Paco Roca: Çizgi roman yaşlılık ve ölümden söz ettiğinde…

"Ev, babalarının ölümünden sonra kardeşlerin birlikte büyüdüğü yazlık evde geçiyor. Üç kardeş bir araya gelirler ve kâh geçmişi anarak kâh gelecek planlarıyla bu evi nasıl değerlendireceklerine karar vermeye çalışırlar. Artık olan olmuş, giden gitmiştir. Ev tanıdığınız ev olmaktan çıkar. Karşılayan yok, tam kurtulalım derken anılar üşüşür. Anne-baba evini kapatmak duygusal patlamalar ve hüzün dolu. Zor bir şeydir ‘ev’den vazgeçmek; eşyalarla, çocukluğunla vedalaşmak."

Bulut yok olmaz, yağmura dönüşür
Buda – Kırışıklıklar girişinden alıntı

Paco Roca 1969’da, Valencia’da doğmuş İspanyol bir çizer. İlk olarak Kiss Comix ve El Vibora’da çizmeye başladı. 1975 yılında, Franco’nun ölümünden sonra İspanya’da yetişkin çizgi romanlarına ilgi artmıştı.El Vibora da bu furyada çıkan ve uzun yıllar yayın hayatını sürdürmüş bir dergi. El Vibora “engerek” demek; derginin alt başlığı da “Hayatta kalanlar için çizgi roman”. Çarpıcı bir alt başlık – hedef survivor’lar. Kiss Comixise popüler erotik çizgi roman dizisi. Paco Roca’90’larda bu dergilere kapak çizerek kariyerine başladı. İlk kitabı Aladino’yu (Alaaddin) 1994’te yayınladı. Genç yaşta çizmeye başlamış olan sanatçının pek çok eseri var. Ağırlıkla çizgi roman üzerine çalışsa da, illüstrasyon, söyleşi ve atölye çalışmaları da yapıyor.

Paco Roca’nın Türkçeye bugüne kadar üç çizgi romanı çevrildi. Umarım diğer kitapları da yakın zamanda dilimize çevrilir. İlk önce Kırışıklıklar, daha sonra Kumdan Sokaklar ve en son olarak da Ev. Sanatçı Kırışıklıklar’ı (Arrugas) 2007, Kumdan Sokaklar’ı (Las Calles de Arena) 2009 ve Ev’i (La Casa) 2016 yılında yayınlamış, bu çizgi romanlar Türkiye’de Desen Yayıncılık tarafından basıldı. Paco Roca’nın çizgi romanları pek çok dile çevrilmiş ve ödül almış eserler. Kırışıklıklar en ünlü romanı. Bu romanın 2011 yılında Ignacio Ferreras tarafından animasyon filmi yapıldı. Film de ödül aldı.

Paco Roca’nın Türkçeye çevrilmiş olan üç kitabını da okudum. Kırışıklıklar ve Ev konu olarak bana biraz daha birbirine yakın geldi, beni çeşitli düşüncelere sürükledi. İkisinden de bahsetmeye çalışacağım. Kumdan Sokaklar  fantastik ve ilginç. Kırışıklıklar yaşlılıkla, Ev ölümle, ölümün ardından yaşananlarla ilgili. Romanları art arta okuyunca dipteki kumlar ayaklanıyor. Ne de olsa nazik konular.

Yaşlılık, hastalık ve ölüm… Hastalık konuşmaktan o kadar kaçınmayız, hatta bu konuları bazen fazlasıyla konuştuğumuz da söylenebilir. Muayenehanede, bir hastanede sıra beklerken hastalık yarıştırma diyalogları herkesin başına mutlaka gelmiştir. Birbirinden laf kapmaya çalışılır. Biraz da komik olur bu konuşmalar. Hastalık konusu hafiften ağıra çeşitlenen, geniş bir yelpaze olduğu için daha kolay başa çıkılabiliyor belki. Kimisi kendini çok dinler, kimisi hastalık hastasıdır – ona da hastalık gelsin ister. Dişindeki dolgu düşünce “Bir şey olmaz, değil mi?” demiş arkadaşım var benim. Şakadır ama biraz da bir kaygı vardır sanki alttan ucunu gösteren. Kimisi de pek dayanıklıdır. Hastalık konusunda hafif gülümseyerek yazdıklarım, ancak hastalık ölümcül veya çok tehlikeli olmazsa geçerlidir. Bu durumlarda ağırlık ve kara bulutlar çöküyor ister istemez.

