Fransız filozof Olivier Remaud'dan Gönüllü Yalnızlık Esra Özdoğan çevirisiyle ve Kıraathane Kitapları etiketiyle haftaya kitapçılarda...
Ortadan kaybolmak. Uzaklara gitmek ya da içine kapanmak. Gönüllü yalnızlık fikri yeni değildir. Günümüzde bu fikir hâlâ kaçış hikâyeleriyle yüklüdür. Hard bir versiyonda hikâyenin kahramanları mutlak özgürlüğü yüceltirler. Hayır deme gücüne sahip olmak isterler. Tarihi, konformizmi, yerleşik düzeni reddederler. Bağları kopararak başkaldırır ve arkalarına bakmadan çekip giderler. Soft bir versiyonda, kentin biraz uzağındaki kırsal hayatı yüceltirler. Yavaşlığın yararlarını ve içe kapanmanın erdemlerini överler. Topluma değil, daha çok kendilerine evet derler. Kendilerini gerçekleştirmek ve geliştirmek için geri çekilirler. Hayatın cilvelerine dayanmalarına yardımcı olduğu için bu yalnızlığı arzu ederler.
Yine de bir itiraz gelebilir. Yalnız olmanın, çoğu zaman insanın kendisine rağmen yalnız olması anlamına geldiğini unutmuş olabilir miyiz? Yalnız insan tartışmak isteyecektir. Ama etrafta kimse yoktur. Sessiz saatlerin ağırlığı omuzlarındadır. Düşünceleri dört bir yana dağılır. Kendi evinde korkuya kapıldığı da olur. Toplumdan soyutlanmış insan, “her birimizin parçası olduğu”[1]bir toplumda nefes aldığına, yediğine ve uyuduğuna inanmakta zorlanır. Kaçamaz. Bu soyutlanma halinden belli bir bilgelik çıkarmaya gelince, bu da bir başka zorlu meseledir. Gönüllü yalnızlık soyutlanmayı yüceltmez mi? Daha iyi bir yanıt verebilmek için soruyu başka türlü sormak gerekir: Toplumun uzaklaştırmadığı, kendi kendisini toplumdan uzaklaştırmış birey tam olarak ne ister? Ne tür bir deneyim yaşamayı umar?
Yalnızlık arzusunun en sıradan biçimi mahremiyet arayışıdır. Ergenler müzik dinlemek, çizim yapmak, internette dolaşmak, günlük yazmak için odalarına kapanırlar. Başkalarının yargılarına bağlı kalmadan kendi etkinliklerinin ritmini ayarlayabileceklerini ve kendi kendilerini değerlendirebileceklerini ailelerine göstermek isterler. Yalnızlık, yaratıcılıklarını kamçılar. Özerkliklerini geliştirir. Ergenin yalnızlığı kesintiye uğrayan türdendir. Odasında duramaz. Arkadaşlarıyla çıkar. Çoğu zaman, yalnızlık söz konusu olduğunda rahatlamak ve güç toplamak için en uygun çerçeveyi doğanın oluşturduğunu düşünür.[2]Uzakların çağrısına kulak verirse eğer, daha sonradan, genç bir yetişkin olduğunda, uçsuz bucaksız ovalara, karlı yamaçlara, çöllere ya da okyanuslara doğru yol alacaktır. Doğa, mahremiyetle bağlaşıktır. Macera biçimini aldığında, gönüllü yalnızlık, kendimizi bir bütünün parçası gibi hissettiğimiz yerlere götürür bizi.
Mahremiyet arayışı kökenlerini manevî bir gelenekte bulur. Düşüncenin kendisiyle diyaloğuna dayanan bir gelenektir bu. Birçok eskiçağ filozofu ya da mistik için, ruhun iç söyleşisi kendine yeterliğin bir kanıtıdır. Yalnızlıktan anladıkları, her zaman için soyutlanmak ya da toplumun “destek çıkmadığı” bireyin durumu değildir. “Kendine yetebilmeyi” hedeflerler daha çok. Bu yetiyi elde ederlerse eğer, “daha önce olaylar karşısındaki tavırlarının ne olduğunu ve şimdi nasıl değiştiğini, onları halen nelerin bunalttığını ve bunların çaresine bakmanın ya da tümünü ortadan kaldırmanın yollarını inceleyebilirler.”[3]Kendini tanıma yolunda ilerlerler. Gürültü patırtının uzağında, birey kendi iradesine bağlı olan şeylerle ilgili bilgi edinir. Tutkularının efendisi olmak için yoldaşlıktan vazgeçer. Stoacılar, ruhu, insanı dışarıdan gelen kötülüklere karşı koruyan bir kaleye benzetirler. Kendi köşesinde yaşayan bağımsız insan akılla hareket eder. Tefekkür yoluyla dünyanın düzenine dahil olur. Kendine yeterlik tüm bilgeliklerde mutluluğun anahtarıdır.
