Salgın ve karantina günlerinin baskısını Bolu F Tipi cezaevinde yaşayan Murat Çetinkaya, Coetzee'nin Dostoyevski'yi bir roman kahramanı olarak tasvir ettiği romanı hakkında yazdı.
28 Mayıs 2020 16:15
Yaşamakta olduğumuz bu olağan dışı salgın günlerinde roman okumak, ruha nefes aldırma dışında yaşam umudunu ve sevincini koruyup geliştirmenin en işlevsel yöntemlerinden biridir diye düşünüyorum. Bu düşüncemi gerçekleştirmek için, uzun süreden beri okumayı arzuladığım halde çeşitli nedenlerden dolayı bir türlü okuma olanağı bulamadığım romanları okumaya öncelik vermeye başladım.
Bu sırada okuduğum romanlardan biri de J.M. Coetzee’nin Petersburglu Usta romanı oldu.
Her şeyden önce romanın adının benim için anlamlı ve ilgi çekici olduğunu belirtmeliyim. Romanın konusu, kökleri, edebiyat evreninin en verimli ve vahşi vahasına uzanıyor. Coetzee, edebiyat tarihinin en çok okunan ve okundukça da kendisini yeniden üretmeye devam eden yazarlarından birinin, Dostoyevski’nin özel hayatından yola çıkarak edebi hayatına uzanmış; bütün bunları o dönemin Rusyası’nın sosyal ve siyasal olaylarını içeren, çelişki ve çatışmalarını kapsayacak düzeyde bir metinde bir araya getirip işleyerek yaratıcı bir çalışmaya imza atmış.
Coetzee, J. Frank’ın Çağının bir yazarı: Dostoyevski (Everest Yay., 2016) adlı anıtsal eserinin adeta kurgusal bir özetini yapmış ve “biyografik kuramsal roman” denebilecek, özgün bir metin yazarak oldukça zor bir işin üstesinden başarıyla gelmiş. Bunu yaparken de yazar ve anlatıcı kimliğini olabildiğince müphemleştirip dışarıdan bakan keskin gözlü bir gözlemci gibi davranmış. Dostoyevski’nin bilincini, ruh ve duygu dünyasını içten kuşatıp kavramaya çalışarak onun düşünme tarzını ve konuşma biçimini gayet samimi şekilde anlatıya dönüştürüp sahici kılmış.
Coetzee okurlarının aşina oldukları, romanın odağında yer alan “telafi çabası” bu romanda da varlığını yoğunca hissettiriyor. Ama aynı zamanda, Dostoyevski’nin karmaşık anlatı tekniğini de belli yönleriyle çözümleyerek okurlar için bir nevi Dostoyevski okuma kılavuzu hazırlamış oluyor.
“Gönüllü sürgün” olarak yaşadığı Almanya’nın Dresden kentindeyken aldığı bir telgrafla üvey oğlu Pavel’in ani ve kuşkulu ölümünü öğrenen Dostoyevski’nin Ekim 1869’da Petersburg’a dönüşü, Coetzee metninin başlangıç noktasını teşkil ediyor. Bir polisiye olayın araştırılmasıyla gelişen anlatının matrisi açıldıkça, Dostoyevski’nin artık kaçma olanağı bulamadığı bir dizi farklı hikâyeyle yüzleşmek zorunda kalışına tanık olan okur, bir yönüyle de Dostoyevski’nin gerilimden beslenen ve karanlıkta derinleşen dünyasını daha yakından gözlemleme, tanıma ve anlama imkânına kavuşuyor.
Coetzee metninde yer alan 'kurgu karakteri Dostoyevski’nin gerçek ve kurgusal yaşamını daha derin anlamak için kavramsal ve kuramsal açılardan yakın ve karşılaştırmalı bir okuma yapmanın yararlı olacağına inanıyorum. Hiç kuşkusuz, bu yazının amacı ve kapsamı detaylı bir Dostoyevski okumasına imkân vermiyor. Ama yine de Coetzee metninde tartışılan kimi söylem ve eylemler çerçevesinde, kısa vurgularla olsa deneysel bir okuma yapmaya çalışacağım.
