K24 Akademi Söyleşileri dizisinin üçüncü konuğu, Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi öğretim üyesi Sibel Irzık...
30 Kasım 2017 14:27
Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi öğretim üyesi Sibel Irzık ile edebiyat ve siyaset ilişkisi, Türkçe edebiyatta kamusal/özel alan, karşılaştırmalı edebiyat çalışmaları ve eleştiri pratiği üzerine konuştuk. Irzık, Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’ndeki lisans eğitiminden sonra Indiana Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamladı. Southern Indiana, Pittsburgh, Auckland, Duke ve Vassar üniversitelerinde araştırmacı ve öğretim üyesi olarak bulundu. İstanbul Üniversitesi (1988-1992) ve Boğaziçi Üniversitesi’nde (1992-2005) çalıştı. Edebiyat teorisi, modern Avrupa ve Türk edebiyatı, roman teorisi ve sosyolojisi, postkolonyal edebiyat, edebiyat ve siyaset, modernizm ve postmodernizm üzerine çeşitli çalışmaları bulunuyor.
Edebiyat ve siyaset alanlarını disiplinlerarası yöntemlerle tartışmaya açan çalışmalarınız var; siyasetin edebiyatta nasıl temsil edildiği üzerine sorular soruyorsunuz.[1] Edebiyat siyasete ne verebilir? Politik sınırlardan bahsedebilir miyiz?
Bu konuyu edebiyat dışında cereyan eden bir siyasetle onun edebiyatta temsili ve edebiyatın ona verebilecekleri şeklinde düşünmek doğru değil. Dar anlamda siyasî konular edebiyat metinlerinde çeşitli yansımalar buluyor elbette. Ama aradaki ilişkiyi tematik düzeyle sınırlı tutmak yerine hem edebiyatın kendisinin de dilinden kanonlarına, okunma pratiklerinden verdiği hazların niteliğine kadar her yönüyle siyasî olduğunu, hem de iktidar, özgürlük, kolektif deneyim, kültürel bellek gibi siyasî soruları kendi dili ve imkânları içinden sormasının aynı zamanda onları dönüştürme, varsayımlarını ve kesinliklerini sarsma etkisi olduğunu unutmamak gerekiyor.
Evet, elbette politik sınırlar var. Bunlar yalnızca sansür, baskı, değer vermeme biçimindeki dışsal sınırlar değil, aynı zamanda bazı toplumsal gerçeklerin ve deneyimlerin edebiyatın kendi toplumsal bağlamı çerçevesinde geliştirmiş olduğu dil, biçim, tür, kurgu imkânları içinde tam anlamıyla ifade bulmasını engelleyen daha içkin sınırlar. Örneğin savaş, soykırım, kültürel kimlik kaybı gibi büyük toplumsal travmaların temsile direnen nitelikleri yakın dönem travma kuramları içinde etraflı olarak tartışıldı. Ben Türkiye edebiyatı içinde başlı başına bir alt-tür oluşturan darbe romanlarını incelerken bu temsil engellerinin yalnızca travmalar için değil, başkaldırının, devrim fikrinin, muhalif siyasî öznelliklerin, kolektif eylem ve varoluş biçimlerinin hatırlanması, hayal edilmesi, kurgulanması için de söz konusu olabildiği kanısına vardım. 80’lerden günümüze uzanan darbe sonrası neo-liberalleşme ortamında siyaset pratiklerinin ve kamusal alanın güdükleşmesinin toplumla sol hareketler arasında, estetikle siyaset arasında oluşturduğu yarılmaların başkaldırıyı, umudu, yenilgiyi tutarlı ve anlamlı yaşam öyküleri çerçevesinde somutlamayı, paylaşılabilir deneyimler olarak kurgulamayı zorlaştırdığını düşündüm.
Ama edebiyatın kendine özgü imkânlarının siyaset açısından önemi de böyle sınırlarla boğuşma yoluyla devreye giriyor. Siyasetle edebiyat sürekli olarak temsil paradokslarıyla boğuşmak zorunda oldukları için birbirlerine benziyorlar, iç içe geçiyorlar. Edebiyat metinlerinde siyasî temsil sorunu estetik terimlerle, örneğin yazar ya da anlatıcı otoritesinin sorunlaştırılmasıyla, başkaları hakkında ve başkaları adına konuşmanın ne demek olduğunun irdelenmesiyle ifade bulabiliyor. Edebiyat kendi dilini çarpıtmalara uğratarak, söylediği sözlerin bir yandan altını oyarak, kendi sessizliklerini duyulabilir kılarak, söylenemez olanın izlerini taşıyabiliyor, temsilin sınırlarını hissettirebiliyor, iktidarın ve şiddetin dayattığı bu sınırların mutlak olmasını engelliyor. Belki de edebiyatı hem hayat hem de siyaset için vazgeçilmez kılan, temsilin paradokslarını sahneleme yeteneği, temsili temsil edebilmesidir.
Öznenin sözde ölümü konusundaki polemiğin amacı, soyut genellemelerin siyasî önem taşıyan farklılıkları görünmez kılmasını önlemek. Tüm özneler özneliklerini sembolik sistemlere borçlu olduğu ölçüde bu sistemler üzerinde bir egemenliğin varlığı ya da yokluğu, olanağı ya da olanaksızlığı siyasî bir soru olmaktan çıkar.
