"Türkiye’deki şarkıcı filmleri hangi ara, nasıl oldu da korkunç bir Türk gotiği ihtiyacını karşılar hale geldiler? Müslüm, Dilberay, Bergen?"
10 Mart 2022 20:30
Bergen filminin son sahneleri gerçekten katlanılmayacak kadar karanlık; gece geç vakit bir taşra otelinin merdivenlerini tırmanan anne-kız, birden bir baykuş sesi. Başlarına gelecekleri hep birlikte bilmemize rağmen annesini teskin eden kız. Ardından, otelin fuayesinde, ikonografisinin bütün detaylarını haiz olarak, göz bandı, saçları, makyajı, ve beyaz elbisesi ile ayakta durmuş, kendisine her türlü kötülüğü yapan adamla yüzleşmesi. Biraz sonra yerle bir edilecek bir tanrıça, Bergen.
Bir sonraki sahne yukarıdan çekimde gördüğümüz ıssız, tekinsiz yolda ilerleyen beyaz arabayı izleyen diğer araba; ikincisinin birincinin yolunu kesmesi… Daha da karanlık gece… Bergen filminin sürpriz göndermelerinden biri olan Erlkönig şarkısındaki gibi, –Bergen konservatuar sınavına bu Schubert Lied’iyle girer– gecenin karanlığında terkisinde birazdan ölecek çocukla yol alan ebeveyn hikâyesi. Görünürde burada çocuğa kol kanat geren Anne. Ama arabadan zorla indiren, filmde de sık sık yokluğundan bahsedilen Baba’nın yerini tutan hayalettir. Erlkönig, Azrail.
Bu sahnelerden de önce, gene gecenin karanlığında, iki adamın içinde bulundukları arabada, birazdan cinayet işleyecek olanın bütün hikâyeyi kendi açısından anlattığı, uzun ve biraz da Masumiyet filmindeki Haluk Bilginer tiradını andıran sahne.
Peki ama Türkiye’deki şarkıcı filmleri hangi ara, nasıl oldu da korkunç bir Türk gotiği ihtiyacını karşılar hale geldiler? Müslüm, Dilberay, Bergen?
‘Şarkıcı’nın mitolojik anlamını göz ardı etmeyelim. Şarkıcı, sözle dile getirilemeyen meramı anlatır. O hepimizin tüylerini ürpertir; eskiden plakların üzerinde dendiği gibi, eseri ‘okuyan’dır. Sözde gizli olanı o ortaya çıkarır. En eski kültlerle, hem çoktanrılı hem tektanrılı dinlerle bağlantılı olması boşuna değildir.
Ama bu filmler, özellikle bu son üçü, ‘şarkıcının hikâyesi’ aracılığıyla başka derin ve acil bir ihtiyacı da karşılıyor. Çekilen acıların büyük çaplı, gösterişli bir ifadesini mümkün kılmak mı bu filmlerin başardığı?
Eskiden belki ‘halkçı sinema’, belki ‘toplumsal gerçekçi’ denen bir sinema vardı. Bir Yudum Sevgi ya da Akad’ın Gelin’i gibi toplumcu gerçekçi ve/ama uzlaştırıcı örneklerden tutun, Selvi Boylum Al Yazmalım gibi kadının seçiminden söz eden hikâyelere ya da bir mahalle veya komik bir sınıf olmanın yoksunlukları iyileştirdiğine inanan Hababam Sınıfı filmlerine, Orhan Gencebay’ın iş makinelerinin önüne oturduğu Derdim Dünyadan Büyük gibi arabesk filmlere kadar birçok örnek var. Özellikle sonuncusunda ortaya çıkan şarkıcı bir sözcüdür daha çok. Toplumsal/katartik bir ihtiyaca cevap veren, bir yandan da kadınla erkek ilişkisindeki dengeyi gözeten bu sinema giderek kayboldu. Onun yerini insanların tutkularıyla ya da meseleleriyle tek başına kaldıkları hikâyeler aldı. En iyileri Zeki Demirkubuz filmleri olan yeni bir çizgi.
‘90’lar sonu gibi olmalı, Türk sinemasına başka türlü bakmak isteyen bazılarımız Akad’ın Vesikalı Yarim’ini (1968) yeniden keşfettik. Yeniden keşfedilmek üzere bekliyordu da film; üzerine yazılan yazılardan meydana gelen Çok Tuhaf, Çok Tanıdık derlemesi, bu yeniden keşfin neden bir ihtiyaç olduğunu türlü cephelerden anlatır. Bu güzel, iç burkucu filmde belli başlı iki şarkı vardı. İkisini de Şükran Ay’ın söylediği ‘Kahverengi Gözlerin’ ve ‘Kalbimi Kıra Kıra’. Filmin diğer her şeyi gibi bu şarkılar da bizi ‘çok tuhaf, çok tanıdık’, hikâyesinden yalıtılmış bir şeye çağırıyordu. Sadece Halil’le Sabiha’nın tanıştıkları, sobayla ısıtılan pavyona değil; –çoğumuz öyle bir pavyon görmemiştik bile– sadece onların imkânsız aşklarına da değil; aynı zamanda orada beliren bir yoksunluğa, tuhaf ve tanıdık. Şarkının duygudurumları iletmedeki gücüne, o gücün hâlâ orada duruşuna, bu gücün uzantısı olan başka yoksunluklara…
Neydi bunlar? Yalnız bırakılmışlık esasen; ‘Kalbimi kıra kıra bıraktın bir hatıra.’ Kalp kırıklığıyla yaşamanın mazoşizmi. Ama daha başka, toplumsal bir şey de… Daha derinde, bizi kurtar(a)mayan şey.
Hem Dilberay hem Bergen filmlerinde şarkı söylemek isteyen çocukları, onları hırpalayan, örseleyen ailelerinden kurtarmayı vaat eden müzik kurumları bütün iyi niyetlerine rağmen onları ‘kurtaramaz’. Özellikle Dilberay filminde muska gibi saklanan ve bir kurtuluş umudu olarak öz anadan kaynanaya, oradan çocuk kıza aktarılan Devlet Konservatuarı’ndan gelen mektup bütün iyi niyetlere rağmen çocuğu içinde bulunduğu cehennemden çekip alamaz. Bergen’in babasının filmin başında ona aldığı tuhaf hediyeden, mandolinden (ki okullar ve müzik deyince az buz sembolik değildir) çelloya, oradan Bergen’i Türkçe caz, pop ve arabeske çağıran çizgide belirip kaybolan aynı kurum da onu yarı yolda bırakır.
Müziğin ‘duayenleri’, köy kahvesinde güzel sesleri seçmek için olsun, sınav için olsun, hep bir masada sıra sıra oturmuş olarak belirirler ve devletin otoritesini temsil etmek için orada bulunsalar da, gerçekte devletin şarkı söylemek için yanıp tutuşan bendeleri için ellerinden her şey de gelmez. Polonyalı yönetmen Pawel Pawlikovski’nin gene müzik bağlamında korumacı devlet zihniyetinin bir eleştirisi olan, 2013 tarihli Soğuk Savaş filmindeki Sovyetik devlet, köylerden seçtiği güzel sesli çocukları resmî ideolojiye tabi ederse de, hiç olmazsa onları gerçekten korur.
Bu belirsizlik, bu güvensizlik, Şarkıcı’da cisimleşen ve tüylerimizi ürperten ‘şey’ var bu üç şarkıcılı filmde de; otoriteden bahsediyorlar. Düz ve büyük ölçüde ‘jenerik’ anlatımlarına, bazen komik gardıroplarına rağmen, müzik dolayısıyla gene de ara ara parlak bir ışıkla tutuşan filmler bunlar; Müslüm’ün çocukluğunu oynayan aktörün şarkı söyleyişini, Bergen’in isterseniz ‘bir çello gibi çınlayan’ sesini, garip, tok vurgularını hatırlayın. Bu filmlerde şarkıcı, kol kanat germeyi vaat eden ama sözünü tutmayan babadan, yavukludan ve onların da üstünde, onları da kapsayarak duran, bendesine, kuluna, vatandaşına, bireye, her ne isim veriyorsak ona şefkat göstermeyen devletten şekvacıdır. Ki hepimiz adına… Ki bunların üçü de iç içedir. Baba, koca ve devlet. Bergen hikâyesinin de gözümüzün önüne serdiği gibi…
Bu filmlerin gotiği basbayağı politik; onların içini cız ettirecek alegoriler dışında, büyük seyirci kitlelerine politikadan bahsetmenin farklı yollarının ufukta görünmediği bir ortamda başvurulacak şey de gotikten başkası değil.
•