Coetzee metni, Dostoyevski romanlarının karakteristiği olan bağımsız ve bütünleşmemiş seslerin ve bilinçlerin çokluğunu, hepten meşru olan seslerin sahiciliğini sahiplenerek çok sesli romanın iç dünyasını dışa açar. Döneminde yeni bir roman türü olarak Dostoyevski tarafından geliştirilen “çok sesli roman”da karakterlerin kendileri ve dünyaları hakkında söyledikleri, genelde yazarın düşüncesinin edebi açılımı olarak “yaratıcının sesi” gibi anlam kazanır. Bu gerçekliğin, geliştirilen olası yorumlara nazaran daima daha güçlü ve şaşırtıcı biçimde yaşam ve edebiyat arasında bir bağ oluşturduğunu Petersburglu Usta metni de çarpıcı biçimde göstermektedir.
Edebiyat, psikoloji ve ideolojinin iç içe geçirilip işlendiği ve bütünüyle bireysel ve toplumsal ilişki, çelişki ve çatışmaların belli bir öğretiye bir gönderme ile ilişkilendirilip değerlendirildiği Dostoyevski’nin edebi dünyasını Coetzee esasen iki açıdan ele alır. Birincisi, kendi yarattığı Dostoyevski karakteri şahsında, diğeri de “Petersburglu Usta” olarak yazar Dostoyevski özelinde. Oldukça özenli ve hassas bir denge üzerinde inşa ettiği metin bizi karşılaştırmalı Dostoyevski okumasına götürüyor. Bu anlamda Coetzee metnindeki kurgu karakteri Dostoyevski’nin kimi söylem ve yaklaşımlarını, yazar Dostoyevski ve yarattığı karakterle birlikte okumaya çalışacağım. Yine Coetzee metninde ön plana çıkan temaları, eril cinsiyetçi söylemleri baba-oğul ilişkisi ve siyasal şiddet anlayışıyla bir arada değerlendirerek anlatının içeriğiyle referans aldığı zihniyet dünyasına biraz yakından bakmayı deneyeceğim.
Petersburglu Usta metnindeki Dostoyevski karakterinin bakışına maruz kalan her kadın, ânında cinsel objeye dönüştürülür. Kadını varlığı ve bedeni ile cinsel arzuyu kışkırtan bir nesneye dönüştüren bu karakter, gördüğü kadını “bekçi kulübesinin arkasına sürüklemek, elbiselerini sıyırıp ona sahip olmak istiyor” (s. 17). Bir cinsel obje ve sahip olunması gereken varlık olarak “kadını çıplak görmek istiyor” (s. 20). Çünkü kadının giyinik hali onun için hiçbir uyarıcı özellik taşımıyor. Hatta “kemikli kalçaları, upuzun dişleri ve yürürken takırdayan ayak bilekleriyle ölümü” bile çağrıştırıyor…
Ahlaki açıdan utanç çeperini aştığı için aşırı uçlara gitmekten çekinmeyen, bu yüzden küçücük çocukları satmayı Neçayev’e önermekte sakınca görmeyen ve “annesini seven biri kızını da mı arzular?” diye düşünerek, hatta birlikte olduğu ev sahibesinin kendisinden önce üvey oğlu ile yattığını hayal ederek ensesti meşrulaştıran –Coetzee’nin kurgu karakteri– Dostoyevski için cinsellik hepten duyumsayabildiği ama sınırını asla belirleyemediği ve başka biçimde tanımlayamadığı şeytani ve yıkıcı gücün simgesidir. Bu Dostoyevski için “gecenin içine dalıp kocasının yeniden kumar oynaması için elinde parayla dönen bir kadın kutsaldır.” (s. 91).
