"En son orman yangınları felaketinde tecrübe ettiğimiz gibi, böylesi krizler sadece o dönemki somut icraatları değil, devlet denen aygıtı kitlesel olarak yeniden sorgulamaya da yol açıyor. Devlet niye var? Halk kim? Kendini görünmez ve de değersiz hissedenler, böyle hissettirilenler, ancak bir araya geldiklerinde, dayanışma ağları yarattıklarında görünebildiklerini de hatırlıyorlar."
12 Ağustos 2021 13:00
Pınar Öğünç’ün pandemi sürecinin başında ve bir yıl sonrasında 35 emekçiyle yaptığı görüşmeler Pandemi Zayiatı - Bir Yıldan 35 Hayat Hikâyesi adıyla kitaplaştırıldı. Yaşanan her olumsuzlukta en çok zarar gören emekçilerin, ‘nasiplerini’ bu kez pandemiden nasıl aldıklarını anlatan kitap tarihe silinmeyecek bir not düşerek sistemin gemisini her türlü koşula rağmen yürüttüğünü açıkça gösteriyor.
“Bu bir yılda ne kadar çok duyduk distopya lafını! Kim için distopya söz ettiğimiz, kim için ütopyaydı bu? Peşine eklenmiş yeni bir tarifle kapitalizmin kaçıncı sürümündeyiz? Yapay zekâ devrinin feodalizmi mi bu, bir yanı tanıdık faşizmin bu yeni kılığını nasıl adlandıracağız? Pandemi bitmedi; ortasında mıyız, neresindeyiz onu dahi bilmiyoruz. Şurası kesin ki parayı ve ülkeleri yönetenler çıkarları doğrultusunda bazı pandemi hallerinden vazgeçmeyecekler, virüs riski biçim değiştirse dahi belki bu kadar fazla insana, bu kadar belirsiz ve umutsuz görünmemişti galiba daha evvel. Bunun ne demek olduğunu hep birlikte anlayacağız.”
Bu alıntı Pınar Öğünç’ün kitaba yazdığı Sunuş yazısının son bölümünden... Kalemini, klavyesini eline aldığından beri ezilenin, sömürülenin, ötekinin derdini kendine dert eden Pınar Öğünç, Türkiye’de Covid-19’dan ilk ölüm haberinin geldiği 23 Mart 2020 tarihinde Gazete Duvar’da bir yazı dizisine başlamıştı. Bir çorap fabrikasında çalışan 35 yaşındaki Semra Y.’nin öyküsüyle başlayan bu dizi 22 Mayıs 2020’ye kadar sürdü. Bu iki aylık süre içinde öğretmeninden postacısına, kargo kuryecisinden seks işçisine, sağlık çalışanından çevirmenine, 35 farklı insanın pandemi sürecinde, yukarıdaki alıntıda olduğu gibi bir distopyaya dönüşen hayatını okuduk. Varlığını sömürmeye borçlu olan bir sistemin bu virüsle beraber ‘krizi nasıl fırsata çevirdiğini’ görüp, ‘emrindekilere’ balyozunu nasıl daha da sert indirerek yine çarkını döndürmeye devam ettiğine tanıklık ettik.
İşte Pandemi Zayiatı bu yazı dizisinde Pınar Öğünç’e derdini anlatanlarla pandemiden bir yıl sonra yapılan görüşmelerin bir arada yayınlanmış hali: İlk günlerin getirdiği afallamanın kişiler üzerindeki etkisi, onların bir yıl sonraki ruh halleri, sadece Öğünç’ün konuştuğu kişilerin ağzından aktarılıyor bize; böylece okur olarak 35 kişi ile doğrudan bir bağ kurabiliyoruz. Pınar Öğünç ile hem kitabı, hem de yaşanan süreci konuştuk…
Bir öykü kitabı projen vardı sanırım. Bu arada pandemi patladı. Gazetecilik refleksiyle mi başladın Gazete Duvar’daki yazı dizisine?
Hepimizin olduğu gibi, benim de senenin başında 2020’ye dair farklı planlarım vardı. Beterotu 2019’da çıkmıştı, hayatın müsaade ettiği kadarıyla öykü yazmaya daha fazla zaman ayırabilmek istiyordum. Refleks dediğimiz, kaynağını mutlak olarak işaret edemeyeceğimiz kadar hızlı ve kendiliğinden davranışlarla kendini gösteriyor. Adını tam koyamayacağım o yüzden. Emin olduğum, kafamın o esnada kurmaca üzerinden çalışamayacağını görmem ve çok acayip bir şey yaşadığımız hakikatini hissetmemdi. Olup biteni kişisel olarak anlama çabası ile kayıt tutma arzum yönlendirici oldu. Böyle radikal değişim anlarında sıcağı sıcağına her nevi kayıt tutmanın önemi büyük; zaman geçtiğinde dönüp ilk günleri konuşarak kapayabileceğiniz bir açık değil o. Hele siz de olup bitene maruz kalıyorsanız...
