Salman Rushdie ile edebiyattan siyasete

Geçen hafta saldırıya uğrayan Salman Rushdie Şeytan Ayetleri’nin basılmasından bu yana tehdit altındaydı. Yasemin Çongar’ın Rushdie ile yaptığı ve 16-17-18 Mart 2007 tarihlerinde Milliyet’te tefrika edilen söyleşinin tamamını yayımlıyoruz.

18 Ağustos 2022 22:30

 

Dünyaca ünlü birçok yazar gibi Salman Rushdie’nin de yayın piyasasındaki temsilcisi olan Wylie Ajansı’na iletmiştim talebimi. Yanıt şipşak geldi: “Rushdie sizinle görüşmeyi kabul etti. Ama siyaset değil, edebiyat konuşmak kaydıyla…”

“Tamam” dedim, dediğime pek inanmayarak.

Siyasi romanı ısrarla savunan, kitapları birer küreselleşme kılavuzunu andıran, Şeytan Ayetleri’ni yazdığı için hakkında ölüm fetvası verilen, 1990’ları bu fetvadan kaçarak geçiren, Temmuz 2005’te Londra’daki terör saldırılarının ardından “İslam’da reform” çağrısı yapan, Bush ve Blair’i her fırsatta yerin dibine batıran, Türkiye’de siyasi İslam’ın etkisinden yakınan bir yazarla “gayri siyasi” sohbet nasıl olacaktı?

Olmadı…

Rushdie’nin, “İstanbullu bir kadın ile Bombaylı bir adam, Manhattan’ın ortasında, blucinler içinde buluşup İngilizce konuşuyoruz. Bu nasıl da doğal geliyor bize” diye çerçevelediği söyleşimiz, edebiyattan küreselleşme, kimlik ve özgürlük konularına aktı. Siyaset sormasam da zaten her şey siyasiydi.

Wylie Ajansı’nın patronu Andrew Wylie’nin kitap dolu odasında Rushdie’yle kahve içip iki saat konuştuk. Sorulara ayrıntı düşkünü yanıtlar verdi. Sık sık kahkahayla güldü. Yüzünün karikatürcülere fazla yaratıcılık imkânı bırakmayan ilginç geometrisine, “Nihayet bahar!” dedirtircesine içeri süzülen akşam aydınlığı vurmuştu.

Rushdie’nin İngilizcesi 2005’te yayımlanan son romanı Soytarı Şalimar bizdeki kitapçı raflarında yerini aldıktan hemen sonra buluştuğumuzdan, bu kitapla girdik söze…

"İfade kısıtlanırsa insanlık yara alır."

Soytarı Şalimar’ı 11 Eylül sonrasında yazdınız ve başkarakter bir terörist…

Evet. Ama kitabın tohumu kafamda 20 yıl önce çimlenmeye başladı. 1987’de, Hindistan’ın bağımsızlığının kırkıncı yılında, Britanya televizyonu benden ülkenin durumuna ilişkin bir belgesel istedi. Politikacılarla söyleşi yapmaktansa, gidip o yıl 40 yaşına basan insanlarla konuşmak, hayatlarının nasıl geçtiğini dinlemek istedim…

Gece Yarısı Çocukları romanında, bağımsızlığın ilan edildiği gece doğan 1001 çocuk gibi…

40’ındaki gece yarısı çocuklarının filmini yapmaktı niyetim. Keşmir’in 1947’lilerini, Soytarı Şalimar’da bahsettiğim gezici tiyatrocular arasında buldum. İsyanın başlamasına daha 1,5 yıl vardı ama durum gergindi. Keşmirliler benimle gayet açık konuştularsa da kamera karşısında bunu yapmadılar. Filmde kullanamadık. Gerçek hikâyeleri kafama kazındı. O sırada, bir adamın katiliyle kızı arasındaki ilişkiyi anlatan bir romana çalışırken tıkandım. O romanı bırakıp ABD’de geçen Öfke’yi yazdım.

Öfke, talihin cilvesiyle 11 Eylül 2001’de piyasaya çıkınca, yarım kalan romana döndüm. “Ya katil Keşmir’de tanıdığım kumpanya oyuncularından biriyse…” dedim ve kitap kendisini verdi bana.

Fetvadan da etkilendi mi bu roman? “Küresel terörizm” moda kavram olmazdan çok önce, bunu ensenizde hissettiniz siz.

Yaşadıklarım romana yardımcıydı.[1] Bir kere, terörizm konusunu yıllardır, çok kişisel bir düzeyde düşünmekteydim. Radikal İslam üzerine, İslam’ın başına gelenler üzerine düşünüyordum. Bence “Şalimar”ın Keşmir’de geçen bölümünde en ilginç olan konu, bir tür İslam’ın diğer tür İslam’ı nasıl kovduğu… Keşmir İslamı, Sufi İslam giderek daha Arap, cihatçı bir İslam tarafından itiliyor, boğuluyordu. O bölgenin tarihine yabancı bir durumdu bu. Yazık.

Keşmir’e özgü değil bu süreç…

Ve sorumluluk hiçbir yerde tek tarafın değil. İslam üzerinde baskı yapanın sorumluluğu gözden kaçmamalı. Kitapta bu konuda çok adil olmaya çalıştım. Sorun bir yanıyla cihatçılarsa, Hint güvenlik güçleri de diğer parçası…

Yazarken ailemi de düşündüm. Annemin ailesi hepten Keşmirli. Babam kökü Keşmir’e dayanan bir Delhi ailesinden.

