Harper Lee’nin 55 yıl sonra yayımlanan Tespih Ağacının Gölgesinde romanının çevirmeni Püren Özgören’le hem çevirmenlik serüvenini hem de Lee’nin romanındaki çeviri detaylarını konuştuk...
04 Şubat 2016 13:40
1960 yılında yayımlanan Bülbülü Öldürmek’ten sonra başka bir kitap yazmayan Harper Lee’nin 55 yıl sonra sürpriz bir şekilde ortaya çıkan ve “2015’in edebiyat olayı”na dönüşen kitabı Go Set a Watchman Türkiye’de Püren Özgören’in çevirisiyle ve Tespih Ağacının Gölgesinde adıyla Sel Yayınları tarafından yayımlandı. Jeanette Winterson’ın Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın, Doris Lessing’in Hayatta Kalma Güncesi, F. Scott Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby, Rawi Hage’in Hamam Böceği, D. H. Lawrence’ın Bakire ile Çingene, Toni Morrison’ın Aşk ve Sevilen, Truman Capote’nin Yaz Çılgınlığı, Khaled Hosseini’nin Uçurtma Avcısı, Henry Miller’ın Çılgın Üçlü, Yukio Mişima’nın Bereket Denizi dörtlemesi ve daha pek çok önemli edebiyat eserini Türkçeye kazandıran çevirmen Püren Özgören, Junat Diaz’ın Oscar Wao’nun Tuhaf Kısa Yaşamı kitabının çevirisiyle 2009 yılında Dünya Kitap Çeviri Ödülü’ne değer görülmüştü. 1984 yılından bu yana çeviri çalışmalarına devam eden Özgören’le Harper Lee’nin Tespih Ağacının Gölgesinde romanı için bir araya geldik ve kendisiyle hem romanın içeriği hem de çeviri süreci ve çeviri kararları üzerine konuştuk.
Tespih Ağacının Gölgesinde’yi bu kadar önemli kılan nedir sizce?
Bildiğiniz gibi, Harper Lee’nin 55 yıl aradan sonra yayımlanan ilk kitabı bu. Sırf bu bile, bence kitabı önemli kılmaya ve merak uyandırmaya yetiyor. Tabii burada, ilk romanı Bülbülü Öldürmek olan, çok okunan, çok sevilen bir yazardan söz ediyoruz. Buna bir de çok başarılı bir reklam/tanıtım çalışmasını ekleyelim.
Kitap 1950’lerde yazılmış ama 2014 yılında tesadüfen bulunuyor. Tespih Ağacının Gölgesinde için bir devam kitabı diyebilir miyiz?
Her iki kitabın da yazılış sürecini tam olarak bilmiyoruz. Peş peşe yazılmış da olabilir, tek kitap olarak düşünülüp sonradan vazgeçilmiş de... Ancak konu itibarıyla bir devam kitabı elbette. Aradan 20 yıl geçmiştir, ama mekân aynıdır, birkaç eksik ve birkaç ilave karakter bulunmakla birlikte, Bülbülü Öldürmek ile kadrosu aynıdır.
Bülbülü Öldürmek’te tanıştığımız Jean Louis Finch –küçük Scout– çocukluğunu geçirdiği tutucu taşraya, Maycomb’a geri döner. Artık ne orası bildiği kasabadır ne de çocukluk kahramanı, “ilahlaştırdığı” babası Atticus o adalet duygusuna güvendiği adamdır. Çocukluk arkadaşı Hank de giderek muhafazakârlaşmıştır. Bir “büyüme sancısı” ya da “düş kırıklığı” romanı mı okuyoruz aslında?
Geriye dönüşlerde hep (hadi hep demeyeyim de, genellikle) bir hüsran, bir umduğunu bulamama yok mudur? Yıllar sonra yeniden gittiğiniz bir ülkenin, yeniden gördüğünüz bir insanın sizi hayal kırıklığına uğratma ihtimali, sizi olumlu anlamda şaşırtma ihtimalinden çok daha yüksek. Burada iç içe geçmiş bir durum söz konusu sanki: Olumlu ya da olumsuz, mutlaka bir değişim var, bir yandan da bazı şeylerin maalesef ya da iyi ki hep aynı kalması, yerinde sayması... İnsanın kendini çok daha gelişkin hissetmesi, çıktığı kabuğu beğenmemesi, gözünde büyüttüğü, ilahlaştırdığı kişileri bırakın hak ettikleri yere oturtmayı, küçümseme hatta yerle bir etme eğilimi... Hani çocukluk evine/kasabasına vs. dönünce, hepimizin verdiği şu “Aa, ne kadar da küçükmüş,” tepkisi.