Kitaba dönüştürme fikrin o zaman var mıydı? İkinci görüşmeler kitap fikriyle mi ortaya çıktı?
2020’nin nisan, mayıs aylarında görüştüğüm bu 35 kişiyle, ne kadar olduğunu bilemediğim bir süre sonra yüz yüze gelme, tanışma arzum vardı açıkçası. Belki salgın hafifleyip normalimsi bir hayata döndüğümüzde... Çünkü biri dışında hiçbiriyle önceden tanışıklığım yoktu ve ilk görüşmeleri telefonda yapmıştık. Tuhaf bir zamanı paylaşmışız gibi hissediyordum, yüz yüze de sohbet edebilmeyi çok istiyordum. On bir ilden hayat hikâyeleri var kitapta; karantinanın da acısını çıkartmak için böyle bir “turne” yapma fikri aklımda dolanmıştı, bunu yazmak istiyordum. Sonra pandeminin hayatımızdan pek öyle kolay kolay çıkmayacağı ortaya çıktı. Bir tıbbi tanım olarak “uzun Covid”den konuşuluyor artık, hastalığın etkilerini çok uzun süre yaşayanlar var, biliyorsunuz. Nihayetinde salgının toplumsal, siyasi etkileri de geniş zamana yayılacak, hepimiz bir nevi “uzun Covid” yaşayacağız. Bu virüsle ilk bir yıl tecrübemizin süreci şekillendireceğini düşünüyorum. O yüzden de aynı kişilerle bir yıl sonra tekrar konuşmak, arada geçen zamanı kaydetmek istedim. Gazete Duvar’da yine yazı dizisi olarak verme gibi bir fikrimiz de vardı, sonra bir işbirliğiyle İletişim Yayınları tarafından kitap olarak yayımlanmasında karar kıldık.
Pandemi Zayiatı'nın kapağında ve iç sayfalarında, yukarıda olduğu gibi Murat Başol'un çizimleri yer alıyor.
Kitabı bitirdiğimde aklımda en fazla kalan şey ‘alışmak’ fiili oldu. İşsizliğe, maskeye, kredi borcuna… Birebir tanık olarak baktığında özellikle ikinci görüşmelerde insanların ‘alışmak’tan kurtulmak gibi bir hissiyatını gözlemledin mi? Yoksa ‘alışmaya’ da alışmışlar mıydı?
Aslında yeni bir temayülden söz etmiyoruz; kanıksamak, normalleştirmek neo-liberal kapitalizmin kendi devamını sağlamak için hem teşvik ettiği hem de aslında dayattığı fiiller. Tuvalet saatlerini ya da bir diğeriyle mesafesini ölçmek için işçilere elektronik kelepçeler takılabileceğini on yıl önce düşünemezdik belki. Mübalağalı gelirdi. Özelleştirmelerin, bilhassa kamu hizmetlerinin özelleştirilmesinin gelebileceği boyutlar, bu sürece doludizgin girilen ’80’lerde, ’90’larda bu derece gözlerde canlanmazdı. “O kadarını yapamazlar” derdik belki. Bir önce olup bitenin kabul, tahammül, sindirme şartlarını belirlediği ve hep daha büyük sömürüye, eşitsizliğe doğru el artırılan bir sistem bu. Hele bir de Türkiye’de 2015 sonrası ayrı yakıcı bir boyut alan siyasi iklimi ve muhalif kesimlere yaşatılanları düşündüğümüzde, üzerine pandemi gibi bir tecrübe, devam edebilmek için bir miktar kanıksamayı, alışmayı da elzem kıldı. Aklımızı yitirirdik yoksa, belki bu daha iyi mi olurdu, emin değilim. Dolayısıyla buna bir sonuç olarak bakıp nedenleri üzerine kafa yormak daha yapıcı olur diye düşünüyorum. Evet, ikinci görüşmelerde pandeminin ilk zamanlarındaki telaşlarımızın bahsi geçti, zaman içinde riskle yaşamaya alışmıştık, sömürü artsa da hak kayıplarını sineye çekmek mecburiyetinde kalınıyordu. Fakat bunların hepsinin sebepleri var. Diğer yandan bu 35 kişiden hiç azımsanmayacak kadarı olup biten üzerine, hayatlarını nasıl daha iyileştirebilecekleri üzerine düşünerek de geçirmişti bu zamanı, somut adımlar atanlar vardı. Bu liberal bir “yırtma” hikâyesinin peşinde koşmaya benzemiyor. Tüm bunların ortasında kendini kurtarmak bencilliği değil, kendisini yok etmeyi hedefleyen bir gidişata izin vermeme dirayeti.
