"Türk edebiyatı anı malulüdür. Yusuf Ziya sadece Yahya Kemal’in ibaresiyle ‘bu dar hendese’yi kırmakla kalmaz. Türkçenin en lezzetli sayfalarını yazar. Öte yandan ne kadar değinmese de arkada bir kuşağın çok kayda değer tablosunu, olaylarını kısa vurgularla aktarır geçer. Kitabı boydan boya okuyanlar gene de çok şey öğrenir. Unutulmuş, artık var olmayan bir Türkçenin kıvraklığı, çarpıcılığı cabasıdır."
16 Haziran 2022 14:00
Unutulmuş kitaplar, ihmal edilmiş kitaplar, yüzüstü bırakılmış kitaplar esasen bir edebiyat kanonu sorunudur ve Yalçın Armağan, Franco Moretti’ye atfen bu konuyu bu sitede dikkate değer şekilde ele aldı. Edebiyat kanonunun bizatihi kendisinin ne kadar sorunlu bir kavram olduğunu ben de çeşitli yazılarda dile getirdim bugüne kadar. Herhalde bu tartışmaları naçizane ilk başlatanlardan biriyim. Kaynak kilisedir. Bu kurumun bir hegemonya kurmak için hangi kitapların okunacağını, hangilerinin okunmayacağını belirten 1546 tarihli De Canonicis Scripturis listesinden çok önce Sinoplu Marcion (İS 140 dolayları) listeler yayınlamıştı.
Bunlar aynı zamanda aforoz edilenleri (‘anathema’) saptamak için kullanılır. Listeler, kısacası, iki ucu sivri değnektir.
Zamanında (ve hâlâ) üniversitede yıllarca ‘Büyük Yapıtlar’ diye bir dersler kümesinin tasarlayıcılığını, eşgüdümünü yaptım, bu başlık altında bazı dersleri de verdim (‘sinemanın büyük yapıtları’, ‘edebiyatın büyük yapıtları’). Kanonik yapıtları temellendirmeyi öngören o dersleri ilk kez planlamaya başladığım dönemlerde Batıda iki büyük tartışma vardı. Bunların ilki gene binlerce öğrencinin aldığı, benim de başında bulunduğum ‘Uygarlık Tarihi’ dersleriyle ilgili ‘Avrupamerkezcilik’ sorgulamalarıydı. Biz de uygarlık tarihini ‘tüm dünya’nın uygarlığı olarak kavrayıp yerleştirdik. Diğeri, bu ‘kanon’ konusunda devam ediyordu ve ‘madunluk çalışmaları’ (‘subaltern studies’), ‘kültürel çalışmalar’ın ortaya çıkmasıyla birlikte patlamıştı. Daha doğrusu Türkçeye çevrilen ama bu tartışma bilinmediğinden yerine oturtulamayan Harold Bloom’un kitabı (The Western Canon: The Books and School of the Age- burada ‘okul’ sözcüğüne dikkat çekerim, ‘okullar’ değildir) bu tartışmalara ‘zemmiye’ veya ‘reddiye’ olarak yazılmıştı ve elbette gerçekçi ama tutucu bir yaklaşımdı. Moretti’nin kitapları ayrı bir yaklaşımdır ve onunla mukayese edilmeyecek yeni bir tutum içindedir. Ama o da ‘mukayeseli edebiyat’ tartımlarının ışığında doğmuştu ki, bu konuda da merhum ve çok sevgili dostum Enver Ercan’ın yayınladığı Yasak Meyve dergisinde bir dosya yapmıştım. Mesele Erich Auerbach’ın yaklaşık bu çalışmadan yirmi yıl önce dilimize çevrilen Mimesis’i ve Emily Apter’ın, Gayatri Chakravorthy Spivak’ın ve nicelerinin karşılaştırmalı edebiyat irdelemeleriyle bağlantılıydı. Kısacası kanon konusu hayli kapsamlı, geniş ve bir o kadar da netamelidir.
Bu tartışmaların ışığında ben de ‘Büyük Yapıtlar’ın yanında bir ‘Küçük Yapıtlar’ dersi tasarladım. Geride kalmış, anaakıma (‘mainstream’) girmemiş fakat belirleyici yapıtlar üstünden ilerliyordu tasarım. Edebiyatta, görsel sanatlarda ve onlarla boy ölçüşemese de sinemada. Çok ilgi gördü. Hâlâ da bana ilginç gelir. Keşke biraz daha genişletip bir kitaba dönüştüreydim. Belki şimdi kurmakta olduğum yeni yayınevinde öyle bir kitap yayınlarım.
Mustafa Arslantunalı’nın bu diziyi başlatan yazısını okuyunca bu bağlamı düşündüm. Çok önemli bir girişim bu. Bize yeni sorular sorduracak ve andığım tartışmaları atlasak bile kendi kanonik gergefimize yeni bir perspektifle bakmamızı sağlayacak bir açılım. Oradan hareketle bir kez daha yıllar yılıdır zihnimde dolaştırdığım (daha doğrusu dolaşıklarını açmaya çalıştığım) bu büyük ve küçük yapıtlar konusunu yeniden düşündüm.
Bugüne kadar üç alanda öne sürülen eleştirilerin tamamını benimsiyorum ve içselleştirdim. Gene de henüz yanıtlayamadığım, ‘tersine’ bir soru dikeni var içimde: Kanon demesek bile genel dolaşıma giren yapıtları o konuma iten ‘rüçhan’ unsurları nelerdir? Tercihler o kadar basit şeyler değil. Baki’nin dillerde dolaşan (ama ‘pelesenk olmayan!) beyitleri dışında o kadar güçlü başka dizeleri yok mu? Yok demek mümkün mü? Bu koşullarda, benimsenmiş beyitlerin neden ortak hafızaya taşındığını düşünmek gerek. Bu bir eğitim politikası ve ideoloji sorunu mudur, yoksa daha ilerisine geçen unsurlar var mıdır? Asıl ilgilendiğim sorular bunlardır. Hegel’in ‘olumsuzun emeği’ (‘labour of the negative’) yaklaşımını bir yana bırakıp, ‘niye böyle değildir’ sorusundan çıkıp, ‘niye böyledir’ sorusunun değillemeden uzak mantığına sarılmak gerek.
Bu itibarla bu soruşturmanın önemi müemmen.
Böyle bir anlayışla bakınca çok kitap sayabilirim de, katkım adını artık kimsenin hatırlamadığı, Orhan Veli ve arkadaşları Garip’i yayınladığında Türk gençliğini o ‘hayasızlığın suratına tükürmeğe’ davet eden Yusuf Ziya Ortaç’ın bir kitabı olacak: Bir Varmış Bir Yokmuş: Portreler. Elbette bu ‘yüz kızartıcı suçu’na bakarak Beş Hececiler’den biri olan Yusuf Ziya’yı kahredici bir ıssızlığa gömmek pek o kadar anlamlı değil. Kaldı ki, unutulması da bu suçuna bağlanamaz. Burada yazmasam galiba kimse böyle bir kabahat taşıdığını bilmeyecek. Üstüne üstlük, Enver Paşa’nın isteği üstüne 20 adet heceyle yazılmış şiirini bir araya getirdiği Akından Akına isimli kitabı için sonradan, ‘kâğıdına ne kadar imrenerek bakıyorsam şiirlerine o kadar iğrenerek bakıyorum’ demek duyarlılığını da göstermiş. Ama asla öyle önemli olmayan bir edebiyatçı. Bu nispeten önemsiz ama döneminde adını ortada dolaştırmış, hatta bizim ortaokul Türkçe kitaplarında da ‘dedemden yadigâr olan bu evi / kışın fırtınası yazın alevi / daha ben doğmadan ihtiyarlatmış...’ şiiriyle yer alan Yusuf Ziya edebiyat zevki olan, edebiyatçı damarı bulunan, dönemin eğilimlerini sezen bir kişilik.
Gerçek önemi çocukken yere yatıp karikatür altlarını okuduğum Akbaba dergisini çıkarmasında. Ondan önce de dergicilik girişimleri var. Gene hececilerden Orhan Seyfi’yle bacanak. Akbaba bir mizah dergisi, daha doğrusu ekolü. Zamanında çok etkili olmuş bu derginin ve Yusuf Ziya’nın iflah etmez İnönücülüğü onu iki dönem Ordu milletvekilliğine de taşımış ama parlamentoya bir kere olsun gittiğine dair kuşkularım var. Elimizdeİsmet İnönü: Bir Hayatın Romanı isimli bir ‘roman’ bulunuyor. Kitabın üstünde birinci cilt diyor ama ikincisi asla yazılmamış – bence.
Portreler, Yusuf Ziya’nın edebiyat dünyası anılarını içeriyor. Adından anlaşılacağına göre yaşamına giren edebiyatçılar hakkında yazılar bunlar. Nerede yazıldıklarına dair hiçbir bilgim yok, belki onları Akbaba Yayınları’nın bastığı bu kitap için kaleme aldı, belki dergisinde yayınladı ki, muhtemelen öyledir. Nefis yazılar! Falih Rıfkı’nın üslupçuluğuna kim ne söyleyebilir ama ‘kolalı’ bir üsluptur o, Atay bir an olsun ciddiyetini elden bırakmaz. Ortaç’ınki ise pırıl pırıl, şıkır şıkır, hayatta hiçbir şeyi kendisine dert edinmemiş bir insanın ışıklara boğulmuş üslubudur. Bizim Yokuş daha yakın dönemden isimleri kapsayan gene bir anı/portre kitabı olsa da Portreler’in içtenliğini, coşkusunu, heyecanını barındırmaz. Tutuk, boğuk, biraz da zorlama yazılmıştır. Yusuf Ziya yitirdiği her dostunun, tanıdığının ardından yazmayı iş edinmiş ama bunlar öyle ‘obituary’ yazıları değil. İzlenimler, değiniler.
İlhan Selçuk zamanında Yusuf Ziya’nın yanında çalışmış. Onun sabahleyin masasına oturduğunda Pandelli’den öğle yemeği listesini getirttiğini ve menüyü uzun uzun, altın tartar gibi incelediğini anlatır. Müthiş bir hedonist, yeni ve manasız tabiriyle ‘gurme’, eski ve doğru tabiriyle de ‘şikemperver’ olduğu besbelli. Nitekim kitapta da Ahmet Haşim’in kendisini güneş doğarken penceresinin altında durup çağırdığını, Sütlüce’de Madam bilmem kimin çiftliğe gittiklerini, kadının yaptığı kaymağı ‘üstündeki’ sabah çiğleriyle yediklerini aktarır Ortaç. Giyimine kuşamına da o kadar düşkün. Neredeyse tüm arkadaşları öyle. Bunu da Mithat Cemal portresinden öğreniyoruz.
Zamanında İstanbul’un en pahalı ve şık mağazası Kolaro’nun vitrininde Cemal nefis bir cep mendili görmüş. İçeri girmişler. Kolaro, efendim demiş, onun bir de bordo üstüne beneklisi var. Beyoğlu Noteri ve Münevver Ayaşlı’nın başlangıçta gözünün hiç tutmadığı ama evine gidince ‘bu adam hakikaten eşyadan anlıyor’ dediği Mithat Cemal, tamam demiş, ikisini de sarın, param olunca gelip alacağım. Kolaro mendilleri vermekte ısrarcı olup ‘beyefendi sizi biliriz’ deyince, Mithat Cemal taşı gediğine koymuş, ‘benim kadar bilmezsiniz’. Nitekim İlhan Selçuk da bir keresinde Ortaç’ın kendisine ‘karının parmaklarını celep karısı gibi yüzüklerle doldurma, bir tektaş al, tak ama şımşırak olsun’ dediğini aktarıyor. Belli ki, parası olan, yaşama ustası bir kişi Ortaç, edebiyatı bu safa içindeki hayatının tamamlayıcı unsurlarından ve ‘zevk-i selim’ işi görüyor. Buradan önemli bir edebiyatın ve edebiyatçılığın çıkmayacağı malum. Herkesten Oscar Wilde olamıyor! Nitekim kitapta belki bir tek ciddi, analitik satır bulunamaz ama ne espriler, ne zarafet ve hassasiyetler, ne ayrıntılar…
Kitabın ihmal edilmesini bu bapta affetmiyorum. Refik Halit üstadımızın üslup ihtişamını artık yeni kuşaklar da öğrendi. Yusuf Ziya bu kısa anlatılarda ondan hiç mi hiç geri olmadığını, tam bir üslup cambazı olduğunu kitabı okuyanlara bileğinin hakkıyla kabul ettirir. Bazen, Yahya Kemal anlatısında olduğu gibi acımasızdır ama çoğunlukla ele aldığı herkesi en hoş anılarla verir okura. Ayrıca dünyada ‘nükte’ diye bir şey vardır ama nükte ancak ‘zevk-i selim’ sahibi olanların kavrayacağı bir çentiktir hayata atılmış.
Türk edebiyatı anı malulüdür. Yusuf Ziya sadece Yahya Kemal’in ibaresiyle ‘bu dar hendese’yi kırmakla kalmaz. Türkçenin en lezzetli sayfalarını yazar. Öte yandan ne kadar değinmese de arkada bir kuşağın çok kayda değer tablosunu, olaylarını kısa vurgularla aktarır geçer. Kitabı boydan boya okuyanlar gene de çok şey öğrenir. Unutulmuş, artık var olmayan bir Türkçenin kıvraklığı, çarpıcılığı cabasıdır. Kitap bize, evet, unuttuğumuz, yitirdiğimiz bir dili anımsatır. Herkes Refik Halit’i çok seviyor ama kimsede bir üslup marifeti görmüyoruz. O dili hangi koşulların yarattığını irdelemiyoruz… Aslında hüzünlü yazılardır bunlar. Bir insanın zaman seline bakışını yansıtır. Buna rağmen Yusuf Ziya hayata bakışından tavizde bulunmaz. Aksine, üstüne gider Kronos’un, onunla hesaplaşır.
Gene unutulmuş saydığım ve bence Türkçenin muhteşem metinlerinden biri olan (bkz. Tanıl Bora’nın K24’teki yazısı) Samet Ağaoğlu’nun Babamın Arkadaşları kitabındaki gibi hesaplaşmalar, gerilim ve nihayet dramatik roman kahramanları olarak tasvir edilmiş kişiler bulunmuyorsa da, insan bu yazıları bir kadeh şampanya içer gibi okuyor. Şampanyayı bulan Baba Pérignon ‘yıldızları içiyorum’ demiş içkiyi ilk kez dudaklarına götürdüğünde, bardakta durmaksızın kımıldayan kabarcıklara bakarak.
Basit bir kitabın da kendi çavlanları olabilir, Yusuf Ziya’nın portreleri, işte, şampanyanın yıldızları...
•