"Dovlatov’un edebiyatının en çarpıcı yanı belki de Brodski’nin 'olgun bakış' yahut 'sağduyu' dediği şeyin kesinlikle üsttenci bir yaklaşımı, kibri ve sözünü sakınmayı getirmemesi. Az bulunur, hakiki, eşitlikçiliği sağlayan ve buna davet eden bir olgunluk... Dovlatov’un yergisini, mizahını incelten de bu bakış, bu olgunluk."
11 Ağustos 2022 22:00
1941 doğumlu Sergey Dovlatov, son on beş yirmi yılda yapıtları Türkçeye çevrildikçe artan bir ilgi gören Andrey Platonov (d. 1899), Vasili Grossman (d. 1905), Varlam Şalamov (d. 1907) gibi yazarlardan otuz-kırk yaş genç. Bu, onlardan birkaç sonraki kuşaktan olduğu anlamına geliyor ama daha önemlisi, Stalin öldüğünde henüz 12 yaşında bir çocuk olan Dovlatov, saydığım yazarların yaşadığı SSCB’den biraz farklı bir ülkede büyümüş. Onun yazmaya başladığı yıllar Kruşçev dönemi, baskı dönemi sürmekle beraber edebiyat alanında bahar rüzgârlarının esmeye başladığı zamanlar. Jekaterina Young, Sergei Dovlatov and His Narrative Masks’te[1] bu dönemin kısa sürdüğünü belirtmekle birlikte birtakım değişimler yaşandığından söz ediyor. Örneğin, 1946’da Jdanov’un baskısıyla Yazarlar Birliği’nden kovulan Zoşçenko 1953’te yeniden kabul edilmiştir. Daha önemlisi, ertesi yıl Ilya Ehrenburg’un Buzların Çözülmesi yayımlanmıştır – Kruşçev’in Stalinsizleştirme döneminin “çözülme dönemi” olarak anılmasının nedeni bu romanın adıdır.
“Genel olarak Çözülme’nin, kısmen de 1956’daki SBKP’nin 20. Kongresi’nin kültürel yasakları gevşetmesi 1960’lar boyunca edebiyatın oynadığı toplumsal rolün artmasına izin vermiştir. Bu, daha önce yasaklanmış yapıtların ve Batılı edebiyatçılardan yapılan yeni çevirilerin basılmasıyla kendisini göstermiştir. Bu ikisini özümseyen yeni kuşaklar da bu dönemde ilk yapıtlarıyla toplum önüne çıkmışlardır.” (s. 4)
Young, yapıtları üzerindeki yasakların kısmen kalktığı edebiyatçılar arasında Mandelştam ve Tsvetaeva gibi şairlerle, İzak Babel ve Platonov gibi edebiyatçıları zikrediyor. Genç edebiyatçıların bu dönemde okuma şansı bulabildikleri yazarlar arasında da Hemingway’i, Salinger’ı, Thomas Mann’ı, Faulkner’ı, Remarque’ı anıyor. Bir başka örnek olarak da, 1964’te Inostrannaia literatura (Yabancı Edebiyat)’ta Fransız yeni romancılarından Natalie Sarraute ve Alain Robbe- Grillet’den yapılmış geniş alıntıların yayımlanmasını veriyor. Beri yandan Young, Dovlatov’un da aralarında bulunduğu ‘60’ların genç edebiyatçılarının esas olarak Amerikan edebiyatından etkilendiklerini belirtiyor; özellikle 1959’da Rusça yayınlanan Hemingway’ın iki ciltlik öykülerinin ve Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar’ının.
“Salinger’ın yapıtı, zihinlerinde Holden’ın favori kelimesi phony [sahte, sahtekâr] ile ifade ettiklerini teşhir ve alt etmeye dönük acil ihtiyaç duyan Sovyet yurttaşlarının bam tellerine dokunmuştur.” (s. 6)
Dovlatov’un ilk yapıtlarının Salinger etkisinde kaleme alınmış olduğunu belirten Young, Aleksandr Genis’ten şu alıntıyı yapıyor: “Dovlatov [Amerikalı edebiyatçılardan] bizim edebiyatımızda az bulunur bir şeyi öğrenmişti, bir düşüncenin açıklanmasındansa dilin esnekliğine öncelik vermeyi.” 1920’lerin ve ‘30’ların yenilikçi Rus edebiyatıyla eşzamanlı olarak farklı ülkelerin edebiyatlarıyla tanışan ‘60’ların bu genç edebiyatçılarının, çözülme dönemi edebiyatının en karakteristik yanını oluşturduğunu savunan Young, bu kuşağın “Gençlik Nesri” olarak anıldığını belirtiyor.