Fetva yıllarının diğer yararı şuydu: Birçok devlet başkanı, başbakan ve dışişleri bakanıyla birlikte oldum. Buluşup şampanya içmiyorduk; durumumla ilgili ciddi toplantılar yapıyorduk. İktidarın nasıl işlediğini, iktidar sahiplerinin nasıl adamlar olduğunu gördüm.

Bu adamlar Max Ophuls karakterine mi yansıdı?

Max tek bir devlet adamının kopyası değil; birçok yetkiliden parçalar var onda. Clinton’vari bir çekicilik, aynı zamanda eski tip bir Avrupalılık… Bir dönem ABD’nin Hindistan büyükelçiliğini yapan ünlü iktisatçı John Kenneth Galbraith de etkilemiştir Max Ophuls’u.

Terör konusundaki sert çıkışlarınızı düşününce, “terörist” Şalimar’a sempatiniz ilginç…

Bir bakıma tatlı adam Şalimar. Çünkü roman yazarken ilk görev karakterleri okura sevdirmek. Eğer okur karakterle bağ kurmazsa, başına ne geldiğiyle de ilgilenmez. Ama Şalimar’a değer verdiği anda, ahlaksızca kararlar alması okuru etkiler.

Şalimar’ı baskının bir ürünü olarak da sunmanızda anlatım taktiğinden öte bir mesaj yok mu?

Var, ama şu soru hep sorulmalı: Neden bu adam terörist oldu da, arkadaşı olmadı? Keşmir’de aynı acıyı çeken çok insan var. Birisi cihatçı olurken, yanındakinin olmaması neden? Sadece siyasi ve sosyo-ekonomik koşulları değil, kişilikleri de anlamak zorundayız.

Hindu kızı Boonyi ile Müslüman Şalimar’ın aşkını anlatırken, farklılıkları aşan “Keşmirlilik ruhu bir yanılsama mı?” diye soruyorsunuz. Yanılsama mı?

Boonyi ile Şalimar birbirlerine âşık olunca, köyün bunu kabullenmesinin zorluğunu biliyorlar. Ama köylüler onlara sahip çıkıyor. Gerçek hayatta, 100 olaydan 99’unda köylüler bu tepkiyi vermez. Benim derdim natüralistçe yazmak değil, bu olasılığı düşündürtmek. Garip görünenin mümkün olduğunu anlatmak.

Keşmir’de birlikte hayat vardı. Keşmir İslamı biraz Hindulaşmıştı. Sufiler, Hindu tanrılarınınkine benzer küçük türbeler kurarlardı yol kenarına. Bazen Müslümanlarla Hindular birbirlerinin türbelerinde adak adardı. Keşmir’deki Brahminler vejetaryen değildir mesela; Müslümanlar gibi ha bire et yerler. Hindu mutfağı, Müslüman mutfağı ayrıdır, ama birbirlerinin yemeklerini de pişirirler.

Keşmirliliği, rahiplere saldırı, yüz binlerce Hindu’yu mülteci kamplarında yaşamaya zorlayan etnik temizlik yıktı. Bir de gençlerdeki İslami radikalleşme ve tabii Pakistan’ın buna katkısı.

Siz de 1947’lisiniz; haziranda 60 olacaksınız. 60’ına yeni basan Paul Auster kendisini hâlâ çocuk hissettiğini söylüyor…

(Kahkahayla…) Ben hep Paul’dan biraz daha genç kalacağım. Ama zamanla daha klasikçi bir yazar oluyorum; daha duygusal bir dile kayıyorum. Bendeki değişim bu.

Kapanıp yazdıkça, “yeterince yaşamadığınız” kaygısına kapılıyor musunuz? Yoksa yaşlandıkça “Zamanım azalıyor” diye daha mı çok kapanıyorsunuz?

“Yeterince yaşamadım” diyemeyecek kadar olaylı bir hayatım oldu. Ama bu gerilim bende var. Yazmak çok derin bir gömülmeyi, uzun süre tek başınalığı gerektiriyor. Bunu yaparken yaşamı paylaşmak zor. Neyse ki, karım benden de çok çalıştığından birbirimizi zaten görmüyoruz! Şaka, ama birlikteliği becermek zor.

Üçüncü evliliğiniz mi?

Dördüncü… Aralarında 18 yaş fark olan iki oğlum var; birini büyüttüğüm anda diğeriyle yeniden başladım. Her zaman dikkatimi verdim onlara. Çocuklarım yazıdan önce geldi. Şimdiyse çok iyi giden bir roman yazıyorum. Sabah erkenden kalkıp akşam 8:30’a kadar aralıksız yazdım dün. Keyfim yerinde.

“Fetva, değerlerimi netleştirmemi sağladı”

Kellenizin istendiği yıllar farklı bir adam yaptı mı sizi?

