The Guardian'ın "Konusu müthiş, tekniği ise kusursuz. Ayrıca sonu, hadi sonları diyelim, insanı derinden etkiliyor" sözleriyle övdüğü Laura Barnett imzalı "Sen Ben Biz" Murat Karlıdağ'ın çevirisi ve April Yayıncılık etiketiyle raflarda. Okurunu tesadüf ve kader üzerine düşündüren bu romandan kısa bir bölüm sunuyoruz
Hikâye bir de şöyle bitiyor:
Cornwall’da bir evin geniş penceresinin önünde bir kadın ayakta durup dışarıya bakıyor. Dışarıda deniz çalkalanıyor. Geniş, uçsuz bucaksız gökyüzü kara bulutlarla dolu.
“Demek ilk kez 1963’te New York’ta tanıştınız,” diyor muhabir. Adı Amy Stanhope. Genç, en fazla otuz yaşında. Eve geldiğinde Eva’ya kartını vermişti, şimdi kanepede oturmuş Eva’nın yaptığı çayı içiyor. Defterindeki notlara bakarak, “O zamanlar yirmi dört yaşındaydınız ama yetmişli yaşlarınıza kadar bir araya gelemediniz, öyle mi?”
Eva istemeyerek dikkatini odaya çeviriyor. “Lütfen, bir araya gelmek ifadesini kullanmayın. Bizi ergen gençlermişiz gibi gösterir.”
“Özür dilerim.” Amy karşısındaki beyaz saçları geriye atılmış, kahverengi keskin gözleriyle onu sorgulayan, resmî tavırlı zayıf kadından biraz çekiniyor. Eva Edelstein’ın sadece bir kitabını, Handle With Care’i okumuş. Kitap, ikinci kocası Ted Simpson’la ilgili hatıraları içeriyor. Buradan hareketle -Eva Edelstein’ın ömrünün son çeyreğinde ikinci kez âşık olduğu adama bakıcılık yapmayı seçmiş olması nedeniyle- Amy’nin kafasında yumuşak başlı bir kadın imgesi vardı. Nazik bir yaşlı hanım, kendini gizleyen, muhtemelen feda eden biri. “Ama on sekiz ay önce, yani teşhis konulduktan hemen sonra yakınlaştınız değil mi?”
Eva başıyla onaylıyor. Jim’i Anton’un cenazesinde gördüğü an, durumu bir şekilde anlamıştı. Onu kendisiyle mücadele ederken görmüştü. Doğru olan şeyi yapma, sen de biliyorsun ki bu, son şansımızı yitirmeden evvel çabuk olmamız gerektiğini gösteriyor, demek istemişti ona. Bunun yerine Eva onunla görüşmek isteyip istemediğini sormuş ve birkaç gün sonra görüşmüşlerdi. Jim, Edinburgh’dan eve dönerken Londra’da mola vermiş, Eva’ya Wallace Collection Cafe’de çay içmeyi teklif etmişti. Eva gergindi, ne giyeceğine karar verirken çok vakit harcadı; önceki kış Roma’dan aldığı koyu yeşil elbisede karar kıldı. Jim Taylor’ı galerinin avlusunda, uzun siyah kabanıyla gördüğünde ise gerginliği uçup kayboldu. Ona doğru yaklaşırken Jim’in ona bakışı Eva’nın yüreğini ağzına getirmişti.
Günün kalan kısmını beraber geçirdiler. Ertesi gün de Jim’in St. Ives treni kalkmadan önce öğle yemeği için buluştular. Eva, Jim’le birlikte Paddington’a gitti ve Jim terminalde ona, oğluna söylediği şeyi söyledi. Jim, bu ona fazla geliyorsa ve onu bir daha görmek istemezse anlayacağını söyledi. Gürültü, karmaşa, banliyö trenine koşturanlar ve küçük bir çocuğun yaygarasının ortasında Eva ona yaklaştı, yüzünü okşadı. “Fazla gelmiyor, Jim. Fazla gelmiyor,” dedi.
Cornwall’daki evin oturma odası. Amy, “Birkaç ay sonra buraya taşındınız, değil mi?” diye soruyor.
“Evet. Tekrar karşılaşmamızdan altı hafta sonra.”
Amy gülümsüyor. “Ne kadar romantik.”