“Devrimin hemen ardından gelen dönemin deneysel edebiyatıyla tanışmak bu kuşakta bir edebi metin inşa etmenin yöntemlerine ilişkin genel bir ilgiyi tahrik etti. […] Piskunov’a göre, 1960’lar ana akım edebiyatta birinci tekil anlatıcıya dönmek, yazarlara yaygın biçimde ‘itiraf nesri’ denecek metinlerinde anlatıcı-kahramanların öznelliğini dürüstçe kullanma imkânı sağlamıştı.” (s. 8)
Ne var ki birinci tekilin bu şekilde kullanılması kimi eleştirmenlerin öfkelenmesine de neden olmuştur. 1960’ların Ortodoks eleştirmenleri bu gibi “itiraf nesri” metinlerini öznelcilikle, kaçış edebiyatıyla, enfantilizmle, vs. suçlamışlar. Dovlatov, “Gençlik Nesri” ekolünün büyüsüne kapıldığını itiraf etmekle birlikte bu tarzda yazan kuşağından kimi yazarlara sert eleştiriler de getirmiş:
“Hepsi hayattaki yerlerini arayan, iyi ailelerden gelme, okumuş, eğitimli şehir çocuklarını anlatmayı benimsemişler. Onlar gibi düzinelercesini tanıdım, halen de görüştüklerim var. Bütün genel rejim kampları ve hafif güvenlik kampları bu gibi delikanlılarla dolu. Bu kitaplardakiler hep çekici, akıllı ve hazırcevap. Fakat bana öyle geliyor ki, onlar hakkında yazacaksanız onların da zührevi hastalıkların acısını çektiklerini, uygunsuz evlilikler yaptıklarını, sarhoşken başkalarının arabalarına çarptıklarını, spekülasyonlara karıştıklarını, hamile kız arkadaşlarını terk ettiklerini, aylaklığın ve kişinin hayattaki yerine dair uzun erimli arayışlarının yol açtığı trajik sonuçlarını yaşadıklarını da yazacaksınız.” (s. 10)
Sergey Dovlatov
Bu dönemde SSCB’de bir araya gelen yakın fikirler paylaşan edebiyatçıların oluşturdukları topluluklar hayli yaygındır. Bunlardan biri de Gorozhane [şehirciler/urbanistler] grubudur. Modernist ve sofistike bir edebiyat arayışındaki “Yeni Nesir”in içinde anılan küçük bir topluluktur bu. (Yeni Nesir içinde anılan başka yazarlar arasında, SSCB’nin ilk post-modernisti olarak biline Bitov’un da bulunduğunu belirtiyor Young.) Gorozhane grubunda dört yazar vardır, pek bilinmeyen beşinci üyesiyse Sergey Dovlatov’dur. Askerden döndüğünde bu gruba çağrılır ve ittifakla kabul edilir. Ne ki, Dovlatov’un biyografisinin tipik özelliği burada da kendisini gösterir, tam Gorozhane’ye girdiği sıralarda grup dağılır.
Topluluğun kendisine şehirciler/urbanistler adını vermesi köy nesrinin güçlenmesine karşı bir hamle olarak görülebilir, bir köy nesri varsa neden şehir nesri de olmasın? Grubun üyelerinden Igor Efimov’a göre bu ismin seçilmesinin nedeni bir karşıtlık sorunu değildir; kendilerini başkalarına meydan okumaksızın “şehirci” olarak adlandırmışlardır; mesele de edebî metinde olayların nerede geçtiği meselesi değildir zaten. Şehir hayatına özgü psikolojik hallerin tasvirine ve fantazmagorik olana bağlılığıyla Rus şehir edebiyatı geleneğini koruma meselesidir. Urbanistler Rus halkının toprağa yabancılaşmasındaki trajediden çok kendi dillerine yabancılaşmalarındaki trajediyle ilgilidirler.
Gorozhane yazarları 1965’te her birinin öykülerinden oluşan bir derlemenin yayımlanması için Sovetskii Pilatel yayınevinin Leningrad şubesine başvururlar. Başvurularında neden böyle bir derlemeyle başvurduklarını şöyle açıklarlar. “Bu almanak, bildiğimiz kadarıyla, devrimin hemen ertesindeki gibi yazarların bireyler olarak değil, bir topluluk olarak ortaya çıkması geleneğini sürdüren bir ilktir, eğer edebiyatın ihtiyaç duyduğu ilginin böyle bir topluluk olduğu kabul edilecekse.” Ne var ki bu antoloji Sovetskii Pilatel yayınevi tarafından kabul edilmez. Jekaterina Young, ret yanıtını ayrıntılı olarak aktarıyor kitabında. Ret yazısında Boris Vakhtin’in öykülerine ilişkin yapılan şu değerlendirme çok tipik.