Beni fetva öncesinde de iyi tanıyan dostlarımın hepsi, “Aslında hiç değişmedin” deyip nasıl değiştiğimi anlatıyorlar. O yıllarda ne kadar stresli göründüğümü söylüyorlar. Şimdiyse her zamankinden daha hafiflemiş olduğumu… Bana yapılan şey, her şeyden çok kişisel değerler üzerine düşündürdü beni. Bir kendine dönme sürecinden geçtim. Neyin yanında durduğum konusunda eskisinden çok daha netim artık.

Neyin yanındasınız?

Neyin karşısında olduğumu söyleyeyim: Eserlerime ve bana karşı çıkan güçlerin karşısındayım. Dindarlara değil, dar kafalılara, mizah duygusunu yitirmişlere, başkalarına onlar için neyin iyi olduğunu söyleme meraklılarına, kimin neyi okuması, neyi okumaması gerektiğine karar verenlere karşıyım. Hiçbir rahipçıkıp dükkânımda hangi kitapların olabileceğini söylemesin.

Dünyanın neresinden gelirseniz gelin, “insanlığın özü” diyebileceğimiz bir şey var ki, belli özgürlüklere muhtaç. İfade özgürlüğü bunun esası, o olmazsa diğer özgürlüklerin anlamı kalmaz. İfadenin kısıtlandığı yerde insanlık yara alıyor. Din de, devlet de ifademizi kısıtladığı an, insanlığımızı öldürmeye başlıyor.

Britanyalı ajanlar gövdenizi korurken, benliğinizi kim ya da ne korudu?

Çok garip durumlarda kaldım. Bana benzer şeyler söylediğini düşündüğüm kişiler fikirlerime sempati göstermedi. Entelektüel açıdan benden uzak olduklarını düşündüklerim ise davamı sahiplendi. Sonuçta şu ya da bu gruba kendimi ait hissedemeyeceğimi anladım. Tek başıma kurtulacaktım. Bir tür varoluşsal bireycilikle.

Tek başınalık kolay değil…

Değil. Ama bana yapılandan şunu öğrendim ki, edebiyatın en kuvvetli yanı tam da bu. Edebiyat bir gruba ait değildir, olamaz. Hiç kimse yazarın sahibi değildir. Yazar bir ideoloji adına konuşmaz. Yazarın işi sadece “Ben bunu böyle görüyorum” demektir. Bunu da tekil olarak yapar.

Londra’da belli bir lokantada her cuma buluşan yazarlar vardı; başka bir lokantada salıları toplanan felsefeciler vardı. Gençken bu grupların hepsine davet edildim ve galiba birer kez gittim. Sonra kuvvetli bir içgüdü, “Gitme” dedi. Fetva bana o içgüdünün, cemaatçiliğe direnmenin doğruluğunu öğretti. Roman sanatının değeri tek bir sesin konuşmasıdır. Kulübe girmeye gerek yok.

"Irkçılık ötekine bakmayı bilmeyenleri cezbediyor"

Salman Rushdie, son romanı Soytarı Şalimar’da epey dolaştırıyor okuru: Ver elini Kaliforniya, Keşmir, Fransa, Britanya, Cezayir, Filipinler… Polisiye mi, aşk mı, destan mı okuduğunu tam anlamadan oradan oraya atıyor.

Arada mini manifestolar sunuyor:

“Şimdi her yer başka bir yerin parçasıydı… Hayatlarımız, hikâyelerimiz birbirimizinkine akıyordu; bizim, bireysel ve ayrışmış değillerdi artık… Dünya artık sakin değildi.”

Hem Şalimar’ın dünyasını hem de Rushdie’nin hemen bütün romanlarını tarif eden sözler bunlar.

New York’taki sohbetimizde küreselleşme ve kimlik, kalabalık ve mahremiyet konularını, yazma stratejileri ile demokratik/ahlaki tercihler boyutunda konuştuk Rushdie’yle.

Sadık bir okuru olarak son romanlarıyla aramdaki mesafeyi ele veren sorular da sordum… Rushdie kendisinden memnun olmanın rahatlığıyla buyur etti her soruyu.

1970’lerde “Küreselleşmenin romanını yazmalıyım” diye yola çıkmadınız herhalde… Nasıl buraya vardınız?

Küreselleşmenin romanını yazıyorum, ama öyle çıkmadım yola. İlk kitaplarımdan Geceyarısı Çocukları ve Utanç küreselleşmeyi daha az yansıtır. Gene de yansıtır, çünkü İngiltere’ye göçmen gitmiştim. Göçmenlik perspektifinin, ötekilik boyutunun hep farkındaydım. Bendeki esas değişim ise Şeytan Ayetleri’nde oldu. Çünkü o roman göçmenlerin koşulları üzerine yazma kararıyla yazıldı; dünya değiştirmenin ne demek olduğunu deşti.

Dünya değiştirip “öteki” oluverenleri yazdınız…

Bunun birey ve toplum olarak bize ne yaptığını merak ettim. Baskılar ne? Değişen ne? Neyi muhafaza edip neden vazgeçiyorsun? Birdenbire her şey sorgulanıyor. Birdenbire öteki oluyorsun. Şeytan Ayetleri’ni 1980’lerin ortasında yazıyordum; Thatcher hükümeti zirvedeydi. Bugünkünden çok daha muhafazakâr bir ülkeydi İngiltere.

O zamanlar Londra’daki göçmenler için hayat çok zordu. Şeytan Ayetleri bu büyük yeni dünya biçimine her yönüyle bakma çabasından doğdu.

