Orhan Pamuk, Elena Ferrante, Han Kang gibi yazarlarla Uluslararası Man Booker Ödülü’nün finalistleri arasında yer alan Robert Seethaler ile romanı üzerine konuştuk
02 Mart 2017 14:15
Robert Seethaler’in Ein Ganzes Leben kitabı, Orhan Pamuk, Elena Ferrante, Han Kang gibi yazarlarla Uluslararası Man Booker Ödülü’nün finalistleri arasında yer almıştı. Kitap, Bütün Bir Ömür adıyla Feza Şişman tercümesiyle kazandırıldı Türkçeye. Aynı zamanda aktör de olan Seethaler, kitabında Andreas Egger adlı bir çiftçinin hayatını aktarıyor bizlere. Yazarla, kendisini en fazla okura ulaştıran romanı hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.
Türkçeye de çevrilen Ein Ganzes Leben adlı kitabınız Man Booker Uluslararası ödülüne aday gösterildi. Başka dilden okurlarla buluşmak konusunda nasıl hissediyorsunuz?
Ödüle aday gösterilmek beni etkilemiyor. Bu acınası olurdu. Ayrıca bu durumun nasıl bir etkisi olabilir ki? Sonuçta insan böyle bir ödüle aday gösterilebilmek için bir sporcu gibi idman yapamaz.
Röportajlarınızdan birinde mesleğinizin yazarlık olduğunu ifade etmekte zorlandığınızı söylemişsiniz, bir ödüle aday gösterilmeniz yazma işine karşı olan bakışınızı, özellikle de kendinizi bir yazar olarak görmenizi etkiledi mi?
Geçmişte kendimi bir yazar olarak nitelemekte zorlanıyordum. Bunun sebebi işçi sınıfına ait bir aileden geliyor olmamdı. Bu iş unvanı kulağa pek gerçekçi gelmiyordu. Fakat artık evde de bu gerçeği göz ardı edemiyorum, ben bir yazarım.
Ödüle aday gösterilen yazarlar arasında Elena Ferrante, Orhan Pamuk gibi isimler vardı. Onların romanlarını okuma şansı bulabildiniz mi?
Hayır. Yazdığım süre zarfında başka şeyler okumuyorum.
Bütün Bir Ömür kısa bir kitap olmasına rağmen bütün bir ömrü anlatmayı vaat ediyor. Sizce de bu iddialı değil mi?
Her kitap bir meydan okumadır. Uzun ya da kısa olması fark etmez. Tek bir günü 1.300 sayfada betimlemeye çalışmak da bir meydan okumadır. Kuşkusuz bir ömür ne 150 sayfada ne de 10 bin ya da 100 bin sayfada tam anlamıyla özetlenebilir. Anlatılanlar yalnızca ilgi çekici olaylar, resimler ve önemli anlardır. Yani ölüm döşeğindeki bir adamın geriye dönüp baktığında yaşamına dair hatırlayacağı şeyler. Bu geçmişe bakış daima bir seçimle sınırlandırılmalıdır. Ve insanın şansı yaver giderse, yapacağı bu seçim sayesinde hayatın özünü kavrayabilir.
Bu romanı yazmaya nasıl karar verdiniz?
Bu karar alarak yapılabilecek bir şey değil. Her şey karaktere göre şekillenir. Bir figür, bir resim ya da bir sahne sisler ardındaki bilinmezlikten ortaya çıkar ve yavaş yavaş etkileyici bir görünüm kazanır. Çok çalışma ve biraz da şansla bu görüntü bir hikâyeye dönüşür. Birçok aynı kanaldan beslenen nehre benzeyen bir hikâye.
Doğa kitabınızda önemli bir yere sahip. Soğuktan, kardan ölen karakterler… İlk sayfalarda Boynuzlu Hannes ölüm kendisine yaklaştıkça dağlara doğru kaçıyor. (Bu satırlar anında kedileri aklıma getirdi: Onlar da sanki ölüm yaklaşıyormuş gibi olduğunda karanlık ve ıssız yerlere koşar.) Sizce insanlar artık ait olmadıkları doğaya özlem mi duyuyor? Doğayla insan arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendirirsiniz?
İnsanların birçoğu için doğa yalnızca özlem duyulan bir yer olarak vardır. Bu yüzden doğayı yüceltmekten hoşlanırlar. Ama bu durumu duygusallaştırmaya gerek yok. Dağlar orada duruyor ve hiçbir şey istemiyor. Güzel oldukları kadar çirkinler. Biz onları nasıl görmek istiyorsak öyleler. Uzaktan bakıldığında ya da hayalde canlandırıldıklarında son derece güzeller. Ama onlara yaklaşınca hele bir de tırmanmaya kalkınca huzursuz, meşakkatli, sert, rüzgârlı, soğuk ve bazen tehlikeli olduklarından bu düşünce hızla değişiyor. Doğanın asıl anlamı her zaman bir imtihandır. Aynı sevgi gibi.
Peki kitapta bu imtihanı, ya da insanla doğanın çatışmasını mı okuyoruz?
Doğanın duyguları yoktur. Çığ insanlardan intikam almak için köyü basmıyor. Bu olay yalnızca karların fizik kurallarını takip etmesi sonucu meydana geliyor. Zehirli bir yılan kötü olduğundan sokmuyor insanları. O bir yılan hepsi bu.