“Boris Vakhtin’in öykülerinde, [bir yapıtta] bulunmadığı takdirde edebiyatın da olamayacağı ana unsur kayıp – gerçek insanlar bulunmuyor, toplumumuzun felsefesi yok, hakiki çatışmalar mevcut değil. Başkahramanların deneyimleri uydurulmuş görünüyor, gözlemlenmiş değiller ve hepsinin bütün hayatları çevremizdeki dünyadan yalıtılmış durumda.” (s. 15)
Young, bir başka dokümanda da Gorozhane antolojisindeki öykülerin “ağır ve neşesiz bir hava” yarattığı eleştirisinin bulunduğunu aktarıyor. “Her biri için belki mümkündür, ama bir grup olarak bir araya gelip bir yazardan öbürüne, öyküden novellaya gittiklerinde, ve aynı zamanda akıllı, ilginç şeyler düşünen ve hisseden insanlarla birlikte yapacakları hiçbir şey bulamadıkları bir çevrede yaşadıklarında, bu düpedüz asılsız bir şeye dönüşüyor.”
“Çözülme”den önce Jdanovcuların da rahatlıkla verecekleri bir yanıt. Anlıyoruz ki “çözülme” Young’ın vurguladığı üzere kısa ve muğlak bir dönem, farklı bir sosyalizm beklentisinde olanlar içinse bir hüsran. Nitekim, Dovlatov’un yapıtları da bu dönemde ve bunu izleyen Brejnev döneminde yayımlanamaz (yeraltı yayını olan samizdat’lar haricinde), kendisi de Yazarlar Birliği’ne kabul edilmez. Young’ın aktardığı bir metinde Dovlatov da kısa süren “çözülme” döneminin bir yanılsama olduğunu belirtiyor.
“Stalin zamanında yetenekli yazarlar önce yayımlanıyor, sonra basında kötüleniyor ve nihayetinde öldürülüyor ya da kamplarda imha ediliyorduysa (Babel, Pil’niak, Mandelstam), bugün kimse öldürülmüyor, kolay kolay hapse atılmıyor, fakat hiç kimse de yayımlanmıyor. En iyi yazarlar çekmeceleri için yazıyorlar. Daha az dürüst ve esnek olanlar devlete ellerinden geldiğince hizmet edip son derece çekici avantajlar elde ederlerken.” (s. 20)
Dovlatov’un sonrasında yaşayacakları, bu sözlerinin iyimser bulunmasına neden olabilir. Çok ayrıntıya girmeyeceğim; 1989 öncesinde SSCB’de Dovlatov’un hiçbir kitabının yayımlanmadığını, yapıtlarının samizdat’lar üzerinden dolaşıma girdiğini belirttim, ancak 1976’dan sonra Batı’da öyküleri yayımlanmaya başlamış. Gençlik yıllarından itibaren kısa dönemlerde gazetecilik yaparak hayatını kazanmaya çalışmış, uzun yıllar boyunca işsizmiş. 1971’de eşi Elena’dan ayrılan Dovlatov, Estonya’ya, Talin’e taşınmış, orada Tamara Zibunova’yla beraber yaşamışlar, bir de kızları olmuş. 1976’da ayrıldıktan sonra da yazışmayı sürdürdükleri Zibunova 1978’in başlarında KGB tarafından gözaltına alınmış ve Dovlatov hakkında sorgulanmış. Nisan ayında gündüz gözü sözümona holiganların ve sivil giyimli polislerin saldırısına uğrayan Dovlatov kötü niyetli mukavemet göstermek suçlamasıyla tutuklanmış, bu suçun karşılığı yürürlükteki ceza kanununun 191. maddesine göre beş yıl hapis cezasıymış. On gün cezaevinde kalan Dovlatov burada KGB tarafından sorgulanmış. Sorgu sırasında KGB ajanları neden ülkeyi terk etmediğini sormuşlar ısrarla. O yıllarda SSCB yönetimi bir süredir Yahudi ve Ermenilere ailelerin birleşmesi amacıyla yurtdışına gitme izni veriyordur – özellikle de muhalif aydınlara. Dovlatov’un babası Yahudi, annesi Ermenidir ve eski eşi Lena’yla kızı Katya 1977’de gitmişlerdir. Dovlatov şeklen boşanmış olduklarını, aile birleşmesinin mümkün olmayacağını söyleyince, “Biz şekilci değiliz!” yanıtını alır. Bunun üzerine 1978’de SSCB’yi terk eder.
Dovlatov New York'ta.
***
Türkçede yayımlanmış üç romanı var Dovlatov’un, üçü de sürgünlük bahsiyle bir biçimde ilgili. Yabancı Kadın’ın[2] odağında ‘70’lerin sonlarında ABD’ye göç etmiş Rus cemaatinin yaşayışları var, romanın başkahramanı da onlardan biri, Marusya. Bavul,[3] sürgüne giden Sergey Dovlatov isimli anlatıcı-kahramanın ABD’ye varışıyla başlıyorsa da, romanın bütünü onun memleketinden hatırladıklarından oluşuyor. Puşkin Tepeleri[4] de ayrıldığı eşi ABD’ye göç etmeye karar vermiş, yazdıklarını yayımlatma imkânı bulamayan, alkol düşkünü bir yazarın hikâyesi; sürgüne gidip gitmemeyi aklından geçirirse de, “Gitmeyeceğim, onlar [adama hayatı zehir edenler] gitsin” diyen biri.
“Mültecilikte gerçekçi olmayan bir şeyler vardı. Öteki dünya fikrini hatırlatan bir şeyler… Şöyle diyelim, her şeye sil baştan başlayacaksın. Geçmiş yaşamına dair ne var ne yoksa kurtulacaksın.” (YK, s. 42)
Bavul’un başında sadece tek bir bavulla ABD’ye giden anlatıcının yıllar boyunca bu bavulu açma ihtiyacı duymadığını öğreniriz.[5] Bir anlamda, “her şeye sil baştan” başlamış, “geçmiş yaşamına dair ne var ne yoksa” onlardan kurtulmuş gibidir. “Gibidir”, çünkü romanın devamı, belirttiğim üzere SSCB’den hatırladıklarıyla, anılarıyla doludur – maddi olarak kurtulmuşsa bile manevi olarak kurtulamadığını, kurtulmak da istemediğini anlarız; hatırladıkları çok tatlı anılar değildir, saçmalıklar, baskılar gırladır. Yabancı Kadın’ın girişinde de ABD’deki Rus diasporasından (“Rus kolonisi” diye anılır) enstantaneler sıralar Dovlatov, mülteciler SSCB’deki hayatlarının bir benzerini kurmuşlardır. Tabii her anlamda aynısı değildir, bir sanatçı ya da bir Marksizm-Leninizm hocası şoförlük yapıyordur, Rusya’dayken şoförlük yapan biri de!
“Yüz sekizinci cadde bizim ana caddemiz.
Burada kendimize ait marketlerimiz, anaokullarımız, bir fotoğraf stüdyomuz ve kuaförlerimiz var. Bir Rus seyahat acentesi var. Rus avukatlar, yazarlar, doktorlar ve emlakçılar var. Rus gangsterler, Rus manyaklar ve Rus fahişeler var. Hatta yine Rus olmak üzere kör bir müzisyenimiz var… Yerli halk bizim gözümüzde bir nevi yabancı statüsündedir.” (YK, s. 7-8)
Rusya özleminin bir tezahürüdür bunlar, ama oradan kaçmışlardır, aralarında sürgüne gitmek moda olduğu için kaçan da vardır, Marusya onlardan biridir, ama çoğunluğu güveni ve refahı SSCB’de bulamadıkları için, yahut bunları yaptıkları ya da hiç yapmadıkları şeylerden ötürü kaybettiklerinden ABD’dedirler. Dovlatov’un sarkastizme varan kara mizahına örnek olabilecek şu cümleler kaçtıkları rejim hakkında önemli bir gerçekliğe işaret ediyor – yıllar öncesinden olsa da.
“Derken otuz sekiz yılı geldi çattı. Bildiğiniz üzere bu hakikaten bir felaket dönemiydi. Herkes için değil tabii… Çoğunluk Dunayevski’nin hayat dolu müzikleri eşliğinde dans ediyordu. […] Elbette masum insanlar kurşuna diziliyordu… Ve bir kişinin kurşuna dizilmesi diğer pek çok insanın menfaatineydi. Mareşalin birinin kurşuna dizilmesi altındaki onlarca insana yükselme fırsatı yaratmış oluyordu. Boşalan makama hemen bir general atanıyordu. O generalin yerini albay alıyordu. Albayın yerini ise binbaşı. Doğal olarak yüzbaşılar ve teğmenler de terfi alıyordu.” (YK, s. 26)
Dovlatov’un temel meselesi olan edebiyat ve yaratıcılık bahsine gelirsek, SSCB’nin bu bahiste ne halde olduğunun resmi de Puşkin Tepeleri’nde hikâyesini anlattığı karakterlerden Pototskiy’de somutluk kazanır. Yazar olmaya karar verdikten sonra on iki kitap okuyup kollarını sıvayan biridir bu, “yazacaklarının [okuduklarından] kötü olmayacağına emindi[r]”.
“Bir yıl içinde yedi öyküsünü ve bir kısa romanını bastırmayı başardı. Yapıtları yenilikten uzak, ideolojik bakımdan değerli, tatsızdı. Her birinde tanıdık bir şey işitiliyordu. Sağlam edebi mükerrerlik zırhı, onları sansürden koruyordu.” (PT, s. 53)
Puşkin Tepeleri’nin anlatıcısı Boris Alihanov, Dovlatov’un alter egosudur denebilir, pek çok açıdan benzeşirler. Başarısız, tutunamamış, kitaplarını yayımlatamayan bir edebiyatçıdır, alkoliktir, bir kızı vardır, eşi kızını alıp iltica etmeyi planlıyordur. Puşkin’in hayatını sürdürdüğü bölgede oluşturulmuş Puşkin Tepeleri Turizm Merkezi’nde tur rehberi olarak çalışmaya başlayan Alihanov’un, Puşkin’e dair söylediklerinde Dovlatov’un edebi görüşüne dair de ipuçları olduğunu zannediyorum.
“Monarşist değildi, komplocu değildi, Hıristiyan değildi, sadece şairdi, dâhiydi ve yaşamın döngüsüyle bir bütün olarak ilgileniyordu.
Onun [Puşkin’in] edebiyatı, ahlakın üstündedir. Ahlakı yener ve hatta onun yerini alır. Onun edebiyatı duayla, doğayla hısımdır… Bununla birlikte, ben bir edebiyat uzmanı değilim.” (PT, s. 60)
Dovlatov rejim tarafından istenmemiş, sürgüne gitmeye teşvik edilmiş, hatta zorlanmış da olsa, siyasetin çok içinde bir rejim muhalifi değildir, sadece edebiyatçıdır, ancak edebiyatına müdahale edilmesini istemeyen biridir; kötü yapıtların, yeteneksizliğin, “mükerrerlik zırhı” kuşananların başarı, ve makam mevki sağlamasının, edebiyat metni görüntüsü altında ahlaki telkinler içeren metinler yazılmasının, böyle olmayanların reddedilmesinin karşısındadır, yani rejimin edebiyata biçtiği görevin karşısındadır. Hatta bunlarla da çok ilgili değildir, yapmak istediklerinin engellenmesine, hoş görülmemesine, yasaklanmasına muhaliftir. Nitekim Jekaterina Young da, aralarında Dovlatov’un da bulunduğu ‘70’lerde ve ‘80’lerde sürgüne gitmek zorunda kalan Rus yazarların apolitik edebi ilgileriyle karakterize edilebileceklerini, politik muhalifliğe nazaran estetik arayışlarla ilgili olduklarını, ama rejim için her ikisinin de kabul edilemez olduğunu belirtiyor.
Kuşağından başka yazarlar gibi yazma özgürlüğünün peşindedir, bunun önüne geçen hiçbir şeyle çatışmasız bir ilişki kuramıyordur. Çalışmak, düzenli hayat dahil. Alihanov’un kendi kendine (belki de Dovlatov’la!) konuşurken söylediklerinde de bu açıkça görülür:
“Sözcükler dünyasında yaşayan birinin nesnelerle arası değildir. […] Yaşamak mümkün değil. Ya yaşamak gerek, ya yazmak. Ya söz, ya iş. Ama senin işin söz. İlk harfi büyük yazılan her İş sana iğrenç geliyor. İş’in çevresinde ölü bir alan var. Orada İş’e engel olan her şey ölür. Orada umutlar, hayaller, anılar ölür. Orada tatsız, karşı çıkılamaz; tek anlamlı bir materyalizm hüküm sürer.” (PT, s. 23)
Dovlatov’un esaslı bir siyasî duruşu yok diye düşünebiliriz, ama onun için esas olanın yazmak olduğu ortada, dolayısıyla yazısına yapılacak müdahalelere sessiz kalması, neyin ne olduğunu adlı adınca telaffuz etmemesi beklenemez. Gene Alihanov’un iç sesine kulak verebiliriz. “Yazdıklarını basmıyorlar, yayımlamıyorlar. Almıyorlar aralarına. Kendi eşkıya çetelerine.” (PT, s. 22)
Puşkin Tepeleri Turizm Merkezi’nden anlattığı hikâyelerin büyük bölümü de bu bahisle ilgili. Büyük şairin anısına yapılmış millî parkın hali, rejimin şiire ve şaire bakışın bir örneğini sunar. Müze yöneticilerinden biri Alihanov’a Puşkin hakkındaki fikrini sorduğunda, onun şiirini Rönesans’la, Goethe’yle, Shakespeare’le ilişkilendirerek yanıtlar. Yönetici şaşırıp Rönesans’ın, Goethe’nin ne alakası olduğunu söyledikten sonra resmî bakışı özetleyiverir: “Puşkin bizim gururumuzdur. Sadece büyük bir şair değil, aynı zamanda yüce bir yurttaşımızdır.” Daha ötesiyle insanların kafasını karıştırmanın, hele kozmopolit isimlerle onun ismini beraber anmanın âlemi yoktur.
Bavul’un anlatıcısının adının Sergey Dovlatov olduğunu belirtmiştim, ama roman boyunca bu kişinin edebiyatçılığına dair pek az vurgu vardır; bir yerde, “Bu arada ben bir şeyler yazmaya başladım” der, bir arkadaşının annesiyle kütüphanede karşılaştığında kadın ona, “Yazar olmuşsun” deyip yazmak ile ilgili kendi hayallerini aktarır. Roman boyunca aktarılan hikâyelerinden anlarız ki, anlatıcı Dovlatov, yazar Dovlatov gibi, iltica etmeden önce SSCB’de geçirdiği 36 yılda bir sürü işe girip çıkmış, bir ara da gazetecilik yapmıştır. Roman kronolojik ilerlemez, gazeteciliği neden bıraktığını daha önce öğreniriz mesela. “Bir fabrikanın tirajı yüksek gazetesinde işe başladım. Orada üç yıl görev yaptım. İdeolojik işlerin bana göre olmadığını anladım.” Sonraki sayfalarda gazetede çalıştığı zamanlardaki hayatından sahneler aktardığında meseleyi öğreniriz. Gazetenin yöneticisi sosyo-politik içerikli yazılar yazmasını, entelektüel bir işçi bulup onunla röportaj yapmasını ister. Entelektüel işçi arama, bulma hikâyeleri ayrıca matraktır ama bulduğu çok uygun biriyle yaptığı söyleşi, sadece işçinin soy ismi Batılı tınılı olduğu için (Holidey’dir) yayımlanmaz. Bunu öğrendiğinde şunlar geçer içinden:
“Olacak şey değil! Hiçbir şey yayımlanmaya uygun değil. Hiçbir şey! Sovyet gazetecilerin o kadar sayfayı dolduracak konuyu nereden bulup çıkardıklarını anlamıyorum. Ben o kadar uğraşıp didiniyorum, ancak bir tanesi bile basılmaya uygun bulunmuyor. Ağzımdan çıkan hiçbir cümle telefonla konuşulacak cinsten olmuyor. Ve de tanıdığım bütün insanlar ‘kuşkulu’ tipler sınıfından…” (B, s. 51)
Dovlatov’un yapıtları büsbütün rejimin saçmalıkları, baskıları hakkında değil. Art arda anlattığı hikâyelerden oluşan bir yapısı var romanlarının; gündelik hayattan enstantaneler ağırlıklı, SSCB’deki ya da ABD’deki Rus diasporasının yaşadığı muhitteki gündelik hayattan. Çok sayıda yan kahraman var, aralarında rejimin seçkinleri de var, yoksulu, işsizi, ayyaşı da. Bu hikâyeler ağının arasından romanların ana olay örgüsü ilerliyor, değindim, dümdüz değil, ileri geri gidip saçılarak, ancak bunlar metni dağıtmıyor, yukarıda bir yerde anlatılanların bir bütünlüğü var. Bir yanıyla “yaşam döngüsünün bütünlüğü” denebilir buna, bir yanıyla da Rusya’nın ruhu belki de – absürd olanın olağanlaştığı bir evrenin bireylerden bireylere trajediden gülünç olana süzülen ruhu. Boşvermişlikle felakete uğramışlık, çıkmaza girmişlik duygusunun at başı gittiği söylenebilir, bu keskin iniş çıkışlarda kara mizah ve yergi cümleleri parıldayıverir sıklıkla.
Girişte Young’ın çalışmasından yaptığım alıntılarda belirtildiği üzere, Dovlatov’un kara mizahında Amerikan edebiyatının etkisi sezilir. Dovlatov’un kuşağı üzerindeki Salinger’ın etkisinden söz etmişti Young. Kurt Vonnegut Jr’ı da anabiliriz bu bağlamda. Dovlatov’un roman kişilerinin sessiz kalmadıkları halde tumturaklı tepkiler vermeyişlerinde, kendilerini de yerginin, mizahın konusu yapışlarında, felakete kaygılanırken ona kucak açmalarında Vonnegut’un roman kişilerinin edalarını andıran bir yan var. Askerliğini yaptığı toplama kampında tanık olduklarından yola çıkarak kaleme aldığı The Zone / Mıntıka (?)’daki öyküleri[6] hakkında yazdığı bir mektupta da Vonnegut gibi, özellikle Mezbaha No.5’teki gibi yazmayı düşündüğünden söz etmiş Dovlatov. Yapmacık algılanmayacak, anlatıcının kendisinin de olaylarda yer aldığı bir kurgu düşünüyormuş. ABD’ye yerleştikten sonra öyküleri New Yorker’da çıkınca bu kez de Vonnegut ona mektup yazarak, “Bu ülkede doğdum, savaş zamanı korkusuzca ülkeme hizmet ettim, ama henüz New Yorker’da öykü yayımlatmayı başaramadım” demiş.
Sergey Dovlatov ve Kurt Vonnegut. Dovlatov'a ayrıca şunları da yazmıştı Vonnegut: "Sizden ve eserlerinizden çok şey bekliyorum. Bu çılgın ülkeye vermeye hazır olduğunuz müthiş bir yetenek var sizde. Burada olmanızdan mutluyuz."
Yabancı Kadın’daki Plehanov ve Çernişevski’yi sarakaya aldığı cümle mesela Vonnegut’un tarzını hatırlatan bir laf dokundurma bence. Romanın başkahramanı Marusya’nın, ne iş yaptığı belirsiz (muhtemelen karanlık işler) Latin Amerikalı sevgilisinin tuhaf solculuğuna tanık olduğunda kadın anlatıcıya, “Nasıl bir tip olduğunu görüyor musun?” deyince, “‘Rahat bırak adamı’” der anlatıcı Dovlatov:
“Özünde kötü bir adam değil. Üstelik düşünüp fikir yürütebiliyor, en azından Plehanov ve hatta Çernişevski düzeyinde…” (YK, s. 88)
Siyasetçileri değil, düşünce insanlarını, bilhassa da edebiyat kuramcılarını hedefine koyması, daha önce de belirttiğim üzere Dovlatov’un meselesinin onlarla ilgili olduğunu gösteriyor. Puşkin Tepeleri’ndeki şu cümle de bunun bir başka ifadesi.
“Köyde Stalin sevilmiyordu. Uzun zaman önce fark etmiştim bunu. Anlaşılan kolektifleştirme dönemi ve Stalin’in diğer marifetleri akıllarda iyice yer etmişti. Keşke yaratıcı aydınlarımız da cahil köylülerden bir şeyler öğrenmiş olsaydı.” (PT, s. 102)
Küçük hikâyeleri birbirine bağlayarak ilerleyen kurguyu yeğliyor Dovlatov romanlarında, ama birbirinin aynısı bağlama yöntemleri kullanmıyor. Bavul’da hikâyeler daha tekil ve kendi başlarına da neredeyse var olabilecek metinler. Yabancı Kadın’ın merkezinde Marusya var, ama onun hayatının farklı dönemlerinden –bir seçkinin kızı olarak Rusya’da yaşadıklarıyla “Nerden geldim Amerika’ya” deme noktasındaki mülteci kadının başından geçenler– farklı hikâyeler aktarılıyor; hayatına girenler çıkanlar, yolu çok sonra kesişir gibi olanlar. Bu romanın girişinde ABD’deki mülteci Rusların bazılarından söz edilir, kısacık ama vurucu yaşantılar aktarılır hayatlarından, SSCB’deki halleriyle geldikten sonraki halleri yorumsuz verilir – birkaçını yukarıda anmıştım. Roman ilerledikçe bu kişiler Marusya’nın hayatına bir yerlerden girer, dokunurlar. Saçaklananlar bu şekilde toparlanır. Bu iki romanın ortak yanıysa bence şu: Küçük resimlerin bir araya getirilişleri ‘60’ların ve ‘70’lerin SSCB’sine ait bir yapbozun parçalarının buluşması gibidir. Puşkin Tepeleri’ni de katmak mümkün aslında buna. Daha az kişisi olan bir roman olsa da, müzenin daha önceki çalışanlarına ve romanın anlatı zamanında kaldığı köyde Alihanov’un karşılaştığı insanlara dair hikâyeler de benzer bir üslupla, yalın bir biçimde, hızlıca, ayrıntılara girmeden anlatılır, sanki edebiyat değil gibidir. Hep Amerikalı öykücülerden, edebiyatçılardan söz ettim, ama bu anlatım şeklinde Çehov’u andıran bir yan olduğunu da söyleyebiliriz. Nitekim, kızıyla yapılan bir söyleşide o da babasının en sevdiklerinden olduğunu söyler Çehov’un.
Yakın arkadaşı İosof Brodski’nin Dovlatov’un ölümünün ardından yazdıkları, onun yapıtlarının yalın ama etkileyici yanını çok güzel ortaya koyuyor:[7]
“Okuması kolaydır onu. Dikkat talep etmez, insan doğasına dair yargı ya da gözlemlerinde ısrarcı değildir, kendisini okura dayatmaz. […] Kısa ve uzun öyküleri karşısındaki değişmez tepkim şükrandı: İddiasızlığına, meselelere olgun bakışına, her paragrafta kendisini duyuran sağduyusunun müziğine. Seryoja’nın tonlaması okura ölçülü olmayı öğretir ve üzerinde ayıltıcı bir etki yapar: Siz o olursunuz ve bu, bir yazarın çağdaşına –gelecek nesillerden söz etmiyorum bile– önerebileceği en iyi terapidir doğrusu.”
