Figen Şakacı'nın kısa süre sonra İletişim Yayınları'ndan çıkacak kitabı Kesekli Tarla'dan kısa bir bölümü tadımlık olarak yayınlıyoruz...
….
Bir dönemin kapanışı, bir değerler sisteminin yerle yeksan oluşu, inandığımız her şeyin başımıza yıkılışını yaratıcı metaforlar ve karakterler üzerinden anlatabilmek istiyorum. Size ilk başta roman dememin sebebi bugüne kadar denenmemiş bir şeye kalkışmak içindi.
Dünya üzerinde denenmemiş ne kaldı İrfan’cım?
Rıfat, Nergis’e hiç bakmadan, salonun büyük penceresinin tam yanındaki sütunda, çerçevenin içinden Stalin keskinliğiyle ona gözünü diken babasına karşı konuşmaya devam etti: Öğrenciliğimizden beri hiç ayrılmadık, evet her birimiz ayrı işlere, hayatlara dağıldık ama bu salı günlerini hiç bırakmadık. Büyümek eksilmektir diyenlere inat yine de aramızdan hiç fire vermeden, çok şükür toprağa da göndermeden bir aradayız. Neden bunu bir üretime dönüştürmeyelim ki? Aradan geçen bunca zamanda kendi içimizde neler yaşadığımızı, neler kaybedip neler kazandığımızı hiç konuşmadık. Her birimiz ayrı başlıklar, bölümler halinde yazsa, sonra bunları birleştirsek belki de ortaya dünyanın ilk kolektif yazılmış romanı çıkar, nereden biliyorsunuz?
Nejat; sen yazsan da biz ortaya çıkardığında bok atmakla yetinsek daha doğal olmaz mı diye lafını kesince herkes makaraları koyverdi. İrfan da kahkahalara ucundan katıldı ama ortamın daha fazla cıvımasına müsaade etmemekte kararlıydı. Anlaşıldı roman deyince gözünüz korktu sizin; o halde çağdaş bir tiyatro oyunu yazmaya ne dersiniz?
Sessizliğe karışan çapanoğlu her birinin gövdesinde uzunlu kısalı konaklayarak niyet ölçtü. Kim canı gönülden bu işe hazır, kimi İrfan’ın kendince edinmeye çalıştığı ünden payına düşeni almak için sabırsızdı. Çapanoğlu barometresi salonun camına vuran ekranda ayan beyan ortadaydı aslında. Peri’nin kafasında dört dönen tilkilerin kuyruğu arada bir Beşir’inkine değiyor, Nergis’in belermiş gözleriyle karşılaşınca tırıs tırıs inine dönüyordu. Üniversiteden mezun olduktan sonra her hafta salıları buluşmayı âdet edinen bu beş arkadaşın beşinde de ortak tek yan; birbirlerine bağlılık yeminleri etmeleriydi. Artık modası geçmiş bu yemin lafını Nergis bulmuştu. İrfan’a kalsa manifesto derdi; hoş bir iki salı diretti de ama taraftar toplayamadı. Önceleri meyhane sofralarında başlayan buluşmalar zamanla ve yaş alıp her birinin her yerinde bir maraz ortaya çıkınca İrfan’ın evinde toplanmaya döndü. İlla bir şey yapmamız şart değil deseler de, film izleyip sonunda kendilerince puan tablosu yapmak bile hoşlarına gidiyordu. En kırık notu her zaman Nejat verir, ya yönetmene ya oyunculara mutlaka çamur atardı. Nergis filmin kırk beşinci dakikasına yakın uykuya döner, dudağının kenarı sulandıkça salyasını salmamak için kendine gelir, alay konusu olurdu. Kimseye kıratından fazla değer atfetmeyen Nergis, her birine siktiri çekip finaline yakın hâkim olduğu hikâyeye dair öyle bir laf ederdi ki, İrfan dahil kimsenin gıkı çıkmazdı. Bir gün evlere dağılırken Nejat; ulan Nergis uyuyorum ayaklarına yatıp, bizi yemiyorsun di mi deyince; Nergis’e tam on ikiden rövaşata imkânı çıktı. Hikâyenin çatısını anlamak için bana bir başı bir sonu yetiyor arkadaşlar; sizin gibi anlamak için iki saatimi harcamama gerek yok!
