Edebiyat dergilerinin kapandığı ya da hayatta kalmak için çaba sarf ettiği bir dönemde dergiciliğin kabuğunu değiştirmesi, yeni dergilerin türemesi çok heyecan verici görünse de gelinen nokta epey bir sorun arz ediyor...
16 Haziran 2016 15:20
Türkiye’de dergiciliğin niteliği değişmeye başladı. Üç yıldır Ot dergisinin başını çektiği “yeni” dergicilik farklı bir biçim kazandı. Ot’un yanına onun neredeyse kopyası sayılabilecek birçok dergi çıktı, çıkmaya da devam ediyor. Hatta bu dergiler kendi içlerinde çeşitlenmeye de başladı. Edebiyat dergilerinin birçoğunun kapandığı ya da hayatta kalmak için çaba sarf ettiği bir dönemde dergiciliğin kabuğunu değiştirmesi, yeni dergilerin türemesi ilk bakışta çok heyecan verici görünse de gelinen nokta epey bir sorun arz ediyor.
Bu dergilerin bazı ortak noktaları var ve tam da bu ortaklık onları yeni bir “akım” diye nitelememize olanak tanıyor. Sayısı giderek artan bu dergilerin en büyük ortak noktası, neredeyse her şeylerinin ortak olması. Kapak tasarımlarından kâğıt kalitesine, çizimlerinden yazarlarına, yazılardaki siyasî ya da edebî göndermelerin nüanslarına kadar varan bir ortaklık söz konusu. Ama piyasa bundan pek de rahatsız görünmüyor. İnsanın olduğu her yerde bu dergileri bulabilmek mümkün. Üstelik yoğun bir ilgiden de söz edebiliriz.
Bu yoğun ilginin en temel sebebini Cem Erciyes, “Gezi sonrası güzel yazı dergileri” diyerek açıklamıştı.1 Gerçekten de tüketime hazır, tabiri caizse fast-food içeriğe sahip bu dergilerin, yeni dergiciliğin ayaklarını yere en sağlam bastıkları nokta, edebiyata değil kolay pazarlanabilir içeriğe yaslanıyor olması. Nitekim dergilerdeki yazıların çoğu sosyal medyaya uyumlu olacak biçimde hazırlanıyor, görsel açıdan şimdilerin modası retro-vintage-hipsterlık arasında salınıyor – tabii, yanına yerelliğin bazı unsurlarını katarak, onları uzaktaki birer anlatı hâline getirerek. Bu form, okurlar için de sosyal medya tabanlı bir sosyal sermayenin kapılarını açıyor. Ot, Kafa, Bavul, Kafkaokur vs. okumak bir anda “cool” bir şeye dönüşebiliyor. Ancak burada edebiyatın yerinin ne olduğu büyük bir tartışma konusu: Pazarlanabilirliğin hâkimiyetindeki bir içerik havuzu edebiyatı ne kadar kapsayabilir?
Semih Gümüş’ün bu soruya yanıtı epey netti. Yazılan her şeyin edebiyat olduğu anlayışına yer açılmaması gerektiğini söylemişti.2 Basit bir sosyal medya taramasıyla okurlarda bu algının yerleştiğini görmek mümkün. Zaten tanınmış, herkesin saygı duyduğu edebiyatçıların bu dergilerde yazması da pazarlanabilir içerik günahını affettirmiyor, tersine durumu karmaşıklaştıyor.
Aslında bu dergilerin özelliklerinden ve yapısından uzun uzadıya bahsetmeye gerek yok. Yeni dergiciliğin çatısında toplanan dergileri bir araya koyup benzerliklerini ve farklılıklarını ortaya koyunca dergilerin temel şemasına ulaşmak mümkün. Zaten bu yazıda da yeni dergiciliğin edebiyat olup olmadığı ya da bu dergilerin satış rakamının yüksek olmasında ne gibi faktörlerin etkili olduğu gibi konulardan ziyade yeni dergiciliğin edebiyat ve kültür alanında nasıl bir hegemonya oluşturduğunu tartışıyoruz.
Çok güncel bir örnekle başlayalım. Mesela, Ot’un son kapağında Frida Kahlo’yu ve “Ben aşkın acının ve devrimin kadınıyım” başlığını görüyoruz. Başka sayılarına bakıyoruz, onlarda da Nâzım Hikmet’i, Yusuf Atılgan’ı, Yaşar Kemal’i, Can Yücel’i, Neşet Ertaş’ı ve benzeri birçok ismin resmini, yanında içli bir sözle “paylaşılırken” buluyoruz. Cins, Bavul, Yumuşak ğ gibi Ot türevi dergilerde de durum farklı değil. Her bir yazının ortasında bir daire ve özenle hazırlanmış “vurucu” bir cümle var. Ancak sıradan bir cümle değil bu: 140 karakter uyumlu, okura iç çektiren bir cümle. Daha çok Can Yücel’e, son zamanlarda İkinci Yeni’ye atfedilen ama onlara ait olmayan şiirimsileri andırıyor. Genelde paylaşımlık bu güzel sözler, yer yer siyasetten de beslenerek slogana da dönüşebiliyor. Zaten iş siyasete gelince “ölüm” ve “zulüm” bu dergilerin beslendikleri ve anında istismar ettikleri malzemelere dönüşebiliyor. Bu konuda Hasan Cömert’in oldukça incelikli yorumu üzerine söz söylemeye gerek yok.