Bakınca silkeleme gereği de mi duydunuz?

Şeytan Ayetleri’nin ana fikri şu: Böyle yeni bir dünya karşına çıkınca, o güne dek doğruluğuna inandığın her şey sorgulanmaya başlar. Kitap da bunu yapmalı, her şeyi sorgulamalıydı. Bu benim farklı dünyalar arasındaki yazarlığımın farkına varmaya başladığım kitaptı. Dünyalar arasındaki hareketin, dünya değiştirenleri ve değiştirmeyip arkada kalanları nasıl etkilediğini anlattım.

O zamandan beri giderek artan biçimde anlamaya başladım ki, hayatımın kazaları sayesinde yazmak istediğim şeylere çok yakınım. Ama dünya da çok küçük… Dünyanın bu köşesinde hapşırıyorsun, perde bambaşka bir yerde kımıldıyor.

Eskiden “birbirinden ayrıymış” gibi yaptığımız hayatlarımızı ayrı tutamıyoruz artık. Jane Austen bütün hayatını Napolyon Savaşları’ndan hiç bahsetmeden geçirebilmişti oysa.

Salman Rushdie 1992'de tartışmalı kitabı Şeytan Ayetleri ile... Yazarın bıçaklı saldırıya uğramasının ardından yıllar sonra romanın satışlarında büyük bir sıçrama oldu.

Her şeyden bahseden, her yere uğrayan, hiperaktif, kalabalık, okura hiç boşluk bırakmayan romanlar yazmaktan memnunsunuz siz…

Bu eleştiri beni rahatsız etmiyor. Çünkü bazılarının sevmediği bu aşırılıklar, diğerlerinin tam da sevdiği şey.

Don DeLillo ve Haruki Murakami gibi yazarlar küreselleşmeyi yazarken sizden daha sakinler sanki…

DeLillo arkadaşım; bütün o kalabalık içinde çok “cool” kalabiliyor. Murakami çok oynuyor, yığıyor, bilmem arada sakinleşiyor mu?

Bu keşmekeşin içinde okura mahremiyet alanı açmak sizin için önemli mi?

Bu çok iyi bir soru. Asıl mesele burada. Bence Şalimar bütün bu tarihî gürültü içinde çok samimi bir kitap. Dört kişinin hayatıyla ilgili. İki kadın iki erkek… Son derece samimi ilişkiler.

Bir katil ile kurbanı arasındaki ilişkiden daha mahrem ne olabilir ki? Âşıklar, ihanet, sadakat ve sadakati becerememek… Dört karakterin ihtiyaçlarının direksiyona geçtiği bir kitap. Yazarken, sabah uyandığımda, karakterlerin o gün ne yapmaları gerektiğini bana anlatmalarını beklerdim.

Samimiyet ile sahicilik duygusu kol kola gidebiliyor…

Doğru. Geçen yılki PEN Festivali’nde dünyanın stresli, sıkışmış bölgelerinden gelen yazarlar da vardı. İsrail’den David Grossman ve Nikaragua’dan Giaconda Belli’yle konuşuyorduk. Hepimiz farklı şekilde şunu söyledik:

“Belki de kamusal hayatın bu kadar içimize girdiği bir dünyada, sanatçının sorumluluğu samimiyete yer açmaktır. Açmazsanız, onun adı edebiyat değildir, gazetelerdir. Edebiyatın yapabileceği, gazetelerin ise yapamayacağı şey, bu özel alana, samimiyete, kim olduğumuza ilişkin duygumuza sarılabilmektir. Çünkü bizler büyük bir oyunun piyonlarından ibaret değiliz.”

“Kalabalık” romanlarda “gazeteleşmemek” zor mu?

Bu benim yazdığım tür romanda çok zor. Zira roman sanatının küçük ve mahalli kalmak isteyen bir yanı var. Roman Madame Bovary gibi olmak ister; küçük bir şehirde kocasından sıkılan kadın bir başka erkekle ilişki kurar, yürütemez… Anna Karenina bile biraz böyledir. Romanda küçük, mahalli ve burjuva olmak isteyen bu yön çok güçlüdür. İster ki, bunu küçücük bir çemberde yapsın, bütün dünyanın ortasında değil.

Benim gibi bunun dışında bir şey yapmak isteyince işin doğasına karşı geliyorsunuz. Bir yığın sorun çıkıyor karşınıza. İlk sorun da, haklı olarak sorduğunuz gibi, o özel alanı koruyabilmekte.

Ya kalıcı olma derdi?

Bu da önemli. Kamusal olayları romana koyunca, o olaylar unutulduğunda romanın bir anlamı kalacak mı? Bunu becermiş yazarlar var. Tolstoy’a bakın. Waterloo Muharebesi’ni kim kazanmış, kime ne? Moskova seferini kim hatırlar? Bunlar Tolstoy’un kurguladığı şeylere dönüştü artık. Sanat da oradadır işte. Tarihi öyle hayal edeceksin ki, gerçek olaylar uydurduğun şeylerle aynı düzlemde eşleşebilsin. Röportaj olmaktan çıkıp hayal edilmiş bir şeye dönüşsün tarih.

