı, şiddeti kucaklıyor. Ne yazık ki öyle. Bazıları yarı masum. Sahil kasabasında halkın istemediği yol inşaatını protesto edenler polisten dayak yiyince, intikam andı içen yeni yetmeler, iş makinelerini ateşe veriyorlar; bir yandan da porno dergiler karıştırıp, denizde “viya” yapıyorlar.
Buna belki gülümseyebilir insan; yakalansalardı, gençlik mahkemesinde ya ağır ihtar alırlar, ya da bir süre ıslahevinde hapis yatarlardı. Ama birkaç öykü sonrasında, işler ciddileşiyor. Polis karakolu basılıyor, silahlar konuşuyor, gençler daha ağır suç işliyor ve ölüme gidiyor. Eskiden devrim andı içilirdi. Özgür Çakır’a bakılırsa, öyle bir heyecan bile yok artık, sadece öfke var. Sokaklarda aniden çıkan kavgalar, dayak atmalar da cabası.
“Baskıyı Durdurun”. Öykülerden birisinin başlığı, bir gazete baskısı için söylenmiş bu sözler, ülke geneli için de söylenebilirdi; kitabın başlığı bile olabilirdi. Öyle bir isyan arzusu ya da beklentisi besliyor bu kitabı, alttan alta. Ama öykü tekniği açısından bir şey daha beslemeliydi bence, hiç değilse bazı öyküleri.
Öykü yazmaya ben de yeni başladım; roman yazmaktan daha zor bir şey, bir çok açıdan. Az sözle çok şey anlatmanız lazım. İncelikler çok ince olmalı, kalın hatlar da kalınca hak etmeli sayfada olmayı.
Öykü türünün, neredeyse metafizik diyebileceğimiz, felsefi bir özelliği var. Her öykü, aslında iki ayrı öykü. Bir yüzeyde olan var, bizi sürükleyen ve olayları izlediğimiz; bir de altta, en derinde cereyan eden başka öykü var, ki asıl öykü o öykü aslında.
En beklemediğimiz anda, dipteki o asıl öykü çıkar ortaya ve yüzeydeki öyküyü deminden beri neden okuduğumuzu nihayet anlarız, her şey yerli yerine oturur. Sonuçta yaratılan etki, şok da olabilir, yücelme de, ama mutlaka bir aydınlanmadır.
Özgür Çakır’ın bazı öykülerinde bu çift anlatı derinliği mükemmel şekilde var, etkisi de çok güçlü. Bir eyleme doğru yarı bilinçle ama şaşmaz adımlarla akıyor dediğim, birbirine akraba üç öykü, bunun en güzel örnekleri. “Artçı” adlı öykü de öyle.
Bazı öyküler ise tek ve kalın bir çizgide, televizyon kamerası gibi ilerliyor, etki çok daha zayıf. Ama istisnasız her öyküde, okuru yakalayacak, düşündürtecek, bir an duralatacak bir duygu, bir hayat kesiti, bir teknik kıvraklık yakalıyor mutlaka.
Öykülerinde anlattığı insanlara gelince, onların herhangi bir yarın güvencesi olmadığını, geleceğe dair pembe rüyalar kurmayacaklarını, zaten de çok az kişiye güvendiklerini hemen anlıyorsunuz. Kitabı okuduğum o toplu taşıma araçlarında aynı sırayı paylaştığım insanların bir kesiti diyebiliriz.
Ben şimdilerde okuduğum kitapları olur olmaz yerlere bırakır oldum. Bazen oturduğum kahvede, bindiğim metro vagonunda birilerine hediye ediyorum, bazen de öylesine, parkta bırakıyorum, Gezi Parkı’nın anısına.
Özgür Çakır’ın kitabını, Ankara’da yaşasaydım, Büyük Millet Meclisi’nin sıralarına, Cumhurbaşkanlığı sarayının kapısına, siyasi parti merkezlerine bırakırdım galiba. Güzel bir eylem olurdu.
Bu kitapla, şehrimize kuvvetli bir yeni öykücü geldi. Enis Batur yıllar önce benzer sözlerle selamlamıştı, ilk deneme kitabımı. O güzel armağanı mutlulukla Özgür Çakır’a aktarıyorum. Ustalığa doğru büyük bir adım atmış bence, daha ilk kitabında, güçlü bir üslup müjdeliyor. Gelecek kitabını da okumak isterim dedirtti bana.