Ancak toplumun kargaşasından, aşırılıkları ve entrikalarından vazgeçip“tek başına bilgeliğe varmak istemenin büyük bir çılgınlık”[4]olduğunu düşünenler de çıkabilir. On yedinci yüzyıl ahlâkçılarının, yalnızlığı vazgeçilmez bir karar gibi değil de, kaçınılmaz bir mola gibi düşünmüş olmalarına şaşmamalı. İnsanın toplumla içli dışlı olmaya da, ondan uzak durmaya da ihtiyaç duyduğu fikri böylelikle ortaya konmuş olur. Yalnızlık aracılığıyla, her birey hayatın hayhuyunda yitirdiği zihinsel dinginliği geri kazanmaya çalışır. Ardından tekrar kalabalıklara karışır. Günümüzde bağlantıyı kesme (dijital teknolojiyle) tartışmaların merkezindedir. Sorun yine aynıdır. Offline olma ihtiyacının online olma arzusuna yabancı olmadığını biliyoruz. Dolayısıyla, ikili bir karşıtlık söz konusu değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır. Toplumun ısrarcı varlığıyla ilişkimizi hem kesmek hem de sürdürmek isteriz.
Daha genel bir ifadeyle, gönüllü yalnızlık toplumsal hayatın alabileceği biçimlerden biri olabilir mi? Ve toplumsal hayatın bu biçimi, yalnızlığın tadını doyasıya çıkarabilmemize olanak tanıyor olabilir mi? Yalnızlığın tüm müritleri arasında, hem “bağlantıyı koparmış” hem de “bağlantılı” bir hayat formülünü öneren Henry David Thoreau olmuştur.
Thoreau, 4 Temmuz 1845’te, doğduğu küçük Concord kentinden ayrılıp bir kulübeye yerleşeceğini açıklar. Projesi basittir: “Ölüm saatim gelip çattığında yaşamamış olduğumu fark etmemek için hayatın yalnızca temel olgularıyla yüzleşmek, onun bana öğretebileceklerini keşfetmek.”[5]Bu deneyimden çıkardığı anlatıda, “neredeyse her gün” ormandan kalkıp kente döner. Çamaşırlarını yıkadığı, annesinin hamur işlerini tattığı ve ortak ilgi alanlarını paylaştığı dostlarıyla yediği akşam yemeklerinde son yayınlanan kitapları tartıştıkları bilinir. Amerikan mitolojisi yalnızca toplum kaçkınlığı kısmını kaydetmiştir. Yazar ulusal bir münzeviye, efsanevi bir keşişe dönüşür. Yalnızlığının mizansenden başka şey olmadığı nadiren gözlemlenmiştir.[6]
Thoreau’nun bu kandırmacasını ciddiye almak gerekir. Bir aldatmaca değildir bu. İradenin bir mekanizması, bir sapmanın dramatürjisidir. Kulübeye yerleşen biri toplumdan uzaklaşır. Peki toplumla tüm bağlarını koparır mı gerçekten? Bu soru ana eksenimizi oluşturacak. Ve ele alacağımız tüm diğer örnekler için de geçerliliğini koruyacak. Yalnız kalmayı neden bu kadar sevdiğimizi anlamamıza yardımcı olacak.
Dolayısıyla elinizdeki, toplumdan söz ederken yalnızlıktan söz etmeyi hedefleyen, yalnız olmayı sevmenin ne anlama geldiğini araştıran bir kitap; içimizdeki yolcuya hitap eden ve adalet anlayışımıza seslenen bir kitap; ve son olarak da gönüllü yalnızlığı ilk başta ve her şeyden önce bir özgürlük deneyimi ve eleştiri vasıtası olarak düşünmeye davet eden bir kitap.
İzleyen bölümlerde herhangi bir mutluluk reçetesi verilmeyecek. Seyir ve eylem, bilgelik ve siyaset arasında bir seçim yapılması da öğütlenmeyecek. Yalnızlığın doğru kullanımını tanımlamak için daha çok şu sorular sorulacak: Yolculuk ederken nelerden kaçarız? Yalnızlıkta ne buluruz? Kendiyle başbaşa kalmak ne demektir? Toplum bize yeter mi? Yalnız birey ne tür bir yurttaştır? İnsan yalnız olduğunda dayanışma halinde olabilir mi? Neden doğaya inanmalıyız?
[1]Norbert Elias, La Solitude des mourants, çev. S. Muller, Paris, Christian Bourgois éditeur, 2012, s. 87. Bkz. Cécile Van de Velde, “La fabrique des solitudes,”Pierre Rosanvallon (yön.) içinde, Refaire société, Paris, La République des Idées/Seuil, 2011, s. 27-37; Marie-Noëlle Schurmans, Les Solitudes, Paris, PUF, 2003.
[2]Christopher R. Long ve James R. Averill, “Solitude: An Exploration of Benefits of Being Alones”, Journal for the Theory of Social Behaviour, 2003, 33/1, s. 23. 2000 yılında, üniversite öğrencilerinin katıldığı bir panelde yalnız kalmayı en çok sevdikleri yerin neresi olduğu sorulur: % 67’si doğada bir köşeyi, örneğin ormanı tarif etmiştir (agy., s. 30).
[3]Épictète [Epiktetos], Entretiens, III, 12, Çev. É. Bréhier, Les Stoïciens içinde, Paris, Gallimard, Bibliothèque de la Pléiade, 1962, s. 987-988.
[4]La Rochefoucauld, Réflexions ou sentences et maximes morales, 231. Özlü Söz, Paris, Garnier-Flammarion, 1961, s. 64.
[5]Henry David Thoreau, Walden, ou la vie dans les bois, Çev. G. Landré-Augier, Paris, Aubier, 1967, s. 195-197.
[6]Thoreau’nun “çelişkin hali” Thierry Gillybœuf tarafından vurgulanmıştır, Henry David Thoreau. Le célibataire de la nature, Paris, Fayard, 2012, s. 137.