Kimlik hem çoğul hem kısmi size göre…

Kimliklerimi ayırmama, birini seçmeme hakkım var. Beni “Britanyalı yazar, Hintli yazar, uluslararası yazar” diye tanımladıklarında, bunların hepsi ve hiçbiri olma hakkım var. Herhangi bir kimliğin tahakkümüne karşıyım. Saf kimliklere inanmıyorum. Bombaylılık, İstanbulluluk gibi coğrafi kimlikler kendi içinde çoğulluğu ve kısmiliği daha iyi ifade ettiğinden, ırk, din, milliyet bazlı kimliklerden daha anlamlı.

İyilik ve kötülüğü bilme ağacından yiyip cennetten kovulmuşluğumuz çok sık kullandığınız bir mitos…

Çünkü dinsel hikâyelerle büyüdüm. Dindar değilim, seküler yetiştim. Annem ve babam da öyleydi. Ama Şalimar’ı adadığım Keşmirli dedem derinden Müslümandı. Mekke’ye gitti, hacı oldu, beş vakit namazını hep kıldı. Aynı zamanda, bugün bile benim için açık fikirliliğin modelidir. Ne düşündüğünü sorar, kafandakini söylemeni isterdi. Müslüman dünyasının epeyce sekülerleşmiş bir kesiminden gelsem de, dindar olmasam da hep dindarlarla, onların hikâyeleriyle iç içe yaşadım. Bu da kimliğimin parçası.

“Öteki”ni düşman bellemekten, itmekten, görmemekten, hoş görmekten, sevmekten, varlığını ancak “öteki”yle birliktelik içinde anlamlandırmaya uzanan ilişkiler yazdınız…

İlk kez İngiltere’ye okumaya gittiğimde ‘öteki’ oluvermiştim. Duvarın ötesinde olmanın ne olduğunu anlayabildiğimi sanıyorum. Nikaragua üzerine kitabımda şunu söyledim: “Dünyanın yoksul bölgelerinden gelince, yokuştan aşağı, sanki yükselen bir tepeye bakarcasına bakmanın anlamını kavrıyor insan.”

Şeytan Ayetleri tümüyle “ötekilik” üzerinedir. Kitapta bir sahne vardır; karakterin boynuzları çıkınca şeytana benzetirler. O da der ki, “Başkaları bunu böyle tanımlıyor, sen de onların tanımına teslim oluyorsun. Varlığını tanımlamalarına izin veriyorsun.”

“Öteki”ne ne kadar yakından bakarsan, onda o kadar kendini görürsün. Irkçılık, milliyetçilik, öteki’ne bakmayı bilmeyenleri cezbediyor. ‘Öteki’nde kendini görebilirsen milliyetçi olmazsın. Belki de asıl trajedimiz, sandığımızdan çok daha fazla birbirimize benzememizdir.

Şeytan Ayetleri’nde bir karakter, “Boşlukta kalma, şehri kucaklamaya çalış” der. Kucakladığınız, “ev” saydığınız bir yer var mı?

Bende aidiyet hissi ülkelere karşı değil, şehirlere karşı. Bombay, ki asla “Mumbai” demem, Hindistan’ın geri kalanı değil. Londra, İngiltere’nin gerisinden farklı. New York, Amerika’nın başka yerlerine benzemez. Her büyük metropolü içinde bulunduğu ülkeden ayıran bir şey var. Eminim, İstanbul için de geçerli bu.

Orhan Pamuk’un yıllarca aynı apartmanda yaşayarak bu kadar dünyalı olabilmesinde İstanbul’un payı olmalı…

Eminim. Aynısını Bombay’da, Londra’da, New York’ta da yapabilirsiniz. Evinizden çıkmanız gerekmeyebilir. Orhan harika bir yazar; İstanbul yazarı olarak muazzam malzeme koydu ortaya. Evimi soruyorsunuz. Üç şehre aitim ve aralarında tercih yapmıyorum: Bombay, Londra ve New York. Londra’da en eski arkadaşlarım, tarihimin önemli bölümü, iki çocuğum var… Bombay’da doğdum; bu başka bir bağ. New York’ta yaşamaktan da olağanüstü mutluyum. Neredeyse sekiz yıl oldu.

Utanç adlı romanınızdaki “üç anneli çocuk” gibi…

Ah, ne garip! Sanki bu halimi önceden yaratmışım…

Anadiliniz Urduca, İngilizce yazarlığınızı nasıl besliyor? Kasıtlı dil hataları, Joyce’vari laf oyunları, kekelemeler, bin bir anlamlı isimler… Bunları eğlenmek için mi, İngilizceyi dürtmek için mi yapıyorsunuz?

Benim bu çok referanslı kelimelerimi gereğinden fazla ciddiye alanlar var. Benim için bunun eğlendirici yanı daha önemli. Ama başka bir nedeni de var. Hintçe ve Urducada, İngilizceye kıyasla çok daha fazla metafor kullanılır. Günlük dilde eğretileme yaptığınızı aklınıza getirmeden kullandığınız tonla metafor var. Mesela Urducada, İngilizcenin “Güneş yükseldi”si yerine “Güneş uyandı” deriz.

Bizim “Güneş doğdu” dediğimiz gibi…

Alın size iki metafor. Güneşin yükseldiğini İngiliz ya da Amerikalı gibi kuru kuru söylemek varken, bizimkisi apayrı bir kalite kazandırıyor dile. Ben de bu yüzden iki dil arasında hudut aşındırmak istiyorum.