Ancak yeni dergiciliğin sosyal medyayla eşzamanlı olmaya çalışan hızı, onların kırılganlığını da ortaya koyuyor. Mesela Kafkaokur hiç çekinmeden “Çay var içersen / Ben varım seversen / Yol var gidersen”i Âşık Veysel’e mal etmişti. Ot, geçen sene Serdar Aydın’a ait bir dizeyi hemen Nilgün Marmara’nın ilan edivermişti, tesadüf müdür bilinmez, Kafa da aynısını yapmıştı. Bu kırılganlık noktalarının en derin noktası ise sokağın, Gezi’nin ve halkın dergisi olduğunu iddia eden Bavul’un Gezi’ye ve Berkin Elvan’a küfürler yağdıran Heijan’la söyleşi yapması oldu. Twitter üzerinden yazılan bir özürle her şey bir anda unutulurverdi.
Bu dergilerin sosyal medyayla – kendi deyişleriyle halkla – kurdukları bu kırılgan ilişki birçok kez “arabesk” diye adlandırıldı. Dergilerde yer alan içeriklerin birçoğu damardan giren, hayatın sillesini yemiş, derbeder ama gururlu hayatların (ya da öyle sunulanların) öyküsünü anlattığı için ilk bakışta kolayca “arabesk” diye tanımlanabilir. Sorun, tam da arabeskin üzerine eklenen popüler sosta başlıyor. Ancak bu dergiler, arabesk diye sunduklarını sandıkları hayata koydukları sinik mesafeyle, arabeskin tanımının dışına çıkıyor. Halkın yeni geleneklerine, mahalle kültürüne, postmoderniteye bulanmış yaşam biçimine yapılan vurgu, pazarlanabilirlikle bir araya geldiğinde iş tamamen farklı bir boyut kazanıyor. Çaya, sohbete, geniş ailelere, bir aradalığa, samimiyete, kara sevdalara dönük bir hasret durmadan dile getiriliyor. Bu özlem çoğu zaman İkinci Yeni referanslarıyla ya da yeniden yazımlarıyla kendisini gösteriyor. Bu noktadan bakıldığında, bu dergiler eski güzel günlerin peşinde koşan, yeni oluşan birçok değeri reddeden ama onlardan kopmayı da göze alamayan ikircikli bir kültürün hayalini kuranların dergileri hâline geliyor, bu formu dayatıyor. Ancak her ne kadar halk ve arabesk vurgusu yapılsa da, bu dergilerde ne bahsedilen halk halk ne de yaşandığı iddia edilen arabesk arabesk.
Öte yandan dayatılan bu form bir tür yönsüzlüğe de yol açıyor. Pek fazla bir yönü de olmayan dergilerden söz ediyoruz. Ama bunun sebebinin var olan kimlik normlarını reddederek yeni bir kimlik yaratmasından mı, kimliği bütünüyle reddetmesinden mi yoksa metinle, yazarla ve içerikle bağ kurmayı sağlayacak benliğin bölünmeden kalanından (indivisible remainder) yoksun olup olmadığını şimdilik bilemiyoruz. Belki ileride öğrenebiliriz.
Semih Gümüş de bu dergilerde hâkim olan yapının arabesk olduğunu söyledi ancak onun da gözden kaçırdığı bir nokta var. Var olan arabesk tanımı ele avuca sığmayan bir hâlde ortalıkta dolaşıyor. Arabeskin tüm özelliklerini içselleştirmiş gibi görünürken, bir yandan da arasına kapatılması neredeyse imkânsız bir mesafe koyuyor bu dergiler. Nasıl ki sosyal medyada gündeme ilişkin, siyasete ilişkin “duyar kasılıyorsa,” bu dergiler de duyar odaklı çalışıyor. Göstere göstere vurulan, arabeskin doruklarında, sözde hüznü, yası kendisine saklamak yerine (olması gereken de bu) var gücüyle dışa vuran, tamamen şatafata dayanan bir arabeskten söz ediyoruz.
Her ay yayımlanan çok sayıda hikâyenin, şiirin, birkaç farklı türün karması yazıların gücünü aldığı yer de bu şatafat. Ama daima mesafeli, asla konforunu bozmayan, “duyar kasan” bir şatafat. Dergilerdeki öykülerde bunu gözlemlemek daha kolay. Kaybeden, kaybettiği için üzülen ama içten içe bundan karmaşık bir keyif alan karakterleri görüyoruz hep. Sanki zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yokmuş gibi değil de, bilgisayar oyununda sınırsız can hakkına sahip bir karakter dolaşıyor birçok öyküde. Kaybetse de mutlu olmayı biliyor, bir şekilde rahatı bozulmuyor. Yüceltilen pek çok değer müzeleştiriliyor, camekânın arkasına, spot ışıklarının altına alınıyor.