Kitabın kahramanı Egger, önce bacaklarını ardından evini ve eşini kaybediyor. Fakat tüm bu felaketlerden sonra tutumunda bir değişim görmüyoruz. Demek istediğim, bir dinî inanca yakınlaşmıyor ya da yüce bir motivasyona ihtiyaç duyuyor gibi görünmüyor. Tanrısız bir Eyüp gibi aslında. Yaşam motivasyonunu nereden buluyor? Platon’un, Phaidon’daki bir ifadesini hatırlıyorum: Bir şeyin kusurlu olarak algılanması için zihnimizde bir kusursuz tanımı olması gerekir. Egger’in kusursuz bir hayat arayışında olmayışını böyle bir tanıma sahip olmamasıyla bağdaştırabilir miyiz? Egger sıradan bir adam mıdır?
İyi bir noktaya değindiniz. Daha doğrusu Platon iyi bir noktaya değinmiş. Açıkçası ben böyle bir çıkarım yapmadım. Ben ve kahramanım Egger bu tür şeyleri düşünemeyiz. Evet, Egger sıradan bir adam. Bunun yanı sıra insanın idealleri yaşamı sırasında değişir. Genç ve güçlü bir adamın idealleri bir hastalıkla ya da ölümle karşılaştığı anda değişebilir. Bir gencin ideali olimpiyat şampiyonu olmaktır, yaşlı birinin ise ertesi sabah yardıma ihtiyaç duymadan mutfağa gidebilmek.
Bu bana kahramanın engelli oluşunu hatırlattı. Neden kahramanınızı engelli biri olarak seçtiğinizi merak ediyorum. Fazla güçlü bir karakter istemediniz mi? Doğup büyüdüğü yerde mi geçirsin istediniz hayatını?
Tek engeli topallaması. Yani o kadar da kötü değil. Biri topallaması diğeri de şaşı oluşu. Öte yandan diğeri iki kolunu kaybediyor. Ama hepsi bir şekilde yaşıyor. Yaralarımız ve kusurlarımız olmadan nasıl insan olabilirdik ki? Kitapta Egger şöyle diyor: “Evet, topallıyorum, ama dağda düzgün yürüyebilen tek kişi benim.”
Kitabın ortalarında Egger’a acımaya başladım. Doğrusunu isterseniz, bir tutkusu yok diye kahramanınıza karşı öfkeli olduğunuzu düşündüm.
Bu tutku kelimesinden ne anladığınıza göre değişir. Egger yaşamak istiyor, hepsi bu. Her zaman mutlu değil, ancak elde ettikleriyle yetinmeye çalışıyor. Feci olaylarda bile bu tutumu sergiliyor. Bütün bir hayatın tüm deliliğine rağmen daima hoşnut olmanın bir yolunu buluyor. Bence bu, bir insandan isteyebileceğinizden çok daha fazlası.
Kitabınızda yaşamdan çok ölümü konu almışsınız. Kişisel bir soru olabilir fakat eseri ölüme yakın bir deneyimden ya da birini kaybettikten sonra mı kaleme aldığınızı merak ediyorum.
Bu yaşamı anlatan bir kitap ve yaşamdan bahsederken ölüme değinmemek mümkün değil. Bu elimizde olan bir şey değil. Şimdiye kadar kimse ölüme karşı koyabilmiş değil. Ölüm dehşet vericidir, aynı zamanda Tanrı’nın ya da artık her kimse, bize verdiği en büyük armağandır. Yaşamı değerli kılan tek şey ölümdür.
Yine de bazılarımız var oluşunu eserler üreterek sürdürebilir. Bu romanla ölümsüzlüğe ulaşmayı istediğinizi söyleyebilir miyiz?
Hayır. Her şey ölür.
Paolo Sorrentino’nun Youth filminde bir dağcıyı canlandırmanız tesadüf mü?
Tamamen bir tesadüf. Sorrentino beni bu role uygun buldu, ben de oynadım. Sorrentino için bir masa başı memurunu veya resmi bir dairenin kapıcısını da oynardım.
Yazarlığı ve oyunculuğu kıyaslayacak olsanız hangisinin daha zorlayıcı olduğunu söylerdiniz? Ya da şöyle sorayım, yazarlık ve oyunculuk arasında bir bağlantı olduğunu düşünüyor musunuz?
Çocukken ciddi bir görme problemim vardı ve Viyana’da görme engelliler okuluna gittim. Çocukluğumda daima kendi küçük dünyamda yaşardım. Muhtemelen yazarlığı bu yüzden seçtim. Bu daha çok bir içselleştirme yöntemiydi. Oyunculukta kendinizi dışa vurmanız ya da iç dünyanızı genişletip görsel hale getirmeniz gerekir. Bu hiçbir zaman benim güçlü yanım olmadı. Sahneye çıktığım zamanlarda öyle çok utanırdım ki, yer yarılsa da içine girsem diye düşünürdüm. Ama filmlerle sıkıntım yok; kameraların sessiz hoşgörüsü beni korur.
Şu anda ne üzerinde çalışıyorsunuz?
Bir mezarlık hakkındaki bir kitap üzerinde çalışıyorum. Kulağa hüzünlü geliyor, ama bazı bölümleri oldukça eğlenceli. Ve her zamanki gibi zor bir iş.