"Pamuk'a yapılan Joyce'a da olmuştu."

Salman Rushdie ile söyleşimizde yalnız kalmadık hiç. Balzac’tan Borges’e, Joyce’tan Grass’a, Tanizaki’den Murakami’ye… Sürekli birileri girip çıktı odaya.

Yazarlığı kadar okurluğu konuşmaktan da zevk alan Rushdie, sık sık favori yazarlarına getirdi sözü. Başka yazarlar için övgüsünde de, yergisinde de cömert olabildiğini gördüm. Keşfetmekten usanmadığını, edebiyatın uzak köşelerini hâlâ genç bir okurun/yazarın heyecanıyla gezdiğini sezdim.

Üslubunuzun izini geriye doğru sürsem nereye ulaşırım?

Hindistan’daki sözlü anlatım tekniklerine… Hindistan’da hâlâ birçok kişinin okuma yazması yok. Sözlü gelenek canlı. Bu hikâyecilerin anlatımı doğrusal değildir hiç. Mitolojik bir hikâyeyi alır, sürekli saparak anlatırlar. Konuyu siyasete, ardından kendi hayatlarına bağlarlar. Az sonra şarkı söyler, fıkra anlatırlar. Sonra mitolojiye dönerler, derken yeniden siyasete uzanırlar… Daire içinde daire çizerler.

Bu teknik, insanlar hikâye anlatmaya başladığından beri var. Üstelik anlatıcı, hikâyenin işlememeye başladığını derhal anlar, çünkü dinleyici kalkar gider. Sapaklar dikkat dağıtmaz, dikkati hikâyede tutar. Cambaz gibi birleştirir farklı teknikleri. Bunu yazıda denedim.

Geldiğiniz dünyayı romana taşımanın başka yolları neler?

Hintçe, Urduca kelimeleri İngilizceye katma çabam da oldu. Soytarı Şalimar’da yaptım, çünkü Keşmircenin tınısının duyulmasını hedefledim. Biliyorsunuz, çok baskı görmüş bir dil. Günter Grass, Teneke Trampet’i yazarken diyaloğun bir kısmını Kaşubya’nın unutulmuş lehçesinde yazmıştı. Almanya-Polonya sınırında, Grass’ın büyüdüğü yerde konuşulan dildir. Grass “Bu dil de var” demek istemişti. Ben de “Keşmirce de var” diyorum.

Nasıl yazıyorsunuz?

Romanı planlarken defterlere not alırım. Yazarken bilgisayar başındayım. Yazdıklarımı basar, üzerinden kalemle düzeltirim. Kitabın cümlelerini ise elle yazamam. Zira kalemin ucundan çıkan cümlelerin iyi mi, kötü mü olduğunun kararını veremem. El yazısı o kadar öznel bir şey ki, yazdıklarımın olduğundan daha iyi ya da kötü olduğunu düşündürtebilir bana. Ancak daha objektif bir dizgiye bakınca eleştirel olabiliyorum.

Yazarın sevilme isteği ile bağımsızlığı arasındaki ikilemden konuşalım…

İlle de bağımsızlık. Orhan Pamuk’un Nobeli’ni Türkiye’de bazılarının kutlamadığını duydum. Bunu iyi anlıyorum. James Joyce’un başına gelenlere bakın. Orhan nasıl İstanbul’un yazarıysa, Joyce da Dublin’in yazarıydı. Ama Joyce yaşarken, kendi ülkesi ve kendi şehri tarafından tahkir edildi.

Onlara göre Joyce pornocuydu, kutsala saygısızdı. Akla gelen bütün saçmalıkları söylediler Joyce için. Hayatının büyük bölümünü Dublin’den uzakta geçirmek zorunda kaldı.

Ona bu nedenle de saldırdılar; “İrlanda’da bile yaşamıyor, bizden biri değil” dediler. Tabii şimdi Joyce, İrlanda edebiyatının bir tür koruyucu azizi. Çünkü bağımsız kalmayı bildi.

Ama sevilme arzusu bugüne ilişkin…

Bazı toplumların sahip oldukları insanın değerini bilmesinin bunca uzun zaman alması utanç verici. Gençken, Geceyarısı Çocukları’nın Almancası yayımlandığında Almanya’ya gittim, Günter Grass’ı tanıdım. Alman medyasında benimle söyleşi yapanlar, adeta bana “Grass pek de iyi bir yazar değil” dedirtmek için uğraşıyorlardı. “Teneke Trampet’i yazmasının üzerinden çok zaman geçti. Ondan beri ne yaptı ki” diyorlardı.

Ben de, “Teneke Trampet’i yazmasaydı da diğer kitapları onun çok büyük bir yazar sayılmasına yeterdi. Üstelik bir de Teneke Trampet var” derdim. “Grass ne yapmalı, onun büyük bir yazar olduğunu kabul etmeniz için ölmesi mi lazım?” diye sorardım.

Aynı şey hayattaki en sevgili arkadaşım, romancı Angela Carter’ın başına geldi. Yaşadığı sürece, “garip, marjinal, önemsiz bir romancı” muamelesi yaptılar ona. Bugün, ölümünden 10 yıl sonra, Angela Carter üniversitelerde en fazla üzerinde çalışılan İngiliz yazarlarından. Bunu yaşarken bilse ne iyi olurdu!