“Bunu bazı insanlar cesaret olarak görüyor ama bize öyle gelmedi.” St. Ives’a ilk gidişinde, onu platformun köşesinde tekrar gördüğünde Eva çok heyecanlanmıştı. Âdeta kendini yeniden yirmi yaşında hissediyordu. Yol boyunca padavrayla kaplanmış kır evlerinin ve boynu bükülmüş kardelenlerin arasından geçtiler. Şubat ayıydı, manzara bir empresyonistin pırıl pırıl beyaz ve mavi renklerle bezediği tablosunu andırıyordu. Eva’nın ricası üzerine Jim, pencereleri açtı. Soğuk esinti Eva’ya deniz kokusunu hatırlattı. Eve yaklaşırken Jim, “Burada olduğun için ne kadar mutlu olduğumu ifade edemiyorum. Biraz kalacaksın değil mi? İstediğin kadar kalacak mısın?” dedi.
Orada kaldı. Sarah ve Stuart’ın Londra’daki eve yerleşmelerinde ısrar etti ve İtalya’daki villayı kiraya verdi. Jim’i oraya götürüp güneşten faydalanmasını istemişti ama Jim gitgide zayıflıyor ve Cornwall’daki çok sevdiği evinden başka bir yerde kalmak istemiyordu. Eva orada zamanını yazarak veya bahçeyle uğraşarak geçirdi. Güzel havalarda, Jim de dışarıya çıkıp stüdyoda resim yapıyordu. “Eğer Matisse yatağındayken kâğıttan sanat eserleri ortaya çıkarabiliyorsa,” demişti, “Ben de en azından elime fırça almayı deneyebilirim.”
Kötü havalarda Eva, onunla oturma odasındaki kanepede oturup radyo dinliyor, beraber eski filmleri izliyorlardı. Jim çoğu zaman hâlsizlikten uykuya yenik düşüyor, başı Eva’nın omzuna yıkılıyordu. Bir keresinde Jim, David’in oynadığı bir filmin ortasında uyandı. Eva, yıllar önce seyretmiş olduğu bu filmde, eski kocasını büyülenmişçesine izliyordu. Sanki kendi geçmişinin belgeselini izler gibiydi. “Bu, David Katz değil mi?” Eva onaylayınca Jim’den de öksürmeyle iç çekme arası bir ses çıkmıştı. “Seninle tanıştığımda ondan nefret etmiştim. Onun seni benden önce bulmasından hep nefret ettim. Ama artık bu bizim dönemimiz değil mi? Tek isteğim bunun biraz daha uzun sürmesi,” demişti.
Gazeteci Amy Stanhope aynı kanepede oturuyor. Eva, beraber çok az vakit geçirdik, diye düşünüyor ve boğazı düğümleniyor. Dikkatini dağıtmak için Amy’ye bir fincan daha çay teklif ediyor. Amy, elindeki fincanın yarısı dolu olmasına rağmen severek kabul ediyor.
Eva, mutfaktaki her köşede Jim’i görüyor. Onu ocakta bolonez sosu karıştırırken, kahve koyarken, tezgâhta dikilip bir şeyler yaptığında gelip kendisine arkadan sarılırken, çorba için sebze doğrarken hayal ediyor. Bizimkisi güzel bir aşktı, diyor Jim’e içinden. Ergen gençlerin hoppa aşklarından veya gündelik işlerin, ev ve çocuk telaşesinin yıprattığı orta yaşlı evlilerin aşkından farklıydı. Kendine özgü bir saflığı, dürüstlüğü ve başkalarına açıklanamayacak, başka şeylere benzemeyen bir tarafı vardı. Çocukları bunun ne olduğunu merak etmişlerdi ve günün sonunda onu olduğu gibi kabul etmişlerdi. Jim’le Eva, yeni aşklarının geçmişi silmemesi konusunda anlaşmışlardı; başka türlü olsaydı nasıl olurdu diye düşünmenin kurbanı da olmayacaklardı.
Bir önceki Paskalya Sarah, Stuart ve Pierre onlara kalmaya gelmişlerdi. Mutfaktan çıkılan verandada oturmuşlar, St. Ives körfezinde alçalan güneşi seyrederek yemek yemişlerdi. Jim son kemoterapi seansını yeni bitirmişti. Zayıflamıştı ve hastaydı ancak mutlu görünüyordu. İçi rahat, Stuart ve Sarah’ya Londra’daki işleri, Pierre’e de yaptığı müzik hakkında sorular sormuştu. Eva’nın şu an çay yaptığı noktada bulaşık yıkayan Sarah, kolunu annesinin beline dolayarak onu kendine çekmiş ve usulca, “Biliyorum anne. Onu neden bu kadar sevdiğini anlayabiliyorum. Geçmişte ortalığı velveleye verdiğim için çok üzgünüm,” demişti. Eva kızının bu tavrını minnetle yanıtlamıştı, “Güzelim, üzülecek hiçbir şey yok.”