1950’li yılların Amerika’sında geçen bir hikâye okuyoruz. Her ne kadar evrensel konular tartışılsa da o döneme fazlasıyla gönderme bulunuyor. Nasıl bir araştırma süreciniz oldu?
Aslına bakarsanız, herhangi bir araştırma sürecine gerek duymadım. Hadi, o dönemi farklı açılardan ama hep ustaca anlatmış pek çok yazarın kitabını çevirmiş olmamı saymayalım, yine de, yıllardır Amerikan sinemasının, Amerikan edebiyatının bombardımanına maruz kalmış her ülke vatandaşı gibi, ‘50’li yılların Amerika’sı hakkında neredeyse bir Amerikalı kadar bilgi sahibi olduk hepimiz. Irkçılık, ayrımcılık, bilhassa güney eyaletlerindeki siyah-beyaz çatışması, şu sözde “Amerikan rüyası”nın daha doğrusu “hayali”nin kofluğu, Ku Klux Klan, McCarthy, J. Edgar Hoover, sendika savaşları, tutucu/yobaz/faşist güruha karşılık demokrat, eşitlikçi, kısaca insan kalabilenlerin varlığı. Dedim ya, ‘50’li yılları gözümüzde canlandırmak için bugüne kadarki birikimimiz yeterli.
Scout, doğup büyüdüğü topraklara döndüğünde oradaki hayatı, insanların düşünce tarzlarını ve 1950’lilerin tutucu toplum yapısını yargılıyor. Bu yargılar sizce bugünün Türkiye’sinde yaşayanlar ve yaşananlar için paralellik gösteriyor mu?
Bu yargılar sırf Türkiye için değil, dünyanın hemen hemen her ülkesi için hâlâ, pekâlâ geçerli. İliklere işlemiş, ne yapsak kurtulamadığımız doğru/yanlış bir sürü değer, yargı, ilke, düstur, artık adına ne derseniz, bol miktarda mevcut. Ve malum savunma edebiyatı: Toplumun temeli, aileyi ayakta tutan sütun, ulusun dağılmasını, çözülmesini engelleyen tutkal, say sayabildiğin kadar.
Peki Harper Lee, bu romanında evrensel bir dil yaratıp zamandan ve mekândan bağımsız olarak toplum gerçeklerini yansıtabilmiş mi sizce?
Bunca yıl aradan sonra, üstelik bu sürat, unutkanlık, sabırsızlık, bir an önce gömüp yenisine geçme çağında, kitabıyla böyle bir ilgi uyandırabildiğine göre, yansıtabilmiş bence.
Sizin çevirmenlik serüveninize gelelim biraz da... Nasıl başladı çeviriyle olan ilişkiniz?
Çeviriye 1984 yılında, o sırada bir edebiyat dergisinin (Gösteri) yayınıyla uğraşan, gazeteci bir arkadaşımın önerisiyle başladım. Başlarda biraz çekindim, tereddüt ettim, ama hayatımda verdiğim en doğru kararmış.
Bugüne kadar Türkçeye kazandırdığınız eserlerde çevirisinde en zorlandığınız ve en çok keyif aldığınız kitaplar hangileri oldu?
Hep çok şanslıydım, sevmediğim hiçbir kitabı çevirmek zorunda kalmadım. Bazılarında elbette zorlandım, ama hepsinde keyif aldım. Şimdi düşününce, beni en çok zorlayan, Siren Yayınları’na yaptığım, Karen Russell’dan Timsah Park idi galiba. Hiç bilmediğimiz, tanımadığımız o kadar çok bitki, ağaç ve hayvan adı vardı ki... Araştırma yapayım, aman en doğru şekilde aktarayım diye diye, az kaldı çeviriyi geç teslim etme rekorunu kırıyordum.
Bütün bu uğraşları düşündüğümğzde verilen tüm emekler karşılığını buluyor diyebilir miyiz?
Şimdi buna verilecek yanıt öyle görece, öyle kişisel ki. Demin de dediğim gibi, ben hep çok şanslıydım. Daima en iyi, en sağlam yayınevleriyle çalıştım, hiçbir olumsuzluk yaşamadım. Çeviriye başladığım ilk yıllarda, karşıma Erdal Öz gibi şahane bir insanın çıkması, şansımın kanıtı zaten. Ama her meslekte olduğu gibi hakkı yenenler, değeri bilinmeyenler, maddi manevi sıkıntı çekenler elbette var. Çevirmenlik konusunda bana akıl danışanlara hep şunu söylerim: Manevi tatmin hiçbir şeyle ölçülemez, tamam, ama mümkünse bir başka işiniz, şöyle ya da böyle sabit bir geliriniz olsun. Sırf çeviriyle yaşamak/geçinmek mümkün değil.