Buna rağmen bağımsızlık mı?

Kendi yolundan yürüyeceksin. Angela kimseler gibi yazmazdı. Kimselere benzemezlik Pamuk ve Joyce için de geçerli. Nabza göre şerbet vermeyince, halkının sana sahip çıkması zaman alabilir. Gene de, uzun süre okunmak amacıyla yazıyorsan, üzerinde durmaman gereken tek şey modadır. Asla kalıcı olmayacak olan tek şey “hip” olandır; çabucak unutulur. Ama Orhan Pamuk’un ne büyük bir değer olduğunu bir gün bütün Türkiye anlar.

Grass ve Joyce’a hayranlığınızı biliyorum. Başka hangi yazarlardan etkilendiniz?

Öyle çok ki… Mesela, Öfke’yi yazarken çok Balzac okudum. Özellikle de Eugenie Grandet’yi… Bir karakterin toplumsal ve tarihsel kontekst içine yerleştirilmesini öğrenmek için. Balzac, Eugenie Grandet’de bir kamera gibi, karaktere yavaş yavaş “zoom” yapar. Der ki, şöyle bir şehir var. Bu şehir şöyle bir yer. Ve bu şehirde şöyle bir mahalle var. İnsanlar bu mahalle hakkında şunu düşünür. Bu mahallede şöyle bir ev var. Bu evde şöyle bir oda var. Hadi odaya bakalım. Odanın ortasında bir kadın sandalyede oturuyor ve bu da onun hikâyesi… Sandalyedeki kadına eriştiğinizde, hayatına ilişkin çok şey bilirsiniz. Şeytan Ayetleri’ni yazarken en çok etkilendiğim ise Mikhail Bulgakov’un Usta ve Margarita’sıydı.

Çağdaş yazarlardan sevdikleriniz kimler?

Don DeLillo’ya gerçekten hayranım. New York’ta arkadaş olduğum yazarlar, DeLillo, Paul Auster, Patrick McGrath, Peter Carey. Hepsinin kitaplarını severim. Zaten birbirinin kitaplarını sevmeyen yazarların akşamları birlikte oturup içtiğini düşünemiyorum. Haruki Murakami’yi de çok severim; Somalili yazar Nuruddin Farah’ı da.

Ve tabii Orhan… Nobel Ödülü’nün açıklandığı gün onunla birlikteydim. Columbia Üniversitesi ona “Hoş geldin” yemeği düzenlemişti. O sabah ödül açıklanınca, “Hoş geldin” yemeği, Nobel kutlamasına dönüştü. Orada olmaktan çok memnundum.

Milan Kundera yeni kitabında, romanların ancak belli romanlarla ilişki içinde anlam kazandığını anlatırken, Şeytan Ayetleri’ni Herman Bloch’un Uyurgezerler’i ve Carlos Fuentes’in Bizim Toprak’ı ile ilişkilendiriyor…

Milan’ın kitabını daha okuyamadım. Neden bu iki romanı benimkine bağladı acaba? Yazarken ikisi de kafamda yoktu. Ama romanlar arası ilişki meselesine aynen katılıyorum. Romanlar çok farklı romanlara bağlıdır. Benim yazarlığım İngilizce. Ama okurluğum Rus, Latin Amerikalı, Japon. Hele bazı Japonlar…

Mesela, (Cuniçiro) Tanizaki, (Yasunari) Kawabata. Ama (Yukio) Mishima kesinlikle değil. Mishima fazlasıyla abartılmış bir yazar. Bir hiç. Yapıtları can sıkıcı. Hayatı ise ucuz bir macera filmi. Tek özelliği, ilginç ölümü. (Mishima harakiri yaparak intihar etmişti. YÇ) Diğer iki Japon yazar ise nazif ve son derece erotik. Edebi erotizmin büyük ustası Japonlar.

Büyülü gerçekçiliği neden önemsiyorsunuz?

“Soğuk realizm” diyebileceğimiz natüralist gelenek roman tarihine öylesine egemen oldu ki, öteki çok ilginç yaklaşımları kenara itti. Kundera, romanın ana babası olarak Laurence Sterne’ün Tristram Shandy’si ile Samuel Richardson’ın Clarissa’sını gösterir. Clarissa’nın çocukları dünyayı doldururken, Tristram Shandy’den gelen diğer gelenek itilmiştir. Oysa dünyanın büyük başyapıtlarının çoğu bu diğer gelenekten; Don Kişot gibi,Gargantua gibi.

Büyülü geleneğin kökleri gerçekliktedir. Don Kişot’a bakın. Sıska bir atın üzerinde gerçek bir adam. Tek farkı deli olmasıdır. Romanı yapan da deliliğidir. Sonu acıklıdır; deli olduğunu anlar, ölürken aklı başına gelir. Kitabın da bizim için yarattığı o karnaval yiter gider.

Delilikte, büyüde Doğulu bir yan var mı?