Nergis’in başlarda mantıklı gelen, üzerine biraz düşününce deli saçmasına dönen buna benzer bir sürü cümlesi, ses tonu, vurguları yüzünden midir nedir herkesi sorgudan sualden muaf tutar, kendine ikna ederdi. Katlanmanın adını idare etmekle değiştiren kibarlığa has bir riya da denebilirdi buna. Ki riya dediğin dışarda olup bitenlerin yakasına takılacak kokmuş bir sıfattı, aynı koku bir araya geldiklerinde duyulmaz, şakası bile yapılmazdı. Gençlikte tanışıyor olmanın faydasıydı bu: Birine bir kere inanınca aynı yoldan devam etmek. Hele İrfan’ın açılış konuşmasında ağdalayarak anlattığı o kayıpları falan düşününce iyi geliyordu işte; karşılıklı bam tellerine basmadan sohbete durmak, mayınlı tarlalara girmeden yan yana yürümek…
Gelecek salı için herhangi bir konu kısıtlaması getirmedi İrfan. Bakalım kim neler yazacaktı? Her birinin gözündeki ışığın reostası İrfan’ın elindeydi nasıl olsa. Kime, nasıl gaz vereceğini biliyordu. Evden çıkarken Peri bir kez daha emin olmak için sordu; anlamadım yani, bizi böyle paketledin; hayatında hesap yapmak dışında eline kalem almamış ben oyun mu yazıp geleceğim? Sus sus dedi Nergis. İrfancığımız apartmana taşan bu tür can alıcı soruları sevmez bilmiyor musun, gel ben sana yolda bir daha anlatırım. İki kadın kol kola indiler merdivenlerden, Nejat ve Beşir, ergenlikten kalma, şaklamalı, tokatlamalı uğurlama ritüellerini gürültüyle eda ettiler ve sessiz ev nihayet İrfan’a kaldı. İşte gecenin en nadide anları. Komşular uyumuş, dışardaki trafik nispeten durmuş. Masanın üstündeki bira şişelerini, rakı bardaklarını ve kırk kere tembihlemesine rağmen Peri’nin her defasında getirdiği mercimek köftelerini kaldırdı. Akşamın pisliğini sabaha ve yedek anahtarın sahibi yardımcısı Zülfiye’ye bıraktı. Bilgisayarının karşısına geçip, kendine tertemiz bir sayfa açtı.
Ne yazacaksın şimdi İrfan? Hadi şurada baş başayız, söyle bakalım kime ne anlatacaksın? Otuz yıllık arkadaşlarını pek ulvi bir şey yapacağınıza ikna ettiğine göre herhalde kafanda muazzam fikirler var. Ne güzel her hafta yiyip içip, dünya dertleriyle oyalanıp, içkinin dibini bulunca işi geyiğe vurup dağılıyordunuz, ne oldu birdenbire böyle sana? Dur sen yorma kendini ben söyleyeyim; karın doya doya aşkımı yaşayacağım vedasıyla çekip gidince bok gibi ortada kaldın; sikin taşşağına denk hayatın her gün daha çok manasızlaşmaya başladı. Tek başına yumurta kıramayan sen, kederini neye dönüştüreceğine bir türlü karar veremedin. Genç genç kadınlara kendilerini harika hissettirecek yalanlar söyledin, yalnızlıklarına iyi gelecek planlar yaptın; bir çırpıda onları zirveye çıkardın ki, her biri havalara uçtu. Ta ki sen arkadan itene, kafa üstü yere çakılana kadar. Elini ayağını, gözlerini, gülüşünü öve öve bitiremediğin o kadınların cesetlerine bakarak kahkahalar attın da dindirmedi kuyruk acını, alamadın karından hıncını.
•