Bir metin karakteri olan Dostoyevski’nin bu düşüncelerini yazar olan Dostoyevski’nin kendi metinlerinde estetize ederek gerçekleştirdiğini biliyoruz. Örneğin Suidrigoylov gibi bir karakterin şahsında hayvani saldırganlığın sınırını kendisi bile ölçemez ama varlığını gayet iyi bildiği bir gücü etkileyici biçimde açıklayıp hikâye etmiştir. Bir başka hikâyede ise, Strovgin küçük Matryoşa’nın ırzına geçmeye, kızcağız hayatına son verirken iğrenç bir şekilde buna seyirci kalmaya kadar vardırmıştır işi. Strovgin ahlak sınırlarının ötesine geçme girişiminin uç noktasına varırken, “Hayatımda ilk kez hayatımın kuralı diyebileceğim bir şeyi formülleştirdim” diyebilmekte. Formülleştirilen hayatın kuralını yazan kişinin hikâyesinde olağanüstü şehvani zevk aldığını tahmin etmek zor değil. Şehvet düşkünlüğü sahibini içerisinden çıkılmaz bir labirente sürüklemiştir neticede. Dostoyevski edebiyatının “kutsal kadını”, hiç tartışmasız, babasına içki ve kumar parası bulmak için bedenini satan Sonya’dır.
Bu karşılaştırmalar göstermektedir ki, Dostoyevski bütün oluş halleriyle kaba, eril cinsiyetçi bir anlayış ve yaklaşıma sahiptir.
Petersburglu Usta’da üvey oğlu Pavel’in kuşkulu ölümünü araştıran Dostoyevski, araştırmanın ilerleyen aşamalarında giderek kendi geçmişinin yaşanmış gerçekliğiyle karşılaşır ve anlatı onun üzerine yoğunlaşır. Hem Pavel’in geride bıraktığı defteri okurken hem de Neçayev’le yaptığı siyasi ve felsefi tartışmalar sonucu açıkça anladığı gerçekliğini cesurca kabul etmeye yanaşmadığı için, kendisiyle özdeşleşen hastalık krizine tutularak anlatıya derinlik kazandırır.
Pavel’in defterine yazdığı, “Sefahat düşkünü oğlunu bağışlayan baba rolünü oynamaya bayılır” cümlesiyle sarsılan Dostoyevski, çocukluğundan beri içinde bir yara gibi taşıdığı babayla rekabet etme güdüsünü atağa geçirerek Pavel’in yazma uğraşını “belki de babasına ulaşmanın bir yolu” (s. 142) olarak değerlendirir ve derinden yaşadığı Oidipus kompleksini yansıtan bir anısını hatırlar: Çocukluk arkadaşı Albert’in çiftleşen iki sineği göstermesi. Erkek sineğin kanatlarını koparması ve sonrasında iki sineği yere fırlatıp ayağıyla ezmesi” (s. 142).
Yine Neçayev’le “babalık” üzerine yürüttüğü tartışmada, Neçayev’in, “Babanızla ilgili gerçeği biliyorum. Nasıl adi bir diktatör olduğunu, herkesin ondan nasıl nefret ettiğini, sonunda kendi köylüleri tarafından öldürüldüğünü... Babanızla birbirinizden nefret ettiğiniz için dünya tarihinin birbiriyle çatışan babalarla oğullardan oluşması gerektiğini düşünüyorsunuz. Devrimin anlamını bilmiyorsunuz” (s. 193) şeklinde kendisine yönelttiği sert eleştiri, Dostoyevski’yi yaşadığı iç çelişkiyle yüzleşmeye davet eder. Fakat karakter yapısı gereği, yaşadığı paradoksun ötekiler (Pavel ve Neçayev) tarafından ifşa edilmesi, gerçeği kabullenmesini daha da zorlaştırır. Çünkü “öteki”, Dostoyevski için anlaşılmayan, saplantılı bir sıkıntıdır. Öyle bir saplantıdır ki, “ölen ve gömülen benim” diye düşünüp, yaşayan ve yaşayacak olan da Pavel, diyebilmekte.
Freud, “Dostoyevski ve Baba Katili” adlı ünlü makalesinde şu yorumu yapar:
(…) “Psikanaliz kuramına göre, Oidipus rekabeti yüzünden Dostoyevski’nin hep hissettiği ama hep bastırdığı öldürme dürtüsüyle yapmak istediği şeyi sonunda biri yapmıştır. Kendisinin en gizli ve en dayanılmaz isteğinin gerçek olduğu haberini duyunca suçluluk duygusuna kapılmış, ilk sara nöbetiyle kendini cezalandırmıştır.” (aktaran, J. Frank, Çağının Bir Yazarı: Dostoyevski, Everest Yayınları, 2016, s. 6).