Tanzimat döneminden itibaren Türkçe edebiyatta kamusal ve özel alan ayrımını toplumsal dönüşümlerin bir yansıması olarak görüyoruz. Tanzimat ideolojisiyle şekillenen uğraşlar, yaşam biçimleri vb. geleneğe eklemlenen modernlikle birlikte düşünüldüğünde, Türkçe romanda nasıl bir işlev görüyor? Belirgin bir söylemin varlığından söz edilebilir mi?
Modernleşmeyle birlikte kurgulanan ve yaşanan kamusal-özel ayrımının Türkçe edebiyatta nasıl, ne ölçüde kendini gösterdiği, cevaplayamayacağım kadar genel ve kapsamlı bir soru. Ama bu soruya ilişkin bir tartışmayı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar, Orhan Pamuk’un Kar romanlarındaki bazı özellikleri Fredric Jameson’ın “ulusal alegori” kavramına bağlayarak yapmayı denemiştim.[2] Jameson’a göre, üçüncü dünya edebiyatının genel biçimi olan ulusal alegori, bireyin öyküsünün her zaman ulusal ya da toplumsal bir sürecin sembolik anlatımı olma işlevini yüklendiği bir anlatı yapısıdır. Bu yapının temelinde burjuva modernliğinin kurumsallaştırdığı özel-kamusal, bireysel-toplumsal, iç-dış ayrımlarının üçüncü dünya toplumlarında yerleşmemiş olması yatar. Aslında bu, Türkçe edebiyat konusunda hâlâ sık sık ve yüzeysel bir mantıkla dile getirilen bireyi önemsememe, anlatamama şikâyeti nedeniyle çok tanıdık olan bir fikir ama Jameson bunu bir eksiklik değil bir imkân olarak düşünmeye çalışmıştı. Ben söz ettiğim metinlerdeki ulusal alegori öğelerine baktığımda, bunların ne basit bir ‘”bireyleşememişliğin” ne de Jameson’ın düşündüğü gibi, özelle kamusalı birbirinden koparmayan sağlıklı bir kolektif bilincin ifadesi olduğunun işaretlerini gördüm. Tam tersine, ulusal alegorik yapıları hem kullanan hem alaya alan bu romanlarda, kişilerin kendilerine sembolik ya da temsili işlevler yükleyen söylem ve ideolojilerin dayatmalarını nasıl trajikomik kâbuslar olarak yaşadıkları betimleniyor, bu parodik betimlemeler yoluyla bir yandan bireysel özerklik idealinin içerdiği yanılsamalar, bir yandan da öyle bir idealin reddi ya da yok sayılmasının tehlikeleri açığa çıkarılıyordu.
Jale Parla ile birlikte hazırladığınız Kadınlar Dile Düşünce kitabındaki “Öznenin Vefatından Sonra Kadın Olarak Okumak”[3] başlıklı yazınızda “Kadınların özne olma talepleri ile, postmodern söylemlerin özneyi parçalayıp öldürmelerinin kuşku verici bir biçimde aynı zamanlara denk geldiği”nden bahsediyorsunuz. Bu süreci değerlendirebilir misiniz?
Postmodern söylemlerin özneyi öldürmeleri değil de ölümünü ilan etmeleri, ölüm nedenini de zaten hiç var olmamışlık olarak teşhis etmeleri diyelim. Bireysel özerkliğin bir yanılsama olduğunu, öznelliğin sembolik sistemler yoluyla kurgulandığını, herkesin ancak kendi niyeti ve iradesinden bağımsız olarak şekillenmiş bu sistemler içine yerleşerek “kendisi” olabildiğini, bu anlamda “gerçek” öznelerden ziyade verili özne konumlarından söz edilebileceğini vurgulayan kuramsal yaklaşımlarla feminist kuram ve siyaset arasındaki bazı gerilimleri polemikçi bir dille ifade etmenin yolu aslında böyle bir çakışma tespiti yapmak. Özellikle 80’li yıllarda birçok feminist yazar bu gerilimlere dikkat çekmiş, tam da kadınlar ne nesne ne de eksik özneler olduklarını artık kimsenin duymazlıktan gelemeyeceği kadar yüksek sesle söyler hâle geldiklerinde, çoğu erkek olan bazı kuramcıların öznenin ölümüne ilişkin abartılı tezler geliştirmelerini fazlasıyla anlamlı bulmuşlardı. “O göz diktiğiniz üzümler ekşi, hatta tamamen hayali” demek gibi görmüşlerdi özne kavramının çözülmeye uğratılmasını. Burada amaç komplo teorisi üretmek ve önemli kuramsal çözümlemeleri feminizme karşı savunma mekanizmalarına indirgemek değil elbette. Zaten feminizmin sorgulanmamış bir öznellik ideali barındırdığı da iddia edilemez. Tam tersine, öznelliğin tümüyle birey kaynaklı, doğal, verili bir var oluş biçimi olduğu yönündeki varsayımlara belki de en sarsıcı darbeyi feminizmin geliştirdiği toplumsal cinsiyet kavramı vurdu. Öznenin sözde ölümü konusundaki polemiğin amacı, soyut genellemelerin siyasî önem taşıyan farklılıkları görünmez kılmasını önlemek. Tüm özneler özneliklerini sembolik sistemlere borçlu olduğu ölçüde bu sistemler üzerinde bir egemenliğin varlığı ya da yokluğu, olanağı ya da olanaksızlığı siyasî bir soru olmaktan çıkar. Siyasî bir anlam kazanması, ancak böyle bir egemenliğin farklı toplumsal kesimler tarafından farklı derecelerde kazