“Çıkış Var” mı yahut “Sahi, nasıl bir şey barış?”

Şener Özmen: Aidiyet sorunum hiç olmadı, ne de kimlik bunalımlarım, “yurt” mefhumuna gelince, 21. yüzyılda biz Kürtleri panzerlere bağlayıp sürükleyenlerin bir yurdu var, büyük mü büyük...

20 Ekim 2015 14:00

“Kimliğimi açıklıyorum: Şırnak, İdil (eskiden Mardin’e bağlıydı) doğumlu, Diyarbakır’da yaşayan ve gittiği her ülkede yazan-üreten bir görsel savaşçı. Yurdumu açıklıyorum: Şimdilik bu gezegen...” 

Evet, sahiden de görsel bir savaşçı Şener Özmen. Ama yine de Şener Özmen ismi bana burada tanımlayamayacağım kadar çok şey ifade ediyor. Yazdıkları, güncel sanat işleri ve sessizliği ama o sessizlikle ürettiği işlerin bakana, okuyana duyurduğu sesi… Bazen ses, bazen öfke, bazen olan bitene karşı dik bir bakış, gülümseme, bazen de öfkeyle karışık bir kalp çarpıntısı… Özmen, bu sıralar Taksim Sıraselviler’de bulunan Pilot Galeri’de açılan sergisinde “Çıkış Var” diyor. Var mı? Bu söyleşiyi Ankara Katliamı'ndan önce yaptık. Bu giriş bölümünü ise Ankara’da bulunan o meydanın kana boyandığı günün bir hafta sonrasında yazıyorum. Çıkış var mı, bilmiyorum. Diyarbakır’da, Lice’de, Şırnak’ta, Cizre’de, 6-7 Ekim’de, Gezi Parkı’nda.. var mıydı? Bilmiyorum. Ama edebiyatta, ama güncel sanatta üretim devam ediyor; çıkış var demektir belki de bu. Özmen’i size ben anlatmayacağım. Ne kitabını, ne önceden yazdıklarını ne de şimdiye kadar yaptığı, ürettiği işleri. Bu söyleşi onu daha iyi tanımak için ve Canlı Bir Güvercine Barış Nasıl Anlatılır? sorusuna yanıtını belki bir gün bulabilmek için yaptık. Bütün bu kaos ve yalan ortamında nefes almak için değil, barış için nefes alıp verenlerin nefesine ortak olmak için 31 Ekim tarihine kadar Pilot Galeri’deki “Çıkış Var” sergisine gidin, Canlı Bir Güvercine Barış Nasıl Anlatılır? videosunu izleyin.

 

Sanat eleştirmeni yahut bu konuda otorite filan değilim ama senin işlerini takip ederken, sergilerinde ya da sergilerden farklı zamanlarda senin işlerine tesadüfen de bir yerde rastladığımda hep senin sanatınla olan bitene zamansız bir şekilde ama içinde bulunduğun zamana da –önceden zaten– cevap verdiğin hissine kapılıyorum…

Bu gerçekten mümkün... Yani olan bitene –neyin, nelerin olup bittiğini yazmak, anlatmak, göstermek için başka hiç kimseyi ve başka bir zamanı beklemeden alelacele davranmak, buna rağmen sakinleşememek, epeydir hayatla alakalı şeylerin elinden kayıyor olduğunu görmek– tepki verirken, bir sonraki görselin (belki de öykünün konuşma alanının) ne olabileceğini de vermeye çalıştığımı görüyorum. Ve inan bana, ben de “otorite” değilim, güncel sanatta söz sahibi filan da değilim, bu tarz etiketlemelere de güvenmiyorum, bana göre bir sanatçının otoriter yapılarla derdi olmalı, muhtemelen bu da yetmeyecektir, onlarla savaşmalı ve alt etmenin yollarını aramalı. 90’larda pek çok şeyin yanı sıra, güncel sanattaki kümelenmeleri ve klikleri de konuşuyorduk, otoritelerin bir araya getirmediği, kendiliğinden gelişen, sözünü sakınmayan, çulsuz, inançlı ve heyecan dolu birlikteliklerin, sonraki adımda –2000’lerin başında– neler yapabileceğini, buna hazırlıklı olup olmadığını, piyasa koşularında egonun gireceği halleri, tüm bunlar ‘sanat zamanı’ dediğim zamanlarda olup bitti. Sanatın –güncel olanı’nın– eleştirisi vardı ve eleştiri resmi değildi. Sözgelimi “art-ist Güncel Sanat Dergisi”, dönemin ruhu dediğimiz şeye en yakın, diyebilirim ki o ruhun kendisi olan, süreli tek güncel sanat yayınıydı ve ne kuram geliştirirken ne de görselleştirirken hiçbir zaman otoriterlik eğilimi göstermedi. Referansiyel bir dili vardı editörlerin ve diğer konuk editörlerin. Muhtemelen başta bu ilişkiselliği yitirdik, kaba bir deyişle söylersek, piyasa bizi yedi bitirdi ve zamanla tek hâkim güç oldu. Bizdeki popüler karşılığıyla Bourdieu’nün ilişkisel kuramları, ceo’ların güncel sanata girdiği alanlarda fazla anlamsızlaştı, zaten artık kimse söz etmiyor bundan. Sanat, karanlık zamanlarda sığınabileceğimiz yegâne etkinlik olmaktan çıktı, şiir de öyle. Tüm bunlara üzülüyor falan da değilim, yakın geçmiş böyle de, yeni-olan da her zaman heyecan verici olmayabilir, kendi küçük ülkenizde yapıp-ettikleriniz dünyanın en iyi, en çığır açıcı sanat yapıtları da olmayabilir. Türkçeden veyahut Kürtçeden İngilizceye çevrilmiş şiirlerinizin, öykülerinizin İngilizce okuru nezdinde yankı bulmaması çok doğal, bu durum, Gezi’yle birlikte ve Gezi sonrası üretilmiş sanat işlerinde de aynı, Batı siyasal olarak ilgi göstermiş, çokça konuşmuş, yazıp-çizmiş ise, bir kazancınız olduğunu düşünerek işe başlarsınız ki zaten olan da buydu. Sanatçının hassasiyetinden söz etmiyorum bile! Dağıtmadan tekrar “zamansız”a ve önceden “yanıt verme”ye dönersek; sanırım oyalanmıyorum, çok istediğim halde buna vaktimin olmadığını düşünerek, paniğe kapılıyorum. Yanıtlarımı tahmin edebiliyorum ancak, bazı soruları atacağımı –yanıt vermek istemediklerimi– kimi sorulara da, yanlış anladığımı varsayarak, uzunca yanıtlar vereceğimi biliyorum.

Seninle ilgili yapılan haberlerde, söyleşilerde hep şu var: “Diyarbakır’da yaşayan sanatçı…” İstanbul’da yaşayanı anlatacağımız zaman biz gazeteciler illa bunu belirtmiyoruz üstelik. Bu durumun okumasını sen nasıl yaparsın?

Haklısın, tam bilmemekle birlikte, sözgelimi Almanya’daki bir gazete için sergi haberi yapan Alman bir gazetecinin Alman bir sanatçıyı –adı Günter olsun– Almanlara “Münih’te yaşayan sanatçı” olarak takdim ettiğini duymadım, görmedim. Bu cümlede Münih, Günter için özel bir yere sahip değilse ve sanatçı Münih dışına çıktığında (diyelim ki Günter iki üç aylığına Berlin’e, sevgilisinin yanına taşınmıştır) haberin giriş cümlesi hâlâ ve ısrarla “Münihli Alman Sanatçı Günter üç aylığına Berlin’de” olarak başlıyorsa, ciddi bir sorun var demektir. Eğer Günter (adı Günter olan tüm Alman sanatçıların affına sığınarak), Münih dışında üretemeyen bir sanatçıysa amenna! Kuşkusuz bu da bir haber konusu olabilir, Günter’in Münih dışında üretememesi uzun uzadıya tartışılabilir ve bu tartışmalardan çağdaş sanat adına ilgi çekici bir şey çıkmayabilir. Nasıl başladıysa, öyle gidiyor kanımca. Daha fazlası da var; bu da Diyarbakır’da yaşayıp üretmekle alakalı. Yani o sıra Mardin’de, Batman’da, Hakkari’de de yaşıyor olsaydınız, söylem değişmeyecekti. Bunun ne vakit çıktığını söyleyebilirim ama. İlk etiketleme, “Mardinli sanatçı”yla başladı, müteakiben, “Mardinli küratör” konuşuldu ve küratörün gerçekleştirdiği geniş katılımlı sergilerin basın haberlerinde, “Doğu, Güneydoğu, Diyarbakır, Batman, Mardin” gibi coğrafik işaretlemeler fazlasıyla yer aldı. Olasılıkla bu konuda yazmışımdır, bu etiketlemelerin her zaman art niyet taşımadığını, bunun Kürtlere ve “Kürt Sorunu” olarak adlandırılan duruma total bakışın bir sonucu olduğunu, söylemin merkez-periferi karşıtlığından beslendiğini –inanamıyorum! Hâlâ mı?– söylemişimdir. Kimi sanatçı ve yazarların, ağızlarıyla üç İstanbul tutsalar bile, durumun onlar için değişmeyeceğini, “Büyük sanat büyük şehirde yapılır, Hakkari’de yapılmaz...”[1] sözlerini (burada hafiften bir ırkçılık da yapılmakta), güncel sanatta Kürt olmanın, gay olmanın moda olduğunu (aynen) söyleyen aklı, Kürt sanatçıların katıldığı sergileri, sırf Kürt sanatçıların katılımı üzerinden yerden yere vuranları, asıl bunları okudukça ve bunlarla aynı ülkede yaşadığımı düşündükçe bağırmak istiyorum! Şirin mi şirin faşizmler, içleri de dışları da aynı, merak etmeyin. Bunları tekrar gündeme getirmek zorunda kaldığım için de, kendime kızıyorum. Sıradanlığın bu kadarına da pes doğrusu! Günter yorgun, Günter yoruldu gerçekten.

Evet, ben Diyarbakır’da yaşıyorum, ama Diyarbakırlı değilim, bunun da bir önemi yok bence, söylemediğim şeyleri yazmasınlar yeter, aşırı yorumlara girmesinler. Çünkü sadece “sanatçı” diye yazan birileri çıkarsa kıymet kopacak ve tüm ezberler bozulacak, önüne yaşadığı yeri koymak, onu coğrafya üzerinden işaretlemek ve mümkünse orada kalmasını –orayla sınırlı kalmasını– sağlamak daha cazip. Ama dediğim gibi, her zaman kötü bir niyet taşımıyor söylenegelenler. Türkiye’den daha fazla yurtdışındaki sergilere katıldım, katılıyorum, bu Türkiye’de az sergi yapıldığı anlamına gelmiyor. Üretiminiz küreselleştiğinde, yaşadığınız ülke için daha mı görünür hale geliyorsunuz, açıkçası emin değilim.   

Yok-ülke, 2015, ipek halı, 225x160 cm

Peki, yine az önce sorduğum soruyla da bağlantılı olarak “aidiyet,” “kimlik” ve “yurt” kavramlarını birkaç cümle içinde kurmanı isteyeceğim…

Aidiyetlerimi yazıyorum: Ailem (eşim ve oğlum), odam ve sanatım. Kimliğimi açıklıyorum: Şırnak, İdil (eskiden Mardin’e bağlıydı) doğumlu, Diyarbakır’da yaşayan ve gittiği her ülkede yazan-üreten bir görsel savaşçı. Yurdumu açıklıyorum: Şimdilik bu gezegen... Google’da sadece bir yerde “Şener Özmen’in kimlik tandanslı....”[2] diye bir cümle geçiyor, bir araştırma sanırım, yani Supermuslim ve Road To Tate Modern çalışmasını ürettiğim bir tarihte, öncesini bilmedikleri, görmedikleri, araştırmaya gerek duymadıkları için daha fazlasına girememişler ve en kolay yerden okumaya çalışmışlar. Bu cümle, sırf “tandans” sözcüğünü kullanmak için de düşünülmüş olabilir. Biraz daha gerilere uzandıklarında ise; Şizo-Defter, Sanatçının Üç Gün Önceki Sağduyusu, Manifesta Cinayetleri ve Tracey Emin’in Öyküsü gibi erken dönem çalışmalarımı –benim plastik-anlatılar olarak tariflediğim el üretimi defterler, sanatçı raporları, fotoroman vs.– göreceklerdi ve muhtemelen kimlik nosyonunun yerini, başka mevzular (erotik düş gücü, Üçüncü Dünya’da güncel sanat üretimi, sanatın yer-değişimleri, dil, kaymalar ve diğer ikame biçimleri) alacaktı. Her üç kavram da, ulus-milliyetçilik araştırmaları ve argümanlarının anahtar kavramları, benim için de böyle oldu ve Kürtçe roman, öykü yazan bir sanatçı olarak ilk elde bu konuları sorunsallaştıran çağdaş metinlere yöneldim. Bu benim için Marksist estetiği ya da post-modern düşünce biçimlerini yalayıp yutmaktan daha ivedi idi. Modern Kürt hareketlerinin tarihini ve tarihsel dönüşümlerini incelemek de –ki hayli ilginçtir– öyle. Kürtçenin, Kürt siyasal hareketlerinin sömürgeci güçlerle kurdukları ilişki biçimine bağlı olarak dönüştüğünü biliyoruz artık. Bu okumaların, aidiyet ve kimliğin inşa süreçleriyle bir bağı var mı? Kuşkusuz var ve kimliğin inşası, “Türkiyeli” çağdaş sanatta bir eleştiri konusu olarak yer edinmiştir. Tepki ise hep Kemalist cenahtan gelmiştir, bir Türk güncel sanatı varsa, tüm diğer kimlikler bu milli güncel sanat içinde eritilmelidir vs. Bunu böyle yapmadığınızı varsayalım, böyle düşünmediğinizi ve buna karşı söylem geliştirdiğinizi, o vakit ânında Türkiye’yi bölmek isteyen Batıcılar olarak fişlenirsiniz ve üstelik bunu en akademiği, en okumuşu, en avangardı yapar. Sizi Kürtlük, Kürtçülük –Kürtçülük ne demek, bilmiyorum, sevmiyorum bunu!– üzerinden “vurmaya” çalışmak, Sarkis’in Ermeni diasporası reklamı yaptığını söylemek, en hafif anlamıyla ırkçılıktır! Bu, Türk siyasal tarihinin bildik reflekslerinden biridir ve güvenilmezdir. Aidiyet sorunum hiç olmadı, ne de kimlik bunalımlarım, “yurt” mefhumuna gelince, 21. yüzyılda biz Kürtleri panzerlere bağlayıp sürükleyenlerin bir yurdu var, büyük mü büyük...  

Cem Erciyes, “Çıkış Var” sergisiyle ilgili yazdığı yazıda senin işlerin için “Her zaman bir parça neşeli, bir parça ironik ve epey eleştirel. Bu kez ironi ve neşenin payı azalmış bir sergiyle karşımızda” demiş. Evet, ben de sergiyi gördüğümde bunu düşündüm ama bir yandan da emin değilim gibi. Tuhaf bir ikilemde kaldım, bu bir taraftan da iyi bir şey aslında. Sen ne dersin Cem’in bu fikrine ve benim kafa karışıklığıma?

Cem, beni ilk çalışmamdan bugüne –buna yazınsal çalışmalarım da dahil– takip eden, bilen bir yazar, bir eleştirmen. Yazdıklarında büyük bir haklılık payı var, çünkü bu sergiyle birlikte Cem, başka bir duygu yüklenmiş bir sanatçıyla karşılaştı ve bu sanatçı, Süpermüslüman’ı, Tate Modern Yolu’nu veyahut Optik Propaganda’yı üreten kişi değildi artık. Bir kere daha sakindi, çalışmalardaki “ironi ve neşe” azalmış, eksilen alanları Ortadoğu ve yaşadığım coğrafya üzerinden gelen zifiri –ve akışkan– bir karamsarlık doldurmaya başlamıştı. Geçen zaman içinde bu iki tetikleyici duygu art arda patlayan bombalarla, ölümlerle, IŞİD’in akıl almaz vahşetiyle, göçmen trajedileriyle derin yaralar aldı ve ben bir ömür verdiğim şeylere şüpheyle bakmaya başladım. Her şey üst üste geldi ya da ben bunları total olarak aldım, bilemiyorum. Bu da insani bir duygu, olup bitenlerle dalga geçmiyorum, onları mizahın konusu yapmıyorum, bir dost sohbetinde bile. Yıkımlar, yıkımlar, yıkımlar, neşelenmek için hiçbir şey kalmadı artık! Kalmasın da! Yakın zamanda Frankfurt Hauptbahnhof’da dilenen genç Suriyeli kızlar gördüm, Avrupa keyif çatacağınız bir kıta olmaktan çıktı ve kendi sonunu getirdi. Bir gün her yer Ortadoğu olacak, bu kesin! Belki de senin emin olamadığın nokta şu: Şahmaran çalışması mesela, veyahut İkarus’un Düşüşü, Rezerve veyahut Kurşun Üçlemesi, bu çalışmalar bir ikilem yaratıyor, ancak serginin temelini oluşturan bir video var, o videodaki sese karşı koyamıyorsunuz, bu arada kalma hali, bu kafa karışıklığı Canlı Bir Güvercine Barış Nasıl Anlatılır? videosundan kaynaklanıyor, sizi etkilediği kadar, inanın beni de vuruyor!

Kurşun Üçlemesi, 2015, ahşap çerçeve cam, okunup dökülmüş kurşun, ilişkili metaforlar ve temenniler, 6x32,5x37,5 (her biri)

“Çıkış Var” sergisindeki işlerin oluşum sürecini anlatır mısın biraz...

Bu çok karmaşık bir süreç ve süreci başta kendim, müteakiben galerim için daha içinden çıkılır bir hale getirmek için çok çalıştığımı biliyorum. Hâlâ öyle. Sergi tarihi uzatıldı, bunu da bu vesileyle söylemek istiyorum. Beni başta serginin de düşünsel çerçevesi olacak başlık ikna etti, “Çıkış Yok” demeyecek, tam tersini söyleyecektim. Sergi için düşündüğüm (ve ürettiğim) ilk çalışmalardan biri Şahmaran’dı ve Şahmaran mitosunun güçlü, tarihsel bir arka planı da vardı ama ben, güncel olanla daha çok ilgiliydim, savaşan ve ölen, öldürülen kadınların gerçekliğiyle. Bu tema, Spinoza’nın Günlüğü’nde de var, Simko’nun Bala’ya yazdığı karmaşık mektupta. Esasa dönelim; bir sergi kurmaya çalışmak, dünyanın, sizi o sıra ilgilendiren meseleleriyle çok ama çok küçük bir modelini yapmaya benziyor, sadece benziyor diyorum. Eciş bücüş bir form da olabilir bu model ve dünya zaten eciş bücüş bir yer. Videonun getirdiği sorunlarla sil baştan cebelleşmek istemediğimi yazmıştım. Dijital fotoğraf çalışmalarındaki kurgusallığın, yani şu öykü anlatan işlerin bitmesi gerektiğini de. Bu sergide elime sonradan geçen eski bir fotoğraf kullandım, çerçevesine müdahale ederek! Kırın sonsuz bıktırıcılığından çıkmam gerektiğini, oradaki şairane lirizmin yerini, parsellerin aldığını söylüyordum. Tripod yerleştirmesi böyle mesela, kaygılarımda haklıymışım, çıkın iş yapın şimdi arazide! Bunun mümkün olmadığını göreceksiniz. Tripod yerleştirmesi diyorum, ancak beton bloğa yerleştirilmiş bir tripoddan söz ediyorum olasılıkla. Bu süreçte galerimin bana büyük desteği oldu, umutsuzluğa kapıldığım zamanlarda –ki çok kolay kapılırım– bunu aşmanın en iyi yolunun sanat üretmek olduğunu hep hatırlattılar. Size o umutsuzluktan da söz etmeliyim. Sanatın, bana son derece gereksiz bir uğraş gibi geldiği anksiyete nöbetlerim oluyor, zaman zaman Kürtçe edebiyatın da öyle, bu duygudan, bu ruh halinden sıyrılmanız kolay değil. Demoralizasyon şebekeleri tam mesai çalışıyor. Bu konuya yeniden döneceğim...

Tabii kiCanlı Bir Güvercine Barış Nasıl Anlatılır?” bu serginin bana göre kalbi, her şeyi ve sanki izleyenin de, en azından benim de kalbim oradaydı. Tuhaf bir his veriyor...

Joseph Beuys’un, Ölü Bir Tavşana Sanatı Anlatmak performansına değin uzanan bir video, referanslarını oradan alıyor, benim sahici sanatçımın işlerinden. Pilot Galeri’deki bir önceki solo sergimde (Sıfır Tolerans, 2012), Takım Elbisem vardı, Beuys’un keçeden yaptığı takım elbisesine ithafen, ki ben, keçe kokuları içinde –İdil’deki Dudêrî ve Kiçan aşiretleri arasında– büyüdüm. Bu referansiyel çalışmaları neden mi yapıyorum? Bu da benim sanat tarihi refleksim. Video, kimi sanatçı ve sanat yazarı dostlarımın dediği gibi, bir video gibi de durmuyor. Bu süreci, oğlum Robîn’e borçluyum, o da bana tuhaf bir his veriyor mesela varlığıyla... Barışın bunca telaffuz edildiği bir coğrafyada katledilmek de tuhaf! Onu yaşamadığımız, deneyimlemediğimiz için, hakkındaki bölük pörçük bilgilerle ilerlemeye çalışıyoruz. Ama olsun, biz Kürtler, onun bölük pörçük halini de kutsarız, yeter ki çocuklarımız öldürülmesin! Sahi, nasıl bir şey barış? Evden çıkarken bunları düşünüyordum. Sonra işte bombalar patladı.

“Çıkış Var”ın “çıkış noktası” nedir peki?

Çok zayıf da olsa, cendereden çıkma olasılığını akla getirmesi. Zaten bir formül olarak önermedim, hatta bir öneri bile sayılmazdı. Bir anda söylenen (müzakere masasının altına gizlenmiş ve hesapta olmayan birinin çıkıp konuşması) bir söz gibiydi Çıkış Var. İlk plastik-anlatılarımdan biri olan ve aslında bana plastik-anlatı fikrini veren Şizo-Defter’de (1999) kimi şizoid metin parçacıklarının yanı sıra, yaptığım bazı ara resimler vardı. Bunlardan biri de yangından kaçıp, yangına doğru koşan –aslında bir EXIT levhasıydı bu– bir adamın piktogramıydı ve karşılıklı bakışan (alevlerin kuşattığı) iki kapı arasındaki mesafe çok kısaydı. Yanarak çıkacaktınız o kapıdan! “Hayata Dönüş” operasyonlarını düşündüğümde, çizim hiç de hayali gelmiyordu bana, hatta fazlasıyla gerçekçiydi. Devlet sana elini uzatır, tutarsın, sonra keser!

Bayrak, 2010, Fotoğraf, 100x150 cm

Sen Kürtçe yazıyorsun. Spinoza'nın Günlüğü'nü okurken ve dil üzerine düşünürken senin işlerini tasarlarken ya da benim anladığım, duyduğum dili düşündüm. Kürtçe yazıyorsun Türkçe okuyoruz. İşlerini okuduğumuz, kavradığımız dil ise başka bir şey. Aslına bakarsan bu bir soru olamıyor bir türlü ama ben işlerinde nasıl bir dilin peşinden gittiğini düşünüyorum kendimce.

Süreyyya Evren’in Istanbul Art News için kaleme aldığı “Bir Kürt Güncel Sanatı Yokmuş”[3] yazısında tam da bu mesele konuşuluyor. Adı geçen yazıdan bir alıntı yapacağım, zira bu bölüm bir soru ile bitiyor ve ben henüz bunu yanıtlamadım.

İlk dikkatimi çeken sanatçı Şener Özmen Diyarbakır’dan merkeze doğru konuşan bir öznelliği temsil ederken, merkez algısı da bazen küresel merkezler olabilse de sıklıkla İstanbul olurken, Diyarbakır’dan Diyarbakır’a doğru hiç seslenmezken, ve ayrıca İstanbul'a veya küresel sanat merkezlerine Diyarbakır’dan bir ses olarak seslense de hiç geniş Kürdistan’dan bir ses olarak seslenmezken, hep Türkiye’den, Diyarbakır’dan bir ses olarak seslenirken, romancı Şener Özmen’in romanında geniş Kürdistan’a yayılmış bir öznellik konuşuyor. Romanın ana dili, yeri, bütün Kürt coğrafyası. Bu, herhangi bir yanlış anlamaya uğramasın, atlanmasın diye özellikle dört ülkeye yayılan hikaye ve kişilerle netleştirilmiş. Mevcut ulus devletlerin sadece kimlik değil, zihinsel ve ruhsal bağlam açısından da ikincil olduğunu anlıyoruz. O zaman insanın aklına şu soru takılıyor: Türkiyelilikten ötesine sanatta izin vermeyen bir şeyler mi var?

Spinoza'nın Günlüğü, Şener Özmen, Kürtçeden Türkçeye Çev: Abdullah Koçal, Everest YayınlarıTürkiyelilikten ötesine sanatta izin vermeyen bir şeyler mi var? Türkiyelilikten ötesine sanatta izin vermeyen bir şeyler mi var? Türkiyelilikten ötesine sanatta izin vermeyen bir şeyler mi var? Türkiyelilikten ötesine sanatta izin vermeyen bir şeyler mi var? Türkiyelilikten ötesine sanatta izin vermeyen bir şeyler mi var? Böyle art arda sordukça, çınlamayı daha net duyuyorum. Romancı Şener Özmen ile sanatçı Şener Özmen arasında yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu bir ben biliyordum o saate kadar, çünkü hiçbir kitabım Türkçeye –ne de herhangi bir dile- çevrilmemişti. Bu bir anomaliydi tabii ki, şey gibi, Ay yüzeyinde gizlenmiş olduğu düşünülen (üstü mozaiklenmiş) antik yapılar gibi, bunların var olup olmadığına inanmak ise size bağlı. Bir şey var ki, söylemeden geçemeyeceğim; ben romanlarımı Kürt okurları için yazdım, bir gün o roman ya da öyküleri Türkçe üzerinden okusunlar diye değil. Üstelik bu bir tercih de değil. Mehmed Uzun’un Türkiye için –ve Türkler için- yazdığını görüyorum, bu izlek onun tüm yapıtlarında, söylemlerinde var, bu da onu -Kürtler açısından düşündüğünüzde- kötü bir yazar yapmıyor, ama iyi bir yere de koymuyor. Avrupa merkezli Kürt yazarların artık içinde olmadıkları, yaşamadıkları ve çoktan koptukları Kürt okurlarına verecekleri çok değerli malları da yok artık.

Kürt edebiyat teorisyeni Haşim Ahmedzade’nin ilginç bir tespiti var, Kürtçeden çevirerek geliyorum: “Ben Kurmancî diyalektiyle yazılmış romanları da okuyorum, onları da seviyorum. Özellikle Eta (Nihayî) ve Bextiyar (Elî), bunlar en iyi yazarlar. Tabii Kurmancî’de mesela Helîm Yûsiv bence en iyi yazarlardan biri. Jan Dost, çok çalışkan bir yazar. Rahmetli Mehmed Uzun, Şener Özmen ve Hesenê Metê çok değerli ve iyi yazarlar. Ama maalesef bu yazarların Soranîce’de karşılıkları yok. Mehmed Uzun’un tek tük birkaç romanı dışında, Soranîce’de bir şey bulmak pek olası değil. Neden böyle peki? Çünkü plan yok, bir gelecek tasarımı yok. Kuzey Kürtlerinin yurtseverliği bu kadar işte! Bextiyar Elî ve Eta Nihayî’nin de iyi oldukları ve romanlarının okunması gerektiği hep söylenir. Ancak Güney’de de bu duygular çok güçlü değil, yani kimse Şener Özmen’i tanımıyor, adını bile duymuyor.”[4]  Şimdi durum bu iken, ne yapacaksınız? Ben işimizin çok zor olduğunu düşünüyorum. Kurmancî lehçesiyle yazacaksınız da, bunu Soranlar nasıl okuyacak? Kürtçenin Arap harfleriyle yazıldığı ve okunduğu bir coğrafyada, Latin alfabesiyle yazılmış edebiyat ürünlerini nasıl görünür kılacaksınız? Bunun tam tersi de geçerli. Türkçe okurun göremediği başka başka şeyler var, Kürtçe edebiyatın da, yazın eleştirisinin de Kürtçe dünyasındaki yankıları farklı bir kere, ikincisi Kürtçe edebiyat tarihini bilmeden, o dilin görünürdeki Türkçe çevirileri üzerinden bir teori geliştiremezsiniz, bırakın teoriyi, bir fikir bile aşırı yorum olacaktır.  

Senin açıklamaların, söyleşilerinde dikkat ettiğim şey edebiyattan referansların. T. S. Eliot mesela… Roland Barthes ya da… Edebiyatta ve sanatta seni etkileyenler, yol açanlar mı bu isimler? Ne şekilde bir etkilenme söz konusu?

Değil aslında, daha doğrusu sadece bu iki isim değil beni etkileyenler. 20. yüzyılın bilinçaltından aldığım ne varsa (başta T. S. Eliot, İl miglio fabre), bir etkilenmedir ve ben bunu –etkilenmeyi- talep eden bir yazar-sanatçıyım. Barthes ise görsellik üzerinden geldi, zaman zaman alır, yeniden okurum bu iki yazarı. T. S. Eliot’ı Kawa Nemir’ın çevirilerinden, Welatê Bejî û Deh Koroyên ‘The Rock’ê, yani Kürtçeden, Kurmancî lehçesiyle... Daha iyisi yok... olmayacak da! Bir de Kürtçenin İl miglio fabre'leri var benim için: Heciyê Cindî, Eliyê Evdilrehman, Ereb Şamilov (Ereb Şemo) ve kesinlikle Fêrîkê Ûsiv! Bu sonuncusu hele, muhteşem! Fêrîk henüz Türkçede yok, ama olacak. Ve bilhassa Ciwanmerd Kulek, yine en sevdiklerimden. Sanatta durum biraz değişiyor, edebiyatta olduğu gibi “büyük usta” diyebileceğiniz bir isim yok, sanatın gidişatı buna izin vermiyor.  

Yapışık, 2015, diptik, 27,5x40,5x74,5x27,5 cm

“Devletle yapışık geliyorsun dünyaya” diyorsun ya… Ben geçmişten bu yana senin işlerini düşündüğümde, sanki sen o “yapışkan şeyi” çoktan atıp fırlatmışsın, karşısına geçip dimdik bakıyormuşsun gibi geliyor…

Kesinlikle! Yapışık otobiyografik bir çalışmaydı, başka bir fotoğrafı böyle çerçevelemeyeceğim.

[1] İllüzyonist bir kişiliğim var, Adnan Çoker’le söyleşi, Ayşegül Sönmez, Radikal Gazetesi, 12.04.2010. 
[2] Eleştiri Metinleri Üzerinden Toplumsal Kimlik, Okumaları, Ayşe Azman & Nalan Yetim, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, Cilt: 16, Sayı: 2 Güz 2013.
[3] Bir Kürt Güncel Sanatı Yokmuş, Süreyyya Evren, Istanbul Art News, Aralık 2014.
[4] Li Ser Wêje, Civak û Romana Kurdî bi Haşim Ahmedzade Re Hevpeyvîn (Haşim Ahmedzade ile Edebiyat, Toplum ve Kürt Romanı Üzerine), Dawid Yeşîlmen. Wêje û Rexne (Edebiyat ve Eleştiri), (Kovara Wêjeya Rexneyî) (Eleştirel Edebiyat Dergisi) Hejmar (sayı): 1 Sal (Yıl): 1, 2014.
Fotoğraflar: Rıdvan Bayrakoğlu