Birkaç ay sonra temmuz sıcağı bastırmış, deniz turkuaz bir renge bürünmüş ve uçurum kenarları yoğurtotlarıyla sarıya boyanmıştı. Jim o günlerde Truro’daki hastaneye kaldırılmıştı, Eva ise Edinburgh’daki Dylan’ı arayarak hemen gelmesini tavsiye etmişti. Eylül geldiğinde Jim yavaş yavaş Eva’nın ulaşamadığı bir yere doğru gidiyordu. Hastane, Ted ile son birkaç haftasını geçirdiği yere öyle benziyordu ki Eva, Jim’in oraya alındığı gün, avluda dururken bacaklarının çözüldüğünü hissetti, bir hemşire ona yardım etti. Jim o gün Paddington’da, “Korkarım bu senin için çok ağır olacak,” demişti. Doğruydu, çok ağırdı. Olacakları biliyordu, yine de seçimini yapmıştı; haftalar sonra krematoryumdaydı. Jim’in hayatını, ailesi ve onun için ne ifade ettiğini düşünüyordu. Eva, bir şansı daha olsa yine aynı seçimi yapacağını biliyordu.
Şimdi, Amy’nin çayına süt eklerken de aynı şeyi düşünüyor: Yine yapardım, Jim.
Eva, kupayı oturma odasına götürüyor. “Röportajı stüdyoda tamamlayalım mı?”
“Harika olur,” diyor Amy. Bahçeye çıkıyorlar. Hava buz gibi, bahçeyi çevreleyen bitkiler bodur ve çökük, baharı bekliyorlar. Stüdyonun kapısında Eva duraklıyor. “Jim’in eserleri hakkında ne kadar bilginiz var?”
“Düşüneyim. Çoğu insan gibi benim de bildiğim en iyi eseri, Sen Ben Biz. Çok güçlü, çok yankı yapan bir resim. Tate’deki sergisinin haberini okumuştum; şu Lewis Taylor’la Jim’i bir araya getiren sergi. Aralarındaki devamlılığı ve elbette farkları görmek olağanüstüydü.”
Eva gülümsüyor, galiba Amy’yi biraz hafife almıştı. “O hâlde Sen Ben Biz’in burada olduğunu da biliyorsundur. Özel bir koleksiyonda duruyordu ama Jim geçen sene buraya geri getirdi.”
Tablolar stüdyonun arka duvarında asılı duruyor. Birbirine menteşeyle tutturulmuş üç panel hâlinde, hafifçe birbirlerine dönük durumdalar. Eva kenarda duran iki resmi dışa doğru açıyor ve Amy onların ortasında duruyor, gözleriyle üç tabloyu inceliyor. Koyu kahve saçlı bir kadın dönerek boş, anlaşılmaz bir ifade ile arkasında oturmuş adama bakıyor. Bu, üç parçalı tablonun üçüncü paneli. Diğer ikisi, küçük farklar dışında neredeyse birbirinin aynısı. Birincisinde kadın oturmuş, adam ayakta; ikincisinde ikisi de oturuyor. Oda hakkındaki küçük ayrıntılarda da farklar var tabii: duvar saatinin yeri, şömine rafının üzerindeki kart ve fotoğraflar, koltuğun üzerinde uzanmış kedinin rengi gibi.
“Güzel bir çalışma,” diyor Amy, “Bu renkler... Bunu yetmişlerin ortalarında yapmıştı, değil mi?”
Eva onaylıyor. “Evet, 1977’de St. Ives’da, o zamanki eşi Helena Robbins’le birlikte yaşarken.”
“Bu resimlere şimdi burada, sizinle bakmak tuhaf. Tablolardaki kadın tıpkı size benziyor.”
Üç parçalı bu tablo bir hediye, bir sürprizdi. Jim, her şeyi Stephen Hargreaves’le birlikte organize etmişti. Eva’nın yaş gününde onu alıp stüdyoya götürmüş ve içeriye girene kadar gözlerini kapalı tutmasını istemişti. O zamanlar bastonsuz yürüyebiliyordu. Eva gözlerini açtığında kendisini görmüştü. Jim, “Şimdi anlıyor musun?” demişti, “Sen her zaman yanımdaydın, benimle birlikteydin.” Sonrasında Eva’yı öpmüş ve Eva, o ana dek geçen yılların, başka mekânlarda, başkalarıyla, başka şeyler yaparak geçirdiği saniyelerin, dakikaların, saatlerin -bir pişmanlık duymasa da- o an kadar değerli olmadığını düşünmüştü.
“Evet, bana benziyor, değil mi?” Eva o kadar usulca söylüyor ki gazeteci duymakta zorlanıyor.
Sessizce duruyorlar ve önlerindeki üçlü tabloya bakıyorlar. Tuval üzerine yağlı boya. Üç karı koca. Üç yaşam. Üç muhtemel hikâye.