Pandemi Zayiatı evrensel bir virüsle mücadeleyle beraber, hatta daha öncelikli olarak kapitalizmin vahşetini anlatıyor galiba… Yine yer yer pandemi öncesi ve sonrasıyla karşılaştırmalar mevcut, ancak anlatılan tüm hikâyelerde kapitalizmin gerçek yüzünü görüyoruz, değil mi?
Kapitalizmin gerçek yüzü bir yerlerde gizli değildi, açıktı zaten. Yeni bir değişkenle teçhizatı güncellendi ve seyir hikâyesinin tamamında olduğu gibi bu da sömürüyü ve eşitsizliği daha da artırarak yaşandı. Pandemiyle birlikte nelerin değiştiğini anlayabilmek için, evet, geçen yıl yaptığım görüşmelere hep ilk ne zaman çalışmaya başladıklarını, emek tarihlerini sorarak başladım. Pandemi Zayiatı kamu sağlığını öncelik saymayan idari kararların, sermayeden yana atılmış adımların, dolayısıyla virüsün kendisinin değil, virüs etrafına örülen yeni hayatın kitabı. 35 kişinin bunu nasıl tecrübe ettiğinin kaydı.
Seninle söyleşi için yaptığımız konuşmaların birinde “Her hikâyenin genele dair bir sözü olduğunu” söylemiştin. Bunu biraz açabilir misin?
Genel çerçeveyle birlikte tek tek hikâyelerden de konuşmayı önerirken söylemiştim bunu, evet. Çok ikna edici olmadım. Kapitalizm üzerine bildiklerimiz, bildiklerimizi varsaydıklarımız var; pandemiye hep birlikte şahitlik etmek zaten her birimizi bir özne yapıyor. Dolayısıyla genele dair konuşabiliriz. Ama bu kitapta 35 insan, her birinin sözü, sesi ve aslında olup biteni anlamlandırışımızı güçlendirecek anekdotlar, sahneler, anlar var. Çalıştığı çorap fabrikasından yorgun argın gelip sırf ergen kızı mutlu olsun diye YouTube’dan jimnastik videoları açan Semra’yı konuşalım istiyorum mesela. Okuldan, gelecekten soğumuş, her şeye ağlayan kızını mutlu etmek için bu çabasını... Kargo çalışanı Nazlı’nın işsiz geçirdiği bir yılın ondaki izini uzay çağı filmleri üzerinden anlatışını, ailesi AKP seçmeni olan trans seks işçisi Ş’nin sokak kedileri, köpekleri üzerinden ahlakı tanımlayışını... Mesela sekiz yaşından beri Kapalıçarşı’da çalışan Alper bu bir yılda hayatını değiştirdi, Türkiye’den gitti. Belçika’da karşıdan karşıya geçişi, bir market seferi üzerinden öyle güzel anlatıyor ki yoksul bir çocukluğun izlerini, bu ülkenin ona verdiği değersizlik hissini... Doktor P ile filyasyon politikasını konuştuk tabii, ama asıl bu bir yıl içinde mülteci hastaların onu nasıl değiştirdiğini, içinden dışına açıldığını, aslında hayatını değiştirdiğini de anlatıyor. Bu dönüşümünü dile getirişi çok ilham verici. Bu cevaba sığmayacak kadar çok anekdot var böyle. Çok kıymetli geliyor bana bunlar. Bu hikâyeleri dinlemek beni de zenginleştirdi, güçlendirdi.
İş döndü dolaştı, bu süreçte yine çarkları bir şekilde döndürdü. Olan yine emekçiye oldu. Ağustos ayında dördüncü pikten bahsedilmeye başlandı. Emekçiler geçtiğimiz bir buçuk yıl içinde pandemiye karşı hayli ‘tecrübe’ edindi. Ve yeni bir kapanma olursa yine aynı şeyleri yaşayacağız. İnsanların bu kez daha farklı davranacağını veya davranması gerektiğini düşünüyor musun?
Pandeminin sermayeden, işverenden yana yönetiliş biçiminden konuşurken temel meselelerden biri, yaratılan çıkışsızlık hali. Üzerine, ekonomik kriz bir yıl öncesinden çok daha derinleşmiş vaziyette. Hepsi birleştiğinde dediğiniz farklı davranma seçenekleri kendiliğinden azalıyor. Ama en son orman yangınları felaketinde tecrübe ettiğimiz gibi, böylesi krizler sadece o dönemki somut icraatları değil, devlet denen aygıtı kitlesel olarak yeniden sorgulamaya da yol açıyor. Devlet niye var? Halk kim? Kendini görünmez ve de değersiz hissedenler, böyle hissettirilenler, ancak bir araya geldiklerinde, dayanışma ağları yarattıklarında görünebildiklerini de hatırlıyorlar.
•