Yazar Dostoyevski’nin yaşadığı baba sorunuyla nasıl başa çıkmaya çalıştığını en iyi Karamazov Kardeşler’de görüyoruz. Babayı öldürerek sorunu köklü şekilde çözüme kavuşturma! Yani kurguda Neçayev’in, kuramda Freud’un eleştirdiği ve yaşadığı sorunu “Oidipus rekabeti” olarak tanımladığı Dostoyevski, gerçek yaşamında isteyip de yapamadığı eylemi edebiyatında gerçekleştirerek öç alma duygusunu tatmin etmiştir. Yine bu edebi cinayetiyle, yaşamda babayla özdeşleştirdiği ve varlıklarından hep rahatsızlık duyduğu Belinski ve Turgenyev’le de dolaylı ama sembolik önemi olan bir hesaplaşmaya girişmiştir. Böylelikle yaşanan ama ifade edilmediği için bütün ruhunu ele geçiren duygularını, eserlerinde “içerden bağıran başka birinin sesi” aracılıyla duyurmuştur!
Aynı temayla bağlantılı bir şekilde, şiddeti bir siyaset yöntemi olarak benimseyip uygulayan Neçayev’le tartışırken Neçayev’in sarf ettiği, “Öldürmezseniz sizi ciddiye almazlar. Ciddiyetin tek geçerli kanıtı bu” söylemini yazar Dostoyevski metninde şu şekilde okuruz:
“Ciddiye alınmak için arkadaşlarını dize getirmeyi başaramayan ya da onlara yeteri kadar hakaret edemeyen yeraltı adamı, tipik şekilde intikamını zavallı kızdan (Liza’dan) almayı umar; kıza ne kadar itici görünürse onu isteklerine boyun eğmeye zorladığı için bencillik duygusu o kadar okşanacaktır.”
İki farklı kişi tarafından geliştirilen söylem, aynı anlama gelir. Ciddiye alınmak için ötekini öldürmek veya boyun eğdirmek! Coetzee metninde her ne kadar çatışma halinde var olsalar da, örtük biçimde Neçayev ile Dostoyevski arasında bir uzlaşının olduğu hissettiriliyor. Zaten Neçayev, “Sizin Suç ve Ceza adlı kitabınızı okudum. Fikirlerimi oradan edindim” (s. 181) diyerek fikir babasını açıklar. Dostoyevski’nin en sahici, ünlü ve kurgu ötesi kahramanı Raskolnikov’u rol model aldığını söylemesi Dostoyevski’nin gururunun okşanmasına yol açar ve Neçayev’e karşı yumuşayarak “bakir bir yürek” diye düşünmesine neden olur. Ama hemen ardından fikrinden cayarak onu, “seküler bir Cizvit” olarak suçlar. Bu anlamda Neçayev yoldan sapmış günahkâr oğuldur. Raskolnikov da dik başlıdır ama iradesiz olduğu için aşağılanır. “Napoleon olmak için çıktığı kariyer yolculuğunu İncil’in önünde diz çökerek tamamlar.” Yani büyüklük sanrısına kapılan küçük insan Raskolnikov, Neçayev’e rol model olmuş ama siyasal eylemleri ve duruşuyla onu aşmıştır.
Coetzee metninde Neçayev asi oğul olarak İsa ise, Dostoyevski de kendini tam olarak iradeleştirememiş “baba”dır.
Coetzee, “başkalarının çektiği acıdan haz almaktan” fazlasıyla utandığı için cümlelerini zaman zaman olumlu, hatta kategorik olarak ucu açık bırakır. Yine de büyük oranda vekâleten, yani hesap vermesi mümkün olmayan kurgusal karakterler ya da alter egolar vasıtasıyla düşünceleri tartıştırır. Kendine özgü ifade tarzıyla, kısmen dolayımlarıyla sorguya kuşku karıştırarak düşündürür okuru. Kimi noktalarda, özellikle ikili etik meselelerde anlatıyı bulanıklaştırarak okurun kendi yargısını geliştirmesini ister gibi davranır.
Sonuç olarak salgın günlerinde “öteki”nin yazdığı bir Dostoyevski kitabı okumuş oldum ama asla baştan sona bir Dostoyevski okuması değil...
•