Dovlatov’un edebiyatının en çarpıcı yanı belki de Brodski’nin “olgun bakış” yahut “sağduyu” dediği şeyin kesinlikle üsttenci bir yaklaşımı, kibri ve sözünü sakınmayı getirmemesi. Az bulunur, hakiki, eşitlikçiliği sağlayan ve buna davet eden bir olgunluk bu; tam tersidir genellikle bu sıfatlarla anılan insanlarda gördüğümüz – bu kelimelerin sözlük anlamları hiçbir olumsuz tını taşımadığı halde. Dovlatov’un yergisini, mizahını incelten de bu bakış, bu olgunluk. Brodski, “Siz o olursunuz” diyor ya, Yabancı Kadın’ın sonunda kendi roman kahramanına seslenirken söylediği şu sözü de hatırlamak lazım. “Tanıdığım herkes içimde yaşıyor” yani o da öbürleri olmuş durumda. Alihanov’un, Puşkin Tepeleri’nin sonunda “Bütün dünyayı tek bir bütün olarak gördüm” demesi de bunların bir sonucu. Bu bütünlük söylemi ya da bir başkası olmaktan söz edilmesi, bireysel farklılıkların yittiği, bir bütünün içinde herkesin aynılaştığı yanılsaması yaratmasın; aksine, Dovlatov’un metinlerinden bize geçen bir başkası içinde yaşarken de kendi kalabilme mücadelesinin görünümleri. Gene Brodski’ye dönelim, şöyle diyor aynı yazıda:
“Seryoja, bireysellik fikrini ve insan varlığının özerkliği prensibini kimsenin hiçbir yerde ciddiye almadığı kadar ciddiye almış bir neslin üyesiydi.”
•
NOTLAR:
[1] Jekaterina Young, Sergei Dovlatov and His Narrative Masks, Northwestern University Press, 2009. Yazı boyunca Dovlatov’un biyografisine ve yaşadığı döneme ilişkin aktardığım bilgiler bu kitaptan.
[2] Sergey Dovlatov, Yabancı Kadın, çev. Eyüp Karakuş, Olvido Kitap, 2019, 144 s.
[3] Sergey Dovlatov, Bavul, çev. Eyüp Karakuş, Jaguar Kitap, 2022, 144 s.
[4] Sergey Dovlatov, Puşkin Tepeleri, çev. Ayşe Hacıhasanoğlu, Jaguar Kitap, 2016, 141 s.
[5] Türkçe çeviride bir hata var. Bavulun dibine Mayıs ‘89’a ait Pravda’nın bir sayfasının serili olduğu yazıyor. Orijinal metni bilmiyorum ama İngilizce metinde bu tarih Mayıs ‘80. 1989’da artık SSCB ömrünün sonuna çok yaklaşmıştı, bu tarih hatası kafa karıştırıcı olabileceği için belirtme gereği duydum.
[6] Dovlatov’dan önceki kuşaktan Varlam Şalamov öykülerini Sibirya’daki toplama kamplarındaki deneyimlerinden yola çıkarak yazmıştı, Şalamov bu kamplarda tutsaktı. (Şalamov'a dair K24'te çıkmış olan yazım için bkz. "Varlam Şalamov: Yaşanmış Bir Distopyadan Öyküler") Dovlatov ise oralarda askerliğini yapmış ve The Zone’u orada yaşadıklarından yola çıkarak yazmış. Aynı yıllar, aynı siyasi dönem, aynı ortam değil, yazarlar aynı pozisyonda da bulunmamışlar, ama SSCB’deki toplama kamplarını Şalamov’un öykülerinin ardından Dovlatov’un kaleminden de bir an önce Türkçede okuyabiliriz umarım. Bavul’un “Subay Palaskası” başlıklı bölümü de bu kamplardan birinde geçiyor. Şunu da ekleyeyim. Dovlatov’un hayat hikâyesinden ve yapıtlarından uyarlanan Aleksey German Jr’ın yönettiği, 2018 yapımı Dovlatov filminin bir sahnesinde filmin başkahramanı rüyasında kendisini yıllar önce askerlik yaptığı toplama kampında bulur, yanındakilere, “Şimdi her şeyin bir olduğunu anlıyorum,” der, “askerler ve mahkûmlar”.
[7] İosif Brodski, “Seryoja Dovlatov Üzerine”. Dovlatov’u ve edebiyatı çok güzel anlatan bu metnin tamamı Günay Çetao’nun blogunda onun çevirisiyle okunabilir.
GİRİŞ RESMİ:
Dovlatov adlı filmin (Alexey German Jr, 2018) afişi ve filmden bir sahne.