Siren İdemen’e verilen ilk Talât Sait Halman Çeviri Ödülü töreninde Doğan Hızlan, yayınevlerine çevirmenin adının kitabın kapağına yazılması konusunda çağrıda bulundu. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Sel Yayınları’ndan çıkan çevirinizde adınız kitabın kapağında yazıyor ama özgeçmişinize yer verilmiyor.
Çevirmenin özgeçmişini kitaba koyup koymamak yayınevinin kararı elbette. Bunu çok fazla önemsemiyorum, merak eden google’lar. Ama eksikliğini hissettiğim bir şey var, o da mail adresim. Çünkü özgeçmişimin altına mail adresimi de ekliyorum, böylece okurlarla doğrudan yazışabiliyoruz ve bu bana müthiş keyif veriyor.
Yeniden Harper Lee romanına dönelim. Kitabın ismi neden Tespih Ağacının Gölgesinde oldu? İngilizcesi Go, Set a Watchman aynı zamanda Eski Ahit’te geçen bir ifade, değil mi: “For thus hath the Lord said unto me, Go, set a watchman, let him declare what he seeth.” (Çünkü Rab bana şöyle dedi: Git, bekçi dik; gördüğünü bildirsin. –Kitabı Mukaddes, İşaya, Bap 21: 6)
Kitabın ismi hepimizi çok zorladı. Ben, yayınevi, emek veren herkes aylarca kafa patlattık. Kitabın orijinal adı Hıristiyanlıkla, İncil’le, kısacası din kültürüyle birebir bağlantılı olduğundan, Türk okur için mutlaka bir açıklamaya, dipnota ihtiyaç duyuyordu, ayrıca Bülbülü Öldürmek kadar şiirsel bir ada da denk düşsün istedik. Dediğim gibi, çok zorlandık.
Yazarın 1960 yılında yayımlanan ilk kitabı Bülbülü Öldürmek’i başta Ülker İnce (Sel Yayınları) olmak üzere Özay Sunar (Halk Kitabevi), Pınar Öcal (Altın Kitaplar), Füsun Elioğlu (Oda Yayınları) dilimize kazandırdı. Bu yeni kitabı çevirirken eski çevirilerden yararlandığınız yerler oldu mu?
Bülbülü Öldürmek’i daha önce okumuş olmama rağmen, çeviriye başlamadan önce bir kez daha okudum. Özellikle bazı kurum, dernek vs. adlarının (bütünlüğü bozmamak adına) aklımın bir köşesinde kalmasını istedim.
Güney Amerika’da konuşulan bir dili Türkçeye aktarmak için nasıl bir yol izlediniz peki? “Hiç te bilem, Bayan Scout. Kentisi arka sundurmada gülüyo!” (s. 65), “Eh, sana söylemicem. Orda oturup dondurmanı ye ve kim oldumu çıkarmaya çalış bakalım.” (s. 99) , “Beni hatırlamıyosun diil mi?” (s. 99), “Nassınız, Bayan Scout?” (s. 132), “Çaarmamı ister misin?” (s. 133), “şincik” (s. 134), “allasen” (s. 134), “Epiy yaşlandı artıkın” (s. 133) gibi ifadeleri tercih etmenizi nasıl açıklarsınız? Türkçede hangi ağza daha yakın gördünüz bu ifadeleri ya da nasıl bir etki yaratmaya çalıştınız erek okurlar için?
Göçmenlerin ve siyah ya da beyaz, yeterli eğitim alamamış insanların kullandığı halk ağzı, bu bozuk, yetersiz İngilizce daha önce de pek çok çevirimde karşıma çıktı, ben de kendimce bir yol tutturdum: Hikâyelerini okuduğum ya da tanıştığım, karşılaştığım, dil konusunu yeterince önemsemeyen ya da dilini geliştirme şansı bulamamış insanlar Türkçeyi nasıl kullanıyor? En çok hangi kelimelerde, hangi telaffuzlarda zorlanıyorlar? En sık yapılan yanlışlar hangileri? Artık doğru bir yöntem miydi bilmem ama çıkış noktam buydu. Herhangi bir yörenin ya da bir topluluğun ağzını örnek almadım.