Yaşlılık ve ölüm hastalık gibi değil. Bu konularda korkularımız var. Zihinsel ve fiziksel yetilerimizi kaybetmekten, zayıf düşmekten, bakıma muhtaç olmaktan, ölmekten korkarız, çok insani bir şey. Boş korkular değil. Benim konu etmeye çalıştığım şey bu korkularla baş ediş biçimimiz. Türkiye’de ölüm konusu yaşlılıktan bile zor başa çıkılan bir konu. Ölümden bahsetmekten hoşlanmayız. Ölüm yokmuş gibi davranırız. Bir yakınınıza “ben ölünce şu şöyle yapılsın” derseniz bir ağzınıza terlikle vurmadığı kalır. “Neden şimdi ölümden söz ettin, ne biçim konuşuyorsun, moral bozucu şeyler yapıyorsun” diye kızar. Hiç ölmeyecekmiş gibi yapıyoruz; korkmadığımızdan değil, yüzleşmemekten. Ölümün adından bile bu kadar kaçmak biraz tuhaf: Bir nevi ölüme karşı ölü taklidi yapma savunması…

Sanırım bu iç tartışmalarım yüzünden bir yazarın yaşlılık ve ölüm üzerine çizmiş ve yazmış olması çok ilgimi çekti. Aslında bu konularla yüzleşelim ve biraz da tartışılsın istiyorum.

Kırışıklıklar kitabında Alzheimer olan babanın bakımı zorlaşınca bir bakımevine yerleştirilmesi ve babanın orada yaşadıkları hikâye ediliyor. Yaşımız ilerledikçe anne-babamızın hastalıklarını, onların yeteneklerini kaybetmelerini, zaman içinde yardıma ihtiyaç duyar hale gelmelerini izliyoruz. 50’li yaşlardaysanız ve anne-babanızın yaşlılığını görecek kadar şanslıysanız bunlar başınıza geliyor. Ebeveynlerinizin yaşlanmasına tanık olmak çok şanslı bir durum. Demek ki sırasız ölümler, doğal felaketler, savaşlar, vb. gibi sıra dışı kötü durumlar olmamış, hayat olağan akışında ilerlemiş, yaşlılığın dertlerine sıra gelmiş.

Kitap hakkında hevesinizi kaçıracak kadar detay vermeyeceğim, merak etmeyin. En başlarda bir yerle ilgili yorum yapmak istiyorum. Çocukların babalarını bakımevine yerleştirme süreci. Kafalar karışmış ve bakım zorlaşmıştır, bir bakımevi bulunur. Yetkili, çocuklara “Babanız ihtiyacı olan şeyi burada bulacaktır” diyor. Başka kültürleri bu kadar yakından bilmiyorum ama Türkiye’de bunlar hep zor kararlardır. Biraz suçluluklar, duygusal gelgitler yaşanır. Gerçekten babamız ihtiyacı olan şeyi bulacak mıdır? Daha baştan biraz da neler yaşanacağı bellidir. Oğul ilk günden “İşimiz gücümüz nedeniyle çok meşgulüz, çok sık gelebileceğimizi sanmıyorum” der. Genç insanlar hep koşmak, çalışmak zorunda ve çeşitli sorumluluklara yetişmeye çalışırken insanlar birbirine ne kadar vakit ayırıyor? Bu soruyla başlayıp “birbirimize vakit ayıralım” romantikliğine varacak değilim. Neredeyse bütün yaşlı ve hastalara evdeki kadınlar bakar; çoğunlukla eşler, kız evlatlar, gelinler. Bakıma ihtiyaç duyar hale gelindiğinde gidilecek kurumsal bir yer olması, başkalarına yük olmamak iyi olur. Ama gidilecek yerin nasıl bir yer olduğunun, yakınlarla ve eski hayatla ilişkilenme halinin gözden geçirilmesine, düşünülmesine ihtiyaç vardır.