Benim gibi hayatta ilk işittiği hikâyeler Binbir Gece Masalları geleneğine uygun olan birisi için gerçekliğin sınırlarını zorlamak daha kolay. Edebiyatın ilk farkına vardığımda hikâyelerin “doğru” olmadığını anladım. Hikâyedeki insanlar aslında yoktu. Bu Madame Bovary için de, Ali Baba için de böyle. Doğru olmayan bir hikâyede halılar uçabilir, lambaların içinden cin çıkabilir. Tümünün de amacı, bizi yaşadığımız dünya hakkında, insan doğası hakkında bir tür gerçeğe ulaştırmaktır.

“Gerçek” dediğimiz zihinsel bir kurgulama değil mi zaten?

Romanda yegâne gerçek, okurun “gerçek” olarak hissettiği şeydir. Kimse sarsılmaz doğruları bulmak için roman okumaz. Romanda bununla karşılaşırsam okumayı bırakırım. Okurun güvenebileceği, içinde yaşayabileceğine inandığı sahici bir dünya kurmalı roman; onun gerçekliği buradadır.

“Dünyanın haritasını çizmeyi siyasetçilere bırakamayız” sözü sizin. Roman nasıl harita çizer?

Dünyayı değiştirebilen roman fazla yok. Tom Amca’nın Kulübesi belki istisna. ABD’de kölelikle ilgili tutumun değişmesinde ve İç Savaş’ın başlamasında rolü olmuştur. Romanın siyasi işlevi daha bireyseldir. Bir kitabı gerçekten severseniz o kitap sizi değiştirir. Orhan’ın romanındaki gibi, “Bir gün bir kitap okursunuz ve bütün hayatınız değişir”. Yeni Hayat, Orhan’ın en çok sevdiğim romanıdır. Hayatları değiştiren kitaplar vardır ve Orhan bunu güzel anlatır.

Sizin hayatınızı değiştiren kitap hangisi?

En başta Alice Harikalar Diyarında. Yetişkin biri bu kitabı okuyunca, “Bu bir çocuk kitabı değil” der. Ama tabii çocuklar bayılır, dolayısıyla da çocuk kitabıdır. Ayrıca Borges’in Kurgular’ı… Kurgunun olanaklarını bana gösteren kitaptır. Birçok açıdan da üzerimdeki etkisi olumsuzdur. Çünkü sadece Borges, Borges gibi yazabilir. Borges’te insan ve duygu yoktur; onların yerini hareket halindeki fikirler alır. Hiç kimse böyle yazmaya çalışmamalı. Çok başarısız olan ilk romanım Grimus, Borges’variydi.

Şeytan Ayetleri’nde sormuştunuz. “Yenilik bu dünyaya nasıl gelir?”

Yanıt her zaman geçmişle şimdiki zaman arasında. “Yeni” her zaman geçmişten çıkar. Kitaplar eski kitapların içinden çıkar. Hiçbir fikir kendi kendisini doğurmaz. Geçmişle bugün arasında, belli bir tarihsel anda kıvılcımlanan bir kombinasyondur “yeni…” Bu sanatsal, felsefi, dinsel buluşların tümü için geçerli. “Yeni” sorunsalı, en azından İngilizcedeki adı “yenilik” ile doğrudan bağlantılı olan roman sanatının göbeğindedir.

Ya yazmakta olduğunuz roman?

Kısmen İmparator Ekber’in döneminde, Hindistan’ın kırsal bölgelerinde, kısmen de Rönesans İtalyası’nda geçiyor. Biri Doğudan Batıya, diğeri Batıdan Doğuya iki yolculuk anlatıyor. Kitabı düşünmeye başladığımda, birbirinden çok farklı iki dünyayı tokuşturacağımı sanıyordum. Okudukça gördüm ki, bu iki dünya aslında birbirinin aynısı. Şimdi tıpatıp aynı iki dünya hakkında yazıyorum. Biri Hindistan’da, diğeri İtalya’da. Felsefenin yüksek meselelerinden gündelik hayatın basitliklerine kadar her şey birbirine öyle benziyor ki…

 

[1] İran İslam Devrimi’nin ruhani önderi Ayetullah Humeyni 1989’da Rushdie hakkında ölüm fetvası verdi. Gerekçe, Rushdie’nin, 1988’de yayımlanan Şeytan Ayetleri romanıydı. Rushdie’nin, şeytanın Hz. Muhammed’in bedenine girip onun ağzından Lat, Menat ve Uzza putlarını övdüğüne ilişkin tartışmalı hadisleri yazması İslam dünyasında tepki gördü. Fetvayı bazı İslami kuruluşların romancıyı öldürene milyonlarca dolar vaat etmesi izledi. Romanın yayıncılarına, çevirmenlerine saldırıldı. Tahran’ın Londra’ya “Fetvayı uygulamayacağız” sözünü verdiği 1998’e kadar hep kaçarak, saklanarak yaşadı Rushdie. “Oğlan çocukları” adını taktığı Britanyalı ajanların gözetimindeydi, insan içine pek az çıktı, tam 30 adres değiştirdi. İran Cumhuriyet Muhafızları, Şubat 2005’te, fetvanın geçerliliğini koruduğunu ve Rushdie’nin bir gün cezalandırılacağını açıklamıştı… Rushdie, 1989-1998 dönemine kıyasla çok daha rahat ve sosyal bir hayat sürüyordu – geçen haftaki bıçaklı saldırıya kadar.