Bir de kullandığınız Türkçe ifadeleri sormak isterim. “Yarabbim” (s. 32), “kuzum” (s. 114) “Allah Allah”(s. 74), “Erkek Fatma” (s. 173) gibi ifadelere de rastlıyoruz çevirinizde. Bu konu hep tartışılır, çeviride yerel motifler konusuna yaklaşımınızı öğrenebilir miyim?
İşte bu biraz netameli bir konu. Çevirilerde çok yerel, çok Türk tabirler kullanılmasına genelde karşıyım, ancak bazen bizim “Hey Yarabbi’ler, kuzum’lar, cancağızım’lar” öyle güzel oturuyor ki... Mesela öfkeyle/bıkkınlıkla söylenen “Jesus Christ!”a karşılık “İsa Mesih!” desem, kulağınızı tırmalamaz mı? Ama “Hay Yarabbi” dediğim an, o duyguyu ânında veriyorum, öyle değil mi? Erkek Fatma’ya gelince. İngilizcesi “tomboy,” karşılığı da erkeksi tavırları olan, saçına başına, kılığına kıyafetine dikkat etmeyen, oğlanlarla oynamaktan, didişmekten hoşlanan kız. Şimdi böyle uzun uzun tanımlara girişmektense “Erkek Fatma” diyorum ve her Türk’ün gözünün önünde tam da bu tanıma uyan bir kız canlanıyor.
Canlanıyor da gerçekten. Peki argo ifadelerin çevirisinde nasıl bir süreç izlediniz?
Neyse ki dilimizde, argo sözcüklerin çevirisinde seçenek bol. En sertini de en üsluplu/usturuplusunu da seçmek elimde. Kitabın ve tabii yazarın tarzı, üslubu bana hangisini seçeceğimi söylüyor.
Yazarın bir önceki kitabıyla kıyaslandığında Tespih Ağacının Gölgesinde daha çok diyaloglarla ilerliyor. Diyalog çevirmenin zor ya da kolay tarafları nelerdir peki?
Diyalogları oldu bitti severim. Bunlar, Türkçenizi hakkıyla konuşturabildiğiniz kısımlar. Ve tabii, hem kolay hem zor. Konuşmayı da dinlemeyi de seven biriyseniz kolay; bu da aynı zamanda Türkçeyi fazlasıyla önemseyen, titizlenen biri olduğunuz anlamına geldiğinden, işiniz zor. Konuşmaların pek çok yabancı dizide/filmde olduğu gibi çeviri kokmaması için epeyce çaba harcıyorsunuz.
Romanda kimi sayfalarda “çevirmenin notu”na da rastlıyoruz. Dipnotlarla ilgili yaklaşımınızı öğrenebilir miyim?
Dipnotlar okurun işini kolaylaştırıyor, malum. Kitabı bir yana bırakıp ansiklopedilere, daha doğrusu bilgisayarlara sarılmasına gerek kalmıyor. Ama belki de yanlış yapıyoruz. Bırakalım insanlar, özellikle de gençler biraz uğraşsın, araştırsın... mı acaba?
Bu da tartışılabilir bir konu elbette. Peki Tespih Ağacının Gölgesinde çevirisinin özelinde soruyorum; editörle nasıl bir çalışmanız oldu?
Editörle aramızdaki tek diyalog, çevirinin teslim tarihiyle ilgiliydi ve tek taraflı olarak, “Hadi Püren Hanım, çabuk Püren Hanım, ne zaman bitiyor Püren Hanım,” düzeyinde sürüp gitmekteydi... Şaka bir yana, her zamanki gibi şevkle, keyifle çalıştık ve yapıcı, olumlu, verimli bir işbirliği yürüttük.
Son olarak, hangi kitapları dilimize kazandırmak istersiniz? Şu an Püren Özgören’in çalışma masasında hangi çeviriler var?
Şu ara Everest Yayınları için Flannery O’Connor’ın The Violent Bear It Away adlı romanını çeviriyorum. Bu kitabın ismi de bizi epey uğraştıracağa benziyor. Her neyse, o bitince Can Yayınları için bir Alice Munro çevireceğim, sonra da Sel Yayınları için iki John Steinbeck kitabı. Gördüğünüz gibi, acaba hangi kitapları çevirsem diye düşünmeye vakit kalmıyor. Bunlar da zaten benim önceden inceleyip sevdiğim, tercüme etmeye karar verdiğim kitaplar.