Yaşlılıkla ilgili bir gözlemim, yaşlı insanlara çok az dokunulduğu. Yaşlıların bakımını organize edebilirsiniz, ama onlara gösterilecek yakınlığı organize etmek, daha doğrusu başkasına delege etmekmümkün değil. İnsana gerçek bir yakınlığı, gerçekten yakını olan kişiler gösterebilir. Bakımevinde size sarılan olmaz. Zaten sarılmalarından çok saygılı ve sorumlu davranmalarını beklemek lazım sanırım. Ama duygusal ihtiyaçlar konusu biraz havada kalıyor. Aslında herkes yakınlarının yanında olmayı, sevilmeyi, bu durumların kendi başına gelmeyeceğini düşünmek ister. Kendi arkadaşlarımızla bakımevine gitsek hoş olabilir. Birbirimizi hatırlayamayacağımız konusunu kabullenemiyorum belki de. Ufak tefek hastalıklarımız var, ilaçlarımızı alıyoruz ve belki kâğıt oynayıp tavla atıyoruz. Güzel hayaller, neden olmasın? Kitapta gelişmeler farklı, ama ben istediğim gibi yaşlılık hayali kurabilirim, değil mi?

Yaşlıların unutmaları, olayları karıştırmaları bazen yürek burucu, bazen de komik durumlar yaratıyor. Her şeyi unuttu sandığınızda, birden çok tanıdık bir gülümseme ve bir cümle kafalarda soru işareti yaratabilir. Yoksa her şeyi anlıyor mu? Babam, adını hatırlayamadığı halde gelenin bir yakını olduğunu sezer ve “sen bizdensin” diyerek gülümserdi; çok içten, mutlu bir gülümseme. Unutkanlık olsa da duygular canlı kalıyor. Paco Roca tanıdığı yaşlı insanların hikâyelerini derleyerek, biraz da birbirine ekleyerek bu kitabı yazmış, çizmiş. İçim biraz burulsa da hoşuma gitti. Hikâyeleri derlemek çok iyi fikir.

Ev, babalarının ölümünden sonra kardeşlerin birlikte büyüdüğü yazlık evde geçiyor. Üç kardeş bir araya gelirler ve kâh geçmişi anarak kâh gelecek planlarıyla bu evi nasıl değerlendireceklerine karar vermeye çalışırlar. Artık olan olmuş, giden gitmiştir. Ev tanıdığınız ev olmaktan çıkar. Karşılayan yok, tam kurtulalım derken anılar üşüşür. Anne-baba evini kapatmak duygusal patlamalar ve hüzün dolu. Zor bir şeydir ‘ev’den vazgeçmek; eşyalarla, çocukluğunla vedalaşmak.

Hüzün derken, geliyorum bizim ülkeye. Çoğunlukla olaylar şöyle gelişiyor: Kurumsallaşma çok az olduğu için, kardeşler birbiriyle itişe-kakışa yaşlı ve hasta ebeveynine bakar. Anne-baba kaybını olmazsa olmaz bir miras kavgası izler. Mirasın büyük-küçük olması şart değil, önemli olan kavga kısmı; istikrar kavgadadır. Bu konuda mahkemeye düşen aile sayısı azımsanacak gibi değildir. Ekonomik durum kötüleştikçe itiş-kakış daha da artabilir. Kız kardeşlere mirastan pay koklatmamaya çalışma hikâyeleri mevcuttur. Paco Raco, bildik hikayelere göre daha nezih bir aile anlatıyor. Uç noktada kötülükler, insanın bakmaya utanacağı aile çatışmaları yok. Çocuklukla şimdiki zaman arasında duygusal savrulmalar, büyüme hikâyeleri, kardeşler arası ilişkiler… Siz de okuyun. Siz belki bambaşka yerlere gideceksiniz, ben buralara savruldum.