Okura sunulan bu içerik anlayışı, okurun da algılayışını ve ilgisini değiştiriyor, yönlendiriyor. Okurun derginin içeriğine, işlenen temalara bakışı – daha doğrusu derginin okura dayattığı bakış biçimi – da turist bakışı hâline geliyor. Yansıttığını öne sürdüğü sesin sahibi olmayan, o sesi “Davulun sesi uzaktan hoş gelir” misali belirli bir mesafeden dinleyen, yaklaştıkça aslında ondaki “yabaniliği” bulacağını çok iyi bilen, tam da bu yüzden bu karşılaşmayı erişilmez bir kitsch hâline getirerek müzeleştiren bir bakışı sunuyor bu dergiler. Yalnızca derginin okurları değil, yazarları da gittiği ve kendisinde farklı gördüğü her şeyi fotoğraflayan, her bir fotoğrafı sosyal medyada paylaşan mekanik bir özelliğe kavuşuyor bu dergilerle. Yine aynı doğrultuda ötekilerin (daha doğrusu Öteki’nin) hayatını, acılarını, keyiflerini ve yaşam tarzlarını kendine çarpık biçimde mal etmeye çalışan ama aynı zamanda da bunu radikal biçimde metalaştıran bir dergicilik anlayışından söz ediyoruz. Dergilerde dillerden düşürülmeyen o mahalle kültürü, birliktelik, samimiyet gibi kavramlar ancak metalaştığı, pazarlanabilir ve başkalarına gösterilebilir olduğu takdirde bir anlam kazanıyor.
Bu göstere göstere edebiyat yapma anlayışı da aslında okuru bir derdi olan bir yere yöneltme anlayışından uzaklaştırarak konfora yakınlaştırıyor. Okuyucu adeta bir katarsisle, bir ruh arınma ayiniyle kendisini her şeyden uzaklaştırabiliyor rahatlıkla. Sorumluluk duygusunu, sorumluluk alan bir konumu yok sayan bir anlayışa sebep oluyor. Öykünün sıfır toplamlı olduğu, risk almadığı, tek bir dilin konuşulduğu, yazarlarının “okura oynadığı,” okurun da bunları “acımasızca” talep ettiği bir yapı oluşmuş durumda. Dergi, okura “Bak, konuşan sensin” diyor, okurun yanıtı da “Evet, benim” oluyor.
Yeni dergiciliğin somut örnekleri üzerinden birçok çıkarım daha yapılabilir; hatta akademik bir çalışma bile çıkarılabilir. Şimdilik bir genel bir çerçeve çizmesi açısından bu kadarı yeterli.
Bütün bu çelişkilerine, kültür ve edebiyat üzerinde yarattıkları hegemonyaya, edebî açmazlarına ve piyasadaki konumlarına rağmen bu dergilerin de sonu yavaş yavaş geliyor. Türlü imkânsızlılarla çıkan edebiyat dergilerinin yanında yeni dergiciliğin popüler isimlerinden Fil, Leyla ile Mecnun göndermesiyle “O gemi gelecek!” diyerek kapandığını duyurdu. Öte yandan yeni dergicilik anlayışına tepkinin de giderek arttığını görmeye başladık: Konuyla ilgili yazılar gündeme gelmeye3, sosyal medyada okurların tepkisi artmaya başladı. Aslında bunun pek şaşırtıcı da olmaması gerekiyor. Bir hegemonya oluştuğu zaman ona karşı bir hegemonya da oluşmak zorunda.4
Bu tepkinin somut çıktıları da söz konusu, yeni dergiciliğin ana damarından ayrılan ama oradan gördüklerinin tamamını da bir kenara atmayan dergiler çıkmaya başladı. Örneğin, Pulbiber diğerleriyle çok benzer bir formata sahip olmasına karşın içerik bakımından yeni dergiciliğin gittiği yönde bir “sapma” izlenimi veriyor. Yeni çıkan Karakarga bir adım daha atarak formatı da kısmen değiştirme yoluna gitti. Arabeskten, mesafecilikten sıyrılsa da edebiyat bunun neresinde kalıyor, şimdilik bilemeyiz.
Atılan bütün bu adımlar, yeni dergicilik meselesinin daha da dallanıp budaklanacağını gösteriyor. Çok açık bir şekilde şunu söyleyebiliriz ki, bu dergilerden bazıları ayakta kalacak, bazıları elenecek. Belirli bir yöne doğru giden kocaman bir yumak var ve herkes bir ucundan çekip duruyor. Yönü de okurlar değiştirecekmiş gibi görünüyor.