Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan'da anlattıkları ve kişilerin, “gerçek yaşam” ile kimi çevrelerce siyasî yıpratma amaçlı ilişkiler kurulunca, romanın algısının da günümüze kadar farklı geldiği pekâlâ söylenebilir
04 Haziran 2015 03:00
Seksen öncesi, özellikle Spor Sergi Sarayı’nda (şimdiki Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı) yapılan gecelerde, binlerce kişi “Aldırma Gönül”ü söylerdi. Başka etkinliklerde de, o hiç anımsamak istemediğimiz cenazelerde de… Sabahattin Ali’nin bir şiirinden (Hapishane Şarkısı-V) olan şarkıydı bu. Ezbere bilirdik o şiiri o şarkıyı, belki birkaç tane daha, örneğin “Melânkoli”, “Dağlar.” Kitaplarını henüz okumamıştım, çoğumuz da okumamıştı. Sonra Cağaloğlu’na adım attığım yıllarda, 1979 olmalı, siyasî yayınlar yapan bir yayınevinde çalışıyordum ve kitap tanıtım yazılarına başlamıştım. Bir yakınım yazıyorsun mâdem, Sabahattin Ali’yi okudun mu, gibisinden bir şeyler söylemişti. Hikâyelerini, romanlarını… Daha çok çeviri siyasî kitaplardı okuduklarımız ya da devrimle ilgili romanlar. Birkaç şiirini biliyordum, yaşamöyküsünün trajikliğini biliyordum ama yapıtlarını okumamıştım, utandım. Hemen ertesinde, Cağaloğlu’nda dağıtımcılarda kitaplarını aradım, basımları yoktu. Cem Yayınları’ndan tüm yapıtlarının yakın bir zamanda yayınlanacağını öğrenmiştim.
1980 yılında Atilla Özkırımlı’nın basıma hazırladığı “Bütün Eserleri”, Kuyucaklı Yusuf (1937) ile peş peşe geldi. Kitaplar yayınlandıkça, özellikle Yazko Edebiyat’ta her biri için tanıtım yazısı yazmıştım. Bir de “Kuyucak’tan Yusuf ve Diğerleri” (1983) adlı denememi yayınlamıştım. Üç romanındaki ana karakterler ve aşk temasıyla ilgiliydi. Daha sonraki yıllarda da Sabahattin Ali üzerine denemelerim yayınlandı. Çünkü okur okumaz etkisine girmiştim; romanları, hikâyeleri derinden sarsmıştı.
İki ay kadar önce Sabahattin Ali’nin anıldığı bir toplantıda İçimizdeki Şeytan (1940) ile ilgili bir konuşma yaptım. Dolayısıyla romanı yeniden okudum ve daha farklı değerlendirdim, kuşkusuz yıllar geçmişti. Ama ilk okumamda, romanı bitirdiğimdeki duyguyu dün gibi anımsadım: Romanın içine girip, Ömer’i bir kenara, Bedri’yi bir kenara itip, Macide’nin elinden tutarak romanın dışına çıkarmak… İlk okuduğumda da Macide’ye “âşık olmuştum”, son okuduğumda da…
2004 yılının sonunda Aşk İntiharın Peşinde (Telos yay.) adlı bir romanım yayınlanmıştı. İyi bir okur olan bir arkadaşım, romanın Kürk Mantolu Madonna’yı (1943) anımsattığını söylemişti. Böyle bir bağ kurmamıştım ama romanı gerçekten de ilk okuduğumda çok sevmiş, etkisinde kalmıştım; yıllar sonra bir kez daha okumuştum, yine çok sevmiş, yine etkisindeydim.
Bugünlerde onlarca büyüklü küçüklü deftere yazılmış, tâ seksenli yıllara uzanan günlüklerimi bilgisayara giriyorum. Öyle anlaşılıyor ki, roman yazma düşüncemin oluşmasında, en etkileyici yazar Sabahattin Ali olmuş. O yıllarda en çok okuduğum yazar. Hatta, bir de kitap düşüncesi oluşmuştu. Öylesine etkisinde kalmıştım ki Sabahattin Ali üzerine bir kitap yazmayı düşünüyordum. Daha çok bir monografi. Üstelik yayınevini de bulmuştum. Alan Yayınları bir Alman yayınevinin “yaşam incelemeleri” dizisini yayınlıyordu. Çok güzel kitaplardı; Sartre, Camus, Lukcas vb. Ben de yayınevi yöneticisi Ragıp Zarakolu’ya Sabahattin Ali’yi yazmayı önermiş ve oluru almıştım. Ancak bir türlü oturup yazamadım. Başta Asım Bezirci’nin olmak üzere Ali ile ilgili kitaplar vardı; farklı olmalıydı. Dolayısıyla bu olgu, büyük kaygı da yarattı ve bir türlü yazmaya cesaret edemedim.
Daha sonraki yıllarda, monografi düşüncesi bir deneme kitabına dönüştü. Yukarıda sözünü ettiğim, “Kuyacak’tan Yusuf ve Diğerleri” yazısının üzerine kurulacaktı. Aşk temasıyla birlikte, yalnızca üç romanındaki değil, bazı hikâyelerindeki kişileri de ele alacaktım. Onu da bugüne kadar yazamadım. Ne var ki neredeyse her gece uyumadan önce aklıma düşüyor, yazsaydım, yazmalıydım diye…
Özcesi Sabahattin Ali’nin “gerçekçi edebiyat”ta özel, öncü bir rolü vardır; 1930’lu yıllarda özellikle de hikâyeleriyle yaptığı çıkışla sesini duyurmuş, gerek kendi kuşağı, gerekse sonraki kuşaklar üzerinde etkili olmuştur. Köyü ele alış biçimi, sorunları dile getirişi zamanında büyük yankı uyandırmış olmakla birlikte bugün de ilgiyle, edebî keyif alınarak okunmaktadır. Köy’den biri değildir ama kırsal kesimi çok iyi gözlemlemiş, sorunlarını yazınsal olarak çok iyi ifade etmiştir. Öte yandan üç romanı olmasına karşın, romanları da iz bırakmış olup, günümüzde de etkisini sürdürmektedir.
Hem Sabahattin Ali külliyatında hem de edebiyatımızda, Kuyucaklı Yusuf’un özel bir yeri vardır, kusursuz denilebilecek yazınsal bir yapıya sahiptir. Karakterler, ilişkiler son derece iyi işlenmiştir. Tüm bunlar bir aşk ekseni üzerinde yürür. Romanın ana karakteri olan Yusuf’un gelişim evresi romanın olay örgüsüyle paralel gider. Yusuf’un içine kapanıklığı ile çevresine karşı olan başkaldırısı arasındaki çatışma da son derece sürükleyicidir.
Romanın sonunda, onca sevdiği ama batağın içinden bir türlü çıkaramadığı, ancak birkaç soysuzu öldürerek çekip çıkarabildiği karısı Muazzez’i (çatışmada vurulmuştur) gömdükten sonra, atına atlayıp “yeni bir hayata doğru yürümeden” önce, Edremit kasabasına “yumruğunu uzatıp tehdit eder gibi” sallar. Bu sahne, Yusuf’un roman boyunca anlatılan edimlerine eklendiğinde, edebiyatımıza “eşkıya mitosu”nu müjdeleyecektir. Edremit’e sallanan yumruğun açılımı bence böyledir.
Sabahattin Ali’nin, romanda kısaca işlenen, itilmiş, ezilmiş ve tecavüze uğramış Kübra ile Yusuf’un karşılaşacağı bir “eşkıya romanı” yazmayı tasarlandığı bilinmektedir. Ne var ki ömrü yetmeyecektir. Sonrasında Yaşar Kemal İnce Memed (1955) romanıyla bu “mitos”u edebiyatımıza armağan edecektir.
İçimizdeki Şeytan’ı hep sevmişimdir ama yukarıda sözünü ettiğim toplantı dolayısıyla yeniden okuyunca (ilk iki okuma doksanlardan önce), doğrusu tam anlayamadığımı gördüm. Zaten daha önce de bu romanın “hakkının yenildiği”ni düşünüyordum. Dahası gölgede bırakılmıştı. Romandaki bazı anlatılanların ve kişilerin, “gerçek yaşam” ile kimi çevrelerce siyasî yıpratma amaçlı ilişkiler kurulunca, romanın algısının da günümüze kadar farklı geldiği pekâlâ söylenebilir. İyi ki bu konuda yalnızca ben böyle düşünmüyorum. Sözünü ettiğim konuşma metnini biraz daha genişleterek bir yazıya döktüm. Bu yazı da Varlık dergisinin önümüzdeki sayılarında yayınlanacak. Onun için kısaca ama o yazıda söz etmediğim bir noktaya değinmek istiyorum:
İçimizdeki Şeytan romanının ana karakteri Ömer, Oblomov’a benzetilmiş, Ecinniler’in Stavrogin’ine benzetilmiş. Gerçekten de Ömer iç ve dış çatışmalarıyla, olumsuz kişiliğiyle tam bir roman karakteridir. Öte yandan, kuşkusuz çok farklı romanlardır ama Ahmet Hamdi Tanpınar’ın büyük yapıtı Huzur’un Mümtaz’ında, sanki Ömer’den bir ışık vardır. Mümtaz tabii ki, nasıl diyelim Ömer gibi “düalist” bir birey değildir; ne var ki yine de iç çatışmaları biraz Ömer’i andırır. Kendisiyle didişmeleri de.
Öte yandan bir-iki küçük benzerlik daha var. Her iki yazarın sosyal çevrelerinden dolayı romana girmiş mekânları, aydın tartışmalarını, Beyazıt çevresini falan kast etmiyorum. Kaldı ki Doğu-Batı meselesi Huzur’da çok derin, yoğun ve farklı biçimde ele alınmıştır; İstanbul betimlemeleri de İçimizdeki Şeytan’dan çok daha geniş yer tutar ve üzeri anlamlarla örülmüştür. Ancak anımsanacağı gibi, nasıl Ömer, Macide’yi Kadıköyü- Köprü vapurunda görüyorsa, Mümtaz da Nuran’ı Ada vapurunda görür. Benzer şekilde, Ömer ile Macide’yi nasıl, kızın yanındaki bir ortak akrabaları tanıştırıyorsa, Mümtaz ile Nuran’ı da genç kadının yanındaki ortak tanıdıkları tanıştırır. Ayrıca Nuran da Macide gibi müzikle çok yakından ilgilidir. Kuşkusuz şehir hatları vapuru bir dönemin, özellikle de sözü geçen yılların tipikliği ve bir çeşit “sosyalleşme” yeridir. Kaldı ki bizim gençliğimize kadar sürmüştür. Tanpınar bu sosyalleşmeyi Huzur’da şöyle ifade ediyor “Fakat hangi İstanbullu bindiği vapurda kimlerin bulunup bulunmadığını merak etmez?”
Şu günlerde Sabahattin Ali deyince ilk akla gelen ister istemez onun son romanı Kürk Mantolu Madonna oluyor. Çünkü bu roman son yıllarda en çok satan kitap. Yıllardır “liste”lerin başında. Doğrusu listeler ilgimi çekmiyor, bunun edebiyatla değil de piyasayla ilgili olduğunu düşünüyorum. (Bir kitabın çok satması tabii ki bir değeri de gösterebilir.) Öte yandan Kürk Mantolu Madonna bir “bestseller” değil, edebî bir romandır. Bunca yıl Sabahattin Ali ilgime karşın bunun niye böyle olduğunu açıklayamıyorum. İyi ki böyle olmuş o ayrı da, en azından yazınsal olarak doğrudan bir bağ bulamıyorum bu kadar okunmasına. Belli ki daha çok da gençler. Art arda basım yapıyorsa, gençlerin bu romanı sevdiğini söylemek yanlış olmaz.
Güzel yazılmış bir aşk öyküsüdür. Sıradan bir adamın, Raif Efendi’nin derinlerinde yatan ve onu kemiren olayların rastlantıyla tekrar anımsanmasıdır (“yaşam”asıdır). Almanya’da yıllar öncesinde kalmıştır, belli ki külleri soğumamıştır, içten içe onu yiyip bitirmektedir. Çocuğunun olduğunu öğrenmesi son noktadır. Yıllar geçmesine karşın o “aşk”ı, yâni Almanya’daki Maria Puder’i unutamamıştır. Evlenmiş, çocukları olmuş, çalışıp durmuş ama mutsuzluğunu derinlere gömmüştür. Şimdi bir rastlantı yıllar öncesinin gerçeğini ortaya çıkarmıştır!
Belki de “moda” oluşudur Kürk Mantolu Madonna’yı bugün en çok okunan kitap yapan, belki de en önemli neden “fısıltı gazetesi”nin başarısıdır. Doğrusu pek anlayamıyorum ama Sabahattin Ali’nin kaleminden çıkmış bir aşk öyküsünü günümüz insanının, hem de çoğunun beğenmesi-sevmesi bir gerçek. Onun etkisinde kalmış bir yazar olarak da kıvanç duyuyorum. Umarım, okurun/ okurların bu örnek “ilgi”si, Sabahattin Ali’nin öteki romanlarına, hikâyelerine doğru kayar. Kuşkusuz öteki yapıtları da okunuyor, yeni basımlar yapıyor, yapmakta; ancak bir başka bahar rüzgârı Kürk Mantolu Madonna…