Peride Celal ile Münevver Andaç'ın hayatları Elektrik Şirketi'nin Neşriyat Bürosu'nda kesişir. Andaç, çeviri işleri ile uğraşırken Celal, daktilo olarak görev yapar. Her ikisi de para kazanmak zorunda olan iki kadındır...
12 Nisan 2018 14:05
1940’lı yıllar Türk siyasal yaşamının en karanlık dönemidir. Neredeyse bütün bir dünya, II. Savaş’ın rüzgârının önünde savrulmaktadır. Türkiye savaşa girmemekle beraber, savaşın kavuran etkilerinden nasibini alır. Anadolu’da büyük bir yoksulluk yaşanmakta; öte yanda nev zuhur savaş zenginleri ve İstanbul burjuvazisinin belli kesimleri refah içinde yaşamaktadır. Edebiyat çevrelerinde ise yeni bir dergicilik dönemine girilmiştir. Bir farkla, dünyada esen faşizm rüzgârının etkisiyle artık sağcı, ırkçı dergiler de yayın hayatındadır. Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel bir yandan kurduğu “çeviri bürosuyla” dünya klasiklerini Türkçeye çevirtirken, öte yandan bu yeni duruma ilişkin bir “denge kurmak” çabasındadır.
Bu arada Nâzım Hikmet ne idüğü belirsiz bir komplo ile hapistedir. Türk yazar-çizerlerinin, münevverlerinin kısmen korunduğu bir dönemde, özellikle Nâzım Hikmet’in “ilk hedef” haline gelmiş olması ve bu komplonun “sırları” bence bugün bile varlığını sürdürmektedir. Üstelik Milli Mücadele’nin komutanlarından Ali Fuat Cebesoy’un yeğeni olduğu halde...
Döneme ilişkin elimizdeki veri azlığına rağmen, Peride Celal’in roman ve öykülerinin sosyal tarih yazımı ve araştırmacıları için önemli bir kaynak olduğunu düşünüyorum. Peride Celal, özellikle romanlarında, bütün kahramanlarını yakın çevresinden seçer; kendisini de dahil eder. Özellikle İstanbul burjuva/bohem hayatına ilişkin oldukça ilginç ve canlı sahnelerdir. 1950’lerden sonra daha eleştirel bir dille kaleme aldığı bu “yazın”, başlı başına ayrı bir yazı ve araştırma konusudur. Ben bu yazıda hem Münevver Andaç’la ilişkilerini, hem de “bir roman kahramanı” olarak Andaç’ı ele almaya çalıştım. Önce bu iki kadının hayatlarına kısaca değinmek gerekecek, sonra da kesişen hayatlarını; Peride Celal’in romanlarındaki “Münevver”i anlatmayı deneyeceğim.
Peride Celal 1915 yılında İstanbul’da doğar, ortaokulun ilk iki yılını Saint Pulchérie Fransız okulunda okur. Savcı olan üvey babasının taşraya tayini nedeniyle çocukluğunun önemli kısmını Karadeniz başta olmak üzere Anadolu’da geçirir.
Yazı hayatına ilk gençlik yıllarında yazdığı şiirlerle başlar. “Çok kültürlü bir kadındı” dediği annesi Mirat Hanım ona önce çok okumasını öğütler, kendi kitaplığından verdiği Divan şairlerini beraberce okurlar. Şiirden vazgeçer, öykü yazmaya başlar. Henüz 16-17 yaşlarındadır, Samsun’da yaşamaktadırlar. Yazdığı hikâyeleri İstanbul dergilerine yollar, hiçbirinden yanıt alamaz. Kalkıp İstanbul’a gelir, yayıncılarla yüz yüze görüşür, yine olumlu bir sonuç yoktur. İstanbul’da anneannesinin kalabalık evinde yaşamaya başlamıştır. “Bu böyle olmayacak, sen tek başına beceremeyeceksin” diyen annesi, İstanbul’a bir gelişinde, kızını Sedat Simavi’nin çıkardığı Yedigün dergisine götürür. Mirat Hanım zor da olsa Simavi’yi ikna etmeyi başarır. Simavi’nin düzeltmesini istediği yerler vardır öyküde, genç Peride hemen kabullenir ve böylece ilk öyküsü Yedigün dergisinde yayımlanır. Sene 1935’tir. Böylece kendisine Bab-ı Âli’nin yolu açılmış olur. Teyzesinin eşi Ali Naci Karacan o sıralarda Tan gazetesini çıkarmaktadır. Yedigün dergisinde öyküyü görür. Daha önce karısının ricasına “Bizim gazetede olmaz” diyen Karacan, bu kez “Gelsin görüşelim” der. Peride’yi önce gazetenin yazarlarından Peyami Safa’ya gönderir. Peride Celal, edebiyat konusunda Safa’nın büyük yardımını görür, öykülerini onun önerilerine göre düzeltir, bir taraftan yine onun önerisiyle Mösyö Angel’den Fransızca dersleri almaya başlar (Angel o sırada Bab-ı Âli yazarlarının çoğuna Fransızca ders vermektedir).
1935-1951 yılları arasında 500'e yakın öyküsü Yedigün, Tan, Cumhuriyet, Son Posta’da yayımlanır, yine bu yıllarda yazdığı, sayısı 10’u geçen romanları, gazetelerde tefrika edilir, bu romanlardan bazıları aynı yıllar içinde kitap haline de getirilir.
Peride Celal’in şaşırtıcı sayıdaki bu “verimi”, büyük ölçüde geçimini temin içindir. Artık anneannesi ve teyzeleriyle geniş aile içinde İstanbul’da yaşamaktadır ve onlara varlığıyla yük olmak istememektedir. 1936-1940 yılları arasında sadece yazarak yaşamını temin eder. 1940 yılında Elektrik Şirketi’nin Neşriyat Bürosu'nda işe girer. Münevver Andaç’la tanışması da burada olur. Andaç burada tercüme yapmaktadır, Celal ise daktilo işindedir (Bu konuya daha sonra döneceğiz).
1940 yılında teyzeleriyle yaşadığı kalabalık ortamdan uzaklaşır, anneannesiyle birlikte Şişli’de bir apartman dairesine taşınırlar. Bir yandan şirketteki işi, öte yandan yazdığı ya da yazmak zorunda olduğu öyküler… Her iki işi birden sürdürme zorunluluğu… Oldukça zorlu ve yorucu bir dönemdir. “Yazdığım öykülerin çoğu kötüydü” demektedir bir röportajında. Ancak öyküleri büyük tiraj sağlamaktadır ve gazeteler, bu “küçük hanım yazar”dan benzer temalı romanları ve hikâyeleri yazmasını talep etmeyi sürdürürler. Anlaşılan maddi sıkıntılar içinde başka bir yol da görünmemektedir.
Peride Celal, 1944 yılında Bern Büyükelçiliği’ne memur olarak atanır. Büyükelçi Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile kurduğu dostluğun hem edebiyat yaşamına hem de sonraki ilişkilerine büyük katkı yaptığından söz edecektir. İsviçre yıllarında hem Fransızcasını ilerletir hem de gezi yazıları yazar, röportajlar yapar; bunları İstanbul’a gönderir, yayınlanır. 1948 yılında İstanbul’a döner. 1949’da Yeni İstanbul gazetesinin edebiyat sayfasında, Yaşar Kemal ve Vedat Günyol'la çalışmaya başlar. Dönemin şartlarına göre iyi para kazanırlar; 1948-51 arasında sadece 10 kadar öyküsü yayımlanır gazetelerde. 1950’lerin başında varlıklı bir avukat ve zamanın büyük holdinglerinin mali danışmanı olan Ahmet Yönsel ile evlenir. Kendi deyimiyle kocası sayesinde, artık ekmek parası için yazmak zorunda değildir. 1954 yılında yayımlanan Üç Kadının Romanı ile “asıl dönüşümü” yaşar. 1990 yılında yayımlanan “otofiksiyon” olarak nitelendirdiği Kurtlar romanına kadar, 10 civarında çoğu roman olan kitap yazar.
Bu “yeni dönem”e ilişkin, kendisiyle yapılmış röportajlara dayanarak bazı değerlendirmeler yapılabilir: Yazar “kendini buluşunun” 1949’dan sonra yazdığı kitaplarıyla olduğunu söyler. Öncekilerin çoğunun çalakalem, yazdıklarıyla geçinmek zorunluluğunun sonucu olduğunu belirtir. Bern’de geçirdiği zamanın, eksik bulduğu tahsilinin ve bu nedenle duyduğu “aşağılık kompleksinin” telafisine büyük katkısından söz eder. Üç Kadının Romanı, “yazar olarak kendisini hazır ve yetenekli” bulduğu dönemin başlangıcıdır. Bununla birlikte, önceki kitapları referans alınarak eleştirmenlerce, “edebiyat yaşamında aşama yaptı” biçiminde anılmaktan hep rahatsızlık duyar. O döneme ilişkin roman ve öykülerinin “yeni döneminin hazırlığı” olarak değerlendirilmesinden yanadır.
Peride Celal’in romanlarının hemen hemen bütün kahramanları kadındır. “İlk dönemde” aşk, ayrılık, acı gibi daha popüler temalar içinde ele alınırken 1950 sonrasında “sınıfsal kimliklerine” de vurgu vardır. Ayrıca yazarın kendisi de bütün romanlarında vardır: Bazen “gizlenerek”, bazen de kendisini saklamaya gerek duymadan. Hatta öyle ki zaman zaman, “yoksa ben durmadan kendimi mi anlatıyorum” biçiminde kuşkuya düşecek kadar... Kendisini daha yetkin hissettiği bu dönemdeki diğer kadın kahramanları da, sanki her romanında eklediği yeni ögelerle biraz “yineleniyor” gibidir. Kadın kahramanlarını yakın çevresinden seçtiği gibi, bazen de çevresindeki “üç ayrı kadından esinlenerek” tek bir kahraman yaratır. Kurtlar’ın Nilüfer’i böyle bir roman kahramanıdır mesela. Peride Celal’in kadın kahramanlarından biri de Münevver Andaç’tır. Andaç’ın romanlarında ele alınış haline geçmeden önce, bu iki kadının arkadaşlığının ilginç hikayesinden bahsetmek yerinde olacaktır.
Bilindiği gibi Münevver Andaç, Nâzım Hikmet’in, Piraye Altınoğlu’dan sonraki karısı, öz oğlu Memet’in annesidir. Aynı zamanda Nâzım Hikmet’in dayı kızıdır. 1948 yılında Bursa Cezaevi’nde tekrar başlayan ilişkileri, Nâzım’ın tahliyesinin ardından fiili beraberliğe dönüşür. Bu beraberlik bir yıl kadar sürer, oğulları Memet’in doğumunu izleyen üçüncü ayda, zorunlu olarak yurtdışına kaçmasıyla “fiilen” sona erer, ancak 10 yıl kadar, karşılıklı yazılan bine yakın mektupla ilişki devam eder. Münevver Hanım, Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’nı bulabildiği kadarıyla toparlar, Fransızcaya çevirir, Nâzım’a gönderir.
Peride Celal ile Münevver Andaç’ın hayatları Elektrik Şirketi'nin Neşriyat Bürosu’nda kesişir. İkisi de “pistonlu” olarak buraya girmiştir. Her ikisi de para kazanmak zorunda olan iki kadındır. Arkadaşlıkları kısa süre içinde gelişir. Anlaşılan o ki, zeki, entelektüel, iyi eğitimli ve iki dili çok iyi bilen Münevver Hanım’a Peride Celal büyük hayranlık da besler. Birlikte yer içerler, zaman zaman Celal’in anneannesiyle yerleştiği Şişli’deki evde beraber kalırlar. Dönemin “bohem hayatı” içinde yer alırlar. Münevver Andaç’ın ressam Nurullah Berk’le evlenip işten ayrılması ve Peride Hanım’ın Bern’e gitmesiyle araya bir dönem girer. 1948’de yurda döndüğünde Münevver Hanım’ın bir kızı vardır artık; Renan. Dostlukları sanatçılardan oluşan bir çevre içinde artarak devam eder.
1948 yılı aynı zamanda Nâzım Hikmet ile Münevver Andaç’ın mektuplaşmaya başladığı senedir. Peride Celal, Nâzım’ın mektuplarının annesiyle oturduğu eve geldiğinden bahsetmektedir. Hatta anne zaman zaman kızına geldiği düşüncesiyle bu mektupları okur ve “dili” nedeniyle, torununu azarlar. Anlaşılan “harareti” zamanla artan aşk mektuplarıdır bunlar ve Peride Hanım, Münevver Hanım’ın mektup sırdaşıdır. Münevver Andaç, Nâzım Hikmet’i Bursa Cezaevi’nde ziyaret etmeye karar verdiği zaman yanında Peride Celal ile Nâzım’ın da kuzeni olan, Sare Okçu’nun kızı Ayşe Baştımar vardır. Hep birlikte Bursa’ya giderler, bir otele yerleşirler ve ilk ziyareti Andaç gerçekleştirir yalnız olarak. Ve gel-gitli bir zaman içinde mevzu, Andaç’ın Nurullah Berk'ten boşanması noktasına ulaşır. Peride Celal bu boşanmaya karşı çıkar, arkadaşını iknaya çabalar. Peride Celal’in Kurtlar’daki anlatımına dönersek, bu tavrından vazgeçmesi için günün birinde Vâlâ Nurettin’in evine geldiğinden, şu sözlerle kendisini ikaz ettiğinden bahseder: “Şair hasta, arkadaşınıza olan sevdası tutuyor onu ayakta. M. bulunmaz bir araç bizim için. Kadını zorlayıp şairden uzaklaştırmaktan vazgeçin rica ederim”.
Münevver Hanım kararını verir, Berk’ten ayrılır; açlık grevi ve tahliyesi sonrasında Nâzım’ın yanında olur. Nâzım açlık grevindeyken af kampanyasına imza verenler arasında Peride Celal de vardır. “Özgürlük” sonrası yeni döneminde, Peride Celal de sınırlı sayıdaki dost çevresi içindedir. Kadıköy’de birkaç apartman ötelerinde oturmaktadır. Celal, bir gün Nâzım’ın da izniyle eniştesi Ali Naci Karacan’ı akşam yemeğine davet eder, yenilir içilir, Nâzım şiirlerinden okur. Karacan bu buluşmadan çok etkilenir.
Henüz bir yıl geçmişken, Nâzım’a askerlik celbi gelir. Askerde öldürüleceği haberleri ortalıkta dolaşmaktadır. Hazırlanması için süre tanınır ancak bir kefil gerekmektedir. Münevver Hanım’ın ricasıyla, Peride Celal askerlik şubesine giderek kefil olur. Anlaşılan, 1950’de yayın hayatına başlamış, Milliyet gazetesi kurucusu Karacan’ın karısının yeğeni Peride Hanım’ın “kefaleti” etkili olmuştur; kendisi de tanınan ve okunan bir yazardır ayrıca. Nâzım Hikmet gerekli hazırlıkları tamamlaması kaydıyla bırakılır. Kısa süre sonra da memleket dışına çıkar. Kaçtığının anlaşılması üzerine Peride Celal mahalle karakolundan gelen bir sivil polis eşliğinde ifadeye götürülür, burada azarlanır, terslenir; konuyla ilgili Münevver Hanım’dan bilgi getirmesi şartıyla salıverilir. Birkaç gün sonra eniştesi Karacan’la Emniyet Müdürlüğü’ne giderler. Mesele halledilir, kefalet işi “sümen altı” olur, İstanbul Emniyet Müdürü karakolu arayıp, kendisinin bundan sonra rahat bırakılmasını söyler. Bu noktada şunu da belirtmek gerekiyor. Nâzım’a Peride Celal’in kefil olduğu pek bilinmez; bu konu sonraki yıllarda şair hakkındaki kitaplarda da yer almamaktadır.
Nâzım’ın kaçışı sonrasında Münevver Hanım’ın etrafı hızla boşalır. Boşaltanlardan biri de Peride Celal’dir. Bir daha hiç görüşmezler. Kendisine kızı Renan aracılığılıyla bir mektup gönderir. Peride Hanım mektubunda “korktuğunu ve bir daha kendisiyle görüşemeyeceğini” bildirir. Kendi deyimiyle bir tür “özür mektubudur” bu. Aralarındaki arkadaşlık böylece biter ama “mesele” bitmez. Önemli bir konu vardır: Nâzım’ın tahliyesinden sonra, güvende olmasını umarak eşe dosta verdiği şiirler: Memleketimden İnsan Manzaraları. Bu kopyaların bir kısmı yakın akrabalardan bazılarına, bir kısmı da Peride Celal’e teslim edilir. Peride Hanım ismini açıkça zikretmese de teyzesine, yani Ali Naci Karacan’ın karısı Hidayet Karacan’a bırakır bu kopyaları. O da Nâzım’ın kaçışı sonrasında kopyaları korktuğu için yakar.
Şunu da belirtelim, yukarıdaki bilgilerden bazıları Peride Celal’le yapılmış röportajlardan ve “oto-fiksiyon” olarak adlandırdığı Kurtlar adlı romanından derlenmiştir (Vâlâ Nurettin, Kurtlar’da “köşe yazarı” olarak anılmaktadır).
Gelelim Peride Celal’in romanlarındaki Münevver Hanım’ın “varlığına”…
Kırkıncı Oda, evvela 1957 yılında Cumhuriyet gazetesinde tefrika halinde yayımlanır. 1958 yılında ise Tan Matbaası roman olarak basar. Yıllar sonra Selim İleri’ye “Konusunun ardında Nâzım Hikmet’in macerası vardır” diyecektir Peride Celal. Zaten dikkatli okurdan kaçmayacak kadar ayan beyandır bu durum. İleri’nin Kırkıncı Oda’ya ilişkin başka bir sorusuna yanıtı ise “Nâzım’ın adının anılmadığı dönemlerde. Elden geldiğince. Tabii olayların siyasal boyutu üzerinde o zaman duramazdım. Sonra Kurtlar’da yazdım” olur.
Kırkıncı Oda’nın iki kadın kahramanı vardır: İki yakın dost; Semiha ve Ayşe. Roman Ayşe’nin hikâyesi üzerine kurulu olsa da, romanın bütününe bakıldığında ve özellikle sonuna doğru, “esas kadının” Semiha olduğunu anlarız. Semiha yalnız, mutsuz, yetenekli ama kıymeti bilinmemiş bir heykeltıraş; Ayşe ise iyi bir ev kadınıdır, ayrıca sanat eleştirmeni kocasının çıkardığı dergiye yardım eder, çeviriler yapar, yazı yazar. Bu arada memleketin “büyük yazarı” bir kaza sonucu öldürdüğü arkadaşı nedeniyle Paris’e kaçmak zorunda kalmıştır. “Büyük yazarın” karısına yolladığı mektup, postacının hatasıyla Ayşe’nin evine gelir, yakın adreslerde oturmaktadırlar. Ayşe mektubu okur ve çok etkilenir. Cevap yazar ve böylece “yazar”la mektuplaşmaya başlarlar. Mektuplar vasıtasıyla ve zamanla ateş bacayı sarar. “Yazar”ın mektupları Ayşe’nin kocasının eline geçmesin diye, Semiha’nın adresine gelir. O vakte kadar arkadaşının yaptığını onaylamayan ve “yazar”a karşı olumsuz hisler taşıyan Semiha da evine gelen mektuplardan çok etkilenir, “Fevkalâde adam bu!” diye düşünür ve hatta “Böyle bir adam kurtarabilir beni… Böyle bir adam, böyle bir adam!..” diye… Ayşe bir zaman sonra kararını verir, “çok sıkıldığı aile hayatından ve kocasından” ayrılıp Paris’e sevdiği adamın yanına gider. Ancak Ayşe’nin kocası boşanmaya yanaşmaz, ikisi arasında aracılık işi Semiha’ya kalır. Roman boyunca Ayşe’nin kocası Nihad “amatör sanat eleştirmeni, yeteneksiz, miskin, görüntüsüne düşkün” vs. gibi sözcüklerle tarif edilir. Bu görüşmeler esnasında Nihad, Semiha’ya da kur yapmaktan geri durmaz. Ayşe, Semiha’yı ısrarla yanına çağırmaktadır. Sanatını da ilerletmek düşüncesiyle kabul eder, Paris’e gider. “Büyük yazar”la aralarında büyük bir dostluk, biraz da dile gelmeyen bir “hoşluk” olur. Ayrıca kendisini bir sürpriz beklemektedir, Ayşe hamiledir, çok mutludur. Ama “yazar” özgürlüğünü kaybedeceği korkusuyla bunalıma girer, artık yazamaz, üretemez olur. Roman Ayşe’nin kocasıyla ilişkisini bitirmek için İstanbul’a giderken uçağının düşmesi ve böylece ölümüyle sona erer.
Kırkıncı Oda, dili, kurgusu vs. açısından belli bir seviyeyi tutturmuş bir roman olsa da bu yazının konusu “edebiyat eleştirisi” değil; edebiyat tarihi içerisinde bir döneme ışık tutmaya yardımcı olmak, meraklısı için “dönemin kişilerini” tekrar ve yeni bir bakışla anmaya, anlamaya çalışmak.
Okuyan herkesin fark edebileceği gibi Semiha, Peride Celal’in kendisidir, Ayşe Münevver Andaç, yazar ise Nâzım Hikmet’tir. Roman boyunca, Semiha, Ayşe’nin özgürlük tutkusuna ve hayatını yeniden kurma cesaretine adeta hayrandır ama romanın pek çok yerinde Ayşe’ye deyim yerindeyse inceden inceye “öfkesini” de görürüz. “Bencil, kendinden başka kimseyi düşünmeyen, bir gün heykelinin dikileceğini düşünen” bir “dişi” olarak tasvir edilir.
Asıl ilginç olan şudur: Münevver Andaç bu romanın tefrikasından bazı bölümleri Cumhuriyet gazetesinden okur. 3 Temmuz 1957 tarihli mektubunda Nâzım Hikmet’e romanı alaycı bir dille özetledikten sonra, şöyle demektedir: “Ama okuyanlardaki reaksiyonlardan ben çok şey anlıyabildim, bu sayede, yani faydası oldu benim için. Hiç değişmeyen bir tefsir Peridenin ne kadar kıskandığı, “romancı” ya ne kadar vurulduğu oldu. Zavallı Peride. Kızmak gelmiyor, acımak geliyor insanın içinden. Sevilmenin tadını anlıyamadan yaşlanmak, bu dünyadan göçmek acı bir şey her halde. İnsanda nikbinlik diye bir şey bırakmaz.”
Anlaşılan, 1957 yılında Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilirken birçok kişi roman kahramanlarının kim olduğunu fark etmiştir.
Üç Kadının Romanı (1954), Üç Kadın adıyla 1987 yılında Remzi Kitabevi tarafından tekrar yayımlanır. İlk basım tarihi itibarıyla Kırkıncı Oda’dan öncedir. Ancak apaçık görünmektedir ki, bu roman Kırkıncı Oda’ya bir hazırlıktır aynı zamanda. Zaten bunu Peride Celal’in kendisi de roman kişisi Fatma’ya söyletmektedir; karı-koca sorunu üzerine yeni bir roman tasarlamakta, hatta kişilerini, konusunu, kurgusunu artık bilmektedir. Leyla ile kocası Selim’in romanı olacaktır. “Leyla. Becerikli, güçlü, bilgili. Onu anlatmak hoş olacaktı (…) Kadın özgürlüğünün bir simgesi gibiydi Leyla Fatma’nın gözünde. Karamsarlığın karşısında parlayan mutluluk, az rastlanan bir kişilik! (…) Leyla bütün bir romanı doldurabilirdi. Selim’in kişiliği silik kalacaktı. Arkada gölge bir adam!”
Roman üç kızkardeşin hikâyesi üzerine kuruludur. Fatma, Belkıs ve Renan. Romanın asıl kahramanı Fatma’dır. Peride Celal, kendi yazarlık hikâyesini biraz da eleştirel dille Fatma üzerinden anlatır: Piyasa romanlarından “toplumsal/toplumcu” meseleleri içeren hikâyelere geçişini… Bu süreçte kendi hikâyesinin yanı sıra yazarları, çizerleri, sanat insanlarıyla Bab-ı Âli’nin hikâyesi de resmedilir. Aynı zamanda kızkardeşi Belkıs ve onun ilişkileri üzerinden Demokrat Parti’nin yarattığı yeni zenginler ve yaşamları son derece canlı biçimde anlatılır.
Fatma ve Leyla’nın hikayesine dönecek olursak... Leyla romanın başında ve kısa süreliğine dahil olur. Fatma ile kocasının evindeki bir akşam yemeğinde, bol içki ve edebiyat-sanat tartışmaları eşliğinde… Fatma’nın yakın arkadaşıdır: “Leyla ile öğünürdü Fatma. Onun yakın arkadaşı, sırdaşı, kafadaşı olmaktan onurlanırdı gizliden.” Leyla, görünüşte mutlu, iyi bir evliliği, evi, bir de çocuğu olan, entelektüel bir kadındır Fatma’nın gözünde. O gece gerçekten durumun böyle olmadığını, Leyla’nın evliliğinden de, evinden de, bitmek bilmeyen edebiyat tartışmalarından ne kadar sıkıldığını öğrenir. Kısa süre sonra da “kocasını ayartıp”, Paris’e kaçmalarıyla, dostluğu derin bir hayal kırıklığına dönüşür.
Bundan sonra Leyla’ya Fatma’nın “hatırlamaları” ile rastlarız romanda. Tanışmaları, Fatma’nın çalıştığı şirkete Leyla’nın çevirmen olarak işe girmesiyle başlar. Kısa süre içinde dostluğa dönüşür. Leyla, Fatma’ya “deri kılıfı” içinde muhafaza ettiği Mansfield’ın kitaplarını getirir, onu daha iyi şeyler yazabileceği yönünde sürekli yüreklendirir. Fatma Mansfield’a hayran olur, onun gibi yazmak ister. Bu “deri kitap kabı” meselesi önemlidir; Fatma’nın en özendiği şeylerden biridir. Eline para geçer geçmez bu “kitap kabından” almaya karar verir. Geçmişe dönük bu “sahneler” içinde Leyla’ya zaman zaman öfke duyar, ama çoğu zaman da, kocasını kaybetmekten çok, Leyla’yı; Leyla’nın dostluğunu kaybetmekten üzgündür. Leyla’nın “sanat eleştirmeni” kocası, karısının kendisine döneceğinden emindir, etrafı “karısının Paris’e geziye gittiği” yalanıyla oyalamaya çalışırken, Fatma da dahil, diğer kadınlara asılmaktan geri durmaz. Fatma için ise yeni bir dönem başlar, zor da olsa, kocasını düşünmeyi bırakır, hayatından çıkarır; aynı çevreden “toplumcu/gerçekçi” şairle aşk yaşamaya başlar. Leyla gibi o da, yani Arif Hikmet de en başından beri onu toplumsal meselelere yönlendirmeye çalışmaktadır: “Böyle olmaz, başka bir dünya var sizden öteye, başka insanlar var, memleket var bütünüyle! Memleketinizin insanları var!” demektedir. Ve nihayet hiç kimsenin başaramadığını başarır Arif Hikmet, bir “insanlık söyleviyle” onu terk edeceğini söyler, “romancılığının önünde engel olacağını düşündüğü” gebeliğini bitirmekten böylece vazgeçirtir.
Fatma’nın Peride Celal, Leyla’nın Münevver Andaç, Arif Hikmet’in biraz Nâzım Hikmet olduğunu seçmek çok da zor değildir. Ayrıca kanımca Üç Kadın, kurgusu ve dili bakımından, sonraki romanı Kırkıncı Oda’dan daha başarılıdır.
Başında da belirttiğimiz gibi, yazarın son döneminde kaleme aldığı ve sanat/edebiyat çevresinden çoğu kişiyi adıyla andığı “oto-fiksiyon” romandır Kurtlar. “Diğerleri”nin kim olduğu edebiyat çevrelerinde epeyce konuşulmuştur. Peride Celal bu romanıyla 1991 yılında Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanmıştır.
Roman, aynı zamanda “anlatıcı” olan kadın yazarın, kocasının ölümünden sonra kendisiyle, bu ölümle, çevresiyle “iç hesaplaşması” üzerine kuruludur. Aslında bir “yirmi dört saatin” romanıdır; “anlatıcının” geriye dönüşlerle evinde geçirdiği “sancılı” bir günün hikayesidir. “Kurtlar” metaforu, esas olarak romanda anlatılan 1970’lerin sonunun politik iklimindeki, cinayet şebekelerini tanımlamakta kullanılmış olsa da (ki bu durum çok eklektik kalmış ve kanımca bir türlü romanın dokusuyla bütünleşememiştir), “diğer kurtlar” anlatıcı-yazar’ın çevresinde yer almış, entelektüel çevrenin/Bab-ı Âli’nin bazı “olumsuz kişilikleri” ni betimlemekte kullanılmıştır.
Münevver Andaç’tan “M.” diye söz edilirken, Nâzım Hikmet “Şair”, bazen de “Büyük Şair” olarak anılmaktadır. M., romandaki “anlatıcı”nın bir zamanlar çok yakın arkadaşı, aynı zamanda “Şair”in karısıdır.
Yazının başında, bazı bilgileri Kurtlar’dan derlediğimden söz etmiştim. Biraz bunlara açıklık getirmek, yanı sıra ilginç bulduğum bazı konulara değinmek isterim. Artık “anlatıcı” olarak değil, ismiyle, yani Peride Celal olarak bahsedeceğim. Roman boyunca göze çarpan şeylerden biri, Celal’in Münevver Andaç’ın dostluğunu kaybetmiş olmaktan duyduğu derin üzüntü gibi görünmektedir. Celal, romanda Münevver Hanım’dan, yaşamında önemli bir yol gösterici, hatta onu tanıyan ve anlayan, ona en yakın kişi olarak bahseder. Münevver Hanım’la yakın olduğu dönemi, hayatının en güzel yılları; inançların, sevdaların, umutların, kavgaların tükenmediği, ortalığı kurtların sarmadığı bir zaman olarak tanımlar. Romanda “Küçük Hoca” Peride Celal’e şöyle seslenir: “Biliyorum M’yi hiç unutmadınız, hayatınızın en önemli bölümünü onunla yaşadınız.” Romanın önemli kişilerinden “teyze kızı Nilüfer”le yaptığı sohbetler için kocası “Geçmiş hikâyeleri yeniden yaşamak, durmadan o kadından konuşmak, bıkmadınız mı artık” diye söylenir. Nilüfer de "şair"i tanıyan ona aşık diğer kadınlar gibi, Münevver’den hoşlanmaz, kıskanır. Hatta yalnızca kadınlar mı? “Şairi sevenler M.’yi sevmediler. Yüzüne güldüler yalnızca. O büyük namlı kişiyi almıştı ellerinden. Kıskançlık içlerini yiyordu eski dostların, eski sevdalıların” demektedir romanda.
Celal'in Yeni Gazete’den ayrılmasına ailesi maddi nedenlerle karşı çıkarken M., bu işten ayrılmasına yazılarından alıkoyduğu için en büyük desteği verir. Kitaplarının çoğunu M.’den ödünç alır, hatta ondan özenip kahverengi deri kitaplık edinir. Kurtlar’da sık sık dile getirdiği “yaşam korkusu”na dair M. nin “eleştirilerine” de yer verir: “M.’ye göre, sen … kimseleri sevemeyecek ve durmadan ‘hayat ne acı’ diye sızlanacaktın.” Yine Münevver Hanım’ı andığı başka bir yerde kendisine ilişkin şu “itirafta” bulunur: “Oyun bitti artık. Şimdi kimseyi sevememenin acısı yakıyor içini. Başın ellerinin arasında, yanaklarını avuçlamış, ovuşturuyorsun. Neden istemiyordun, neden kaçıyordun sevgilerden, dostluklardan? İçimdeki korkulu çocuktu istemeyen. Oydu bir köşeye sinmiş ağlayan, acı çeken ve inanmayan!” Kurtlar’da ve diğer romanlarında, “sevmek korkusu” ve “sevememenin ızdırabı” teması sıkça işlenir.
Nâzım Hikmet’in hapishaneden çıkışıyla, dostlukları perçinlenir. Haftada birkaç kez karı-koca, sonra da bebekleriyle evlerine konuk olduklarından söz eder Peride Celal. Nâzım’ın askerlik meselesinin halledilmesi için kefil olmasından yukarıda söz etmiştik, ancak dikkatimi çeken bir husus, Peride Celal’in bu olayı anlatırken M.’nin kefil olmasını rica etmek üzere sarfettiği “Münevver’in kucağında çocuğuyla, ağlayarak evine gelmesi” biçimindeki ifadesi oldu. Bu cümlenin kitabın farklı yerlerinde üç kez tekrarlanması ise ayrıca dikkatimi çekti. Bir zamanlar yakın dost olmuş bir kadının çaresizliğinin böyle ve ısrarla ifade edilmesini doğrusu biraz yadırgatıcı buldum.
Peride Celal, Kurtlar’da Nâzım Hikmet’e “ayrıcalıklı ve özel” bir yer verir. “Kısacık bir zaman dilimi içinde tanımıştım şairi, M. yi tanıdıktan çok sonra, hapisten çıktığında” der. Şair, romanda yazarın “inandığı insanların” başında gelir: “M.’yi öldürür yüreğinde diğer ölülerle… Ama şairler ölmez.” Nâzım Hikmet’in kendisi için söylediğini belirttiği şu sözleri her vesileyle tekrarlar: “Çakallarla dolu karanlık bir ormanda küçük baltanla yol açmaya çabalıyorsun sen.” Anlaşılan Peride Celal bu sözlerden çok etkilenmiştir, hatta kitabın adının Kurtlar olması, okurun aklına bu sözlerden mülhem olma ihtimalini de getirmektedir. Ancak söz konusu “sevda” olduğunda, “Sevmesini hiç bilmedi ama, sevda şiirlerini güzel yazardı” demektedir. Bununla beraber şairi, “şair yüreği” ile “kayırmaktan” da geri durmamaktadır: “Ne çok kadınları oldu! Hepsine delice aşık oldu, hiçbirini sevmedi gerçekten. Şair yüreğinde parlayıp sönen alevler… Güzelliğe, gençliğe tutku çoğu yalnızca.” Romanın kendisinden sonra en önemli kişisi “teyze kızı” olarak yer alan Nilüfer’in de diğer kadınlar gibi şaire aşık olduğunu düşünmektedir Celal. Ya kendisinin “büyük aşkı”, gerçek olan tek sevdası?... “Bunu kimseye söylemedim, söylemeyeceğim. Nilüfer, belki o biliyor yalnız. Nilüfer’in korkunç sezişi…” Yeri gelmişken belirtelim, Sennur Sezer, yıllar sonra kendisiyle yaptığı röportajda, “Ben, Nâzım’dan söz ederken yüzünün pembeleşmesini, ona duyduğu hayranlıktan olduğunu söyletemedim. ‘Ona herkes hayrandı’ dedi yalnızca” demektedir. Bu taraftan bakınca Kurtlar, kendisiyle “gerçekten yüzleşememenin” romanıdır. Aradan geçen onca yıla rağmen üstelik.
Daha önce de söz ettiğim gibi, Münevver Hanım’a Nâzım’ın kaçışı sonrasında yazdığı ve kızı Renan’la gönderdiği mektupta “Korkuyorum, gelemiyorum” der. Bir daha hiç görüşmezler. Bu arada Andaç’ın kızı Renan, babası ressam Nurullah Berk ile yaşamaktadır ve bir süre sonra annesiyle görüşmeleri, Münevver Hanım’ın evinin önünde yirmi dört saat bekleyen polis arabası gerekçesiyle babası tarafından tümden yasaklanır. Münevver Andaç kızıyla görüşebilme yolları arar. Nâzım Hikmet karısına 1955 yılında Moskova’dan yazdığı bir mektupta, “Renandan ne haber? Pek merak ediyorum, Perideye mektup yazacağım, diyordun, yazdın mı? Bir faydası dokundu mu? Ben şahsen ondan sana bir fayda geleceğini sanmıyorum” demektedir. Nurullah Berk, Peride Celal’in ahbabıdır; Münevver Andaç’la evli olduğu yıllarda, “bohem hayatın” önemli kişilerindendir. Kurtlar’daki anlatıya göre, Andaç’tan boşandıktan sonra “ressam” Peride Celal’e evlenme teklifinde bulunmuş, daha sonra Peride Hanım’ın kız kardeşi Efser ile evlenmiştir. Münevver Andaç, kızı Renan’la ilgili Peride Celal’den yardım istemiş midir bilemiyoruz, ancak Kurtlar’da bu konuya dair herhangi bir şey bulunmamaktadır.
Daha önce de söz ettiğimiz gibi Nâzım Hikmet’in kaçışı sonrasında Münevver Andaç, eşte dostta kalan, bir kısmını kendilerinin emanet ettiği Memleketimden İnsan Manzaraları’nın peşine düşer. Andaç o koşullarda toparlayabildiklerini Fransızcaya çevirir, mektuplaşmalarına izin verildiği1955 yılında Nâzım'a yollar. Nâzım önce İtalya ve Fransa’da basılan kitabın 1961 yılında, Moskova baskısına yazdığı önsözde bu konuya şöyle değinir: “Size tuhaf gelecek ama altmış iki bin satırın tümünün bir ikinci kopyasını çıkarmaya vakit bulamamıştım. İstanbul’da kalan biricik sayı parçalara bölünerek dost evlerine dağıtılmıştı. Moskova’ya geldikten biraz sonra bunların ya polisin eline geçtiği ya da yakıldığını haber aldım. (…) Aradan yıllar geçti ve 1956’da polisten ve ateşten kurtulan bazı parçalar Moskova’ya gelmeye başladı. Bugün elimde on yedi bin satır var”.
Hapishaneden çıktıktan sonra, polis baskısı nedeniyle, şiirlerin güvende olması amacıyla bir kısmının da Peride Celal’e verildiğinden söz etmiştik. Ancak bunların miktarı konusunda karışıklık vardır. Gazeteci Orhan Karaveli, Nâzım Hikmet’le Moskova’da yaptığı görüşmelere dayanarak, “Destan’dan bazı parçaların; kırk beş bin kadarının Peride Celal, Ali Naci Karacan ve bir akrabasına bırakıldığını” belirtir. Bunu ilk kez Şubat 1978 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Nâzım Hikmet’le Moskova’da” yazı dizisinde açıklar. Ve yaklaşık kırk beş bin dizenin kayıp olduğunu belirtir. Bunun üzerine Peride Celal Mart 1978 senesinde Cumhuriyet’e bir açıklama gönderir. “Bir Açıklama” başlığıyla yayımlanan yazısı, doğrudan Vâla Nurettin’i ve ondan daha fazla Münevver Andaç’ı hedef alır. Celal, o güne kadar ki suskunluğunun sebebini “çok önem verdiğim bir dostluğun nasıl düşmanlığa dönüşüp yozlaştığını gözler önüne sermemek kaygusu” olarak açıklar. Başta Münevver Andaç olmak üzere, yakınlarının yalan dolu mektuplarla karalandığını söyler. 50’li yıllarda yazılan mektupların içeriğinden haberdar olması tuhaf bir durumdur, biraz da muammadır kanımca. Üstelik bahsettiği “çevreden” uzak olduğu bir dönemdir. Kurtlar’da “bir dişi kurdun”, yıllarca elini sıktığı bir muhbirin kendisi hakkında "şair"e mektup yazarak “titrek, kocamış bir para babasıyla evlenerek paçayı kurtardığını” yazacaktır.
Öte yandan Celal, hem bu açıklamada hem de Kurtlar’da, kendisine teslim edilen şiirlerin yakıldığını kabul eder. Ancak yakan kendisi değil, daha emniyette olacağını düşündüğü için teslim ettiği bir yakınıdır. Bu “yakını”, Nâzım’ın kaçışı sonrasında korkuya kapılıp elindekilerin hepsini yakar. Ayrıca iddia edildiği gibi, kırk beş bin dize değil “sadece on-on beş sayfadır ve başka kopyaları da vardır; üç kopyadan yalnızca biridir”. Daha da ötesi, Vâla Nurettin'in Bu Dünyadan Bir Nâzım Geçti kitabında şiirlerin gerçekte yakılmadığında, şiirleri alıkoyup bir gün kendi adıyla yayımlayacağına ilişkin sözlerinden rahatsızlık duyar Celal. Hemen belirtelim, Vâ-Nu’nun kitabının doğru adı, bilindiği gibi Bu Dünyadan Nâzım Geçti’dir. Peride Celal açıklamasının iki yerinde kitabın adını yanlış yazmıştır, ayrıca elimdeki ikinci baskıda buna dair tek satır bulunmamaktadır (İlk basımı yine aynı adla 1965 yılında yapılmıştır, ilk basımında da bulunmamaktadır. Kitap yayımlanmadan önce, yine 1965 yılında, kısmen Meydan gazetesinde yazı dizisi olarak tefrika edilmiştir. Orada da böyle bir husus bulunmamaktadır).
Peride Hanım, Nâzım’ın “sahte dostu” Vâlâ Nurettin’in bu kitapla, “Şair’in sırtından ün ve para kazanmak” peşinde olduğunu iddia eder. Kurtlar’da anlattığına göre kitabın yayımlanmasından sonra “romancıya” [Kemal Tahir]’e gider, “O da başka nedenlerle yaralıdır”. Romancı, “Olur böyle şeyler edebiyat çevrelerinde” diye teselli eder, bu sözler üzerine “yazarlar arasından ve edebiyat çevrelerinden” hızla uzaklaşır.
Kurtlar’daki anlatısına bakılırsa ilk uzaklaşması evliliği sonrasında olur. “Yeni patronu” kocasıdır artık, onun koyduğu “sınırlar” içinde yaşamaya başlar. Münevver Andaç’la yakın dostluğunun “dramatik” biçimde bitişinin asıl sebebi ise yazdığı mektup sonrasında uzaklaşmalarından çok, Memleketimden İnsan Manzaraları’nın kendisine bırakılan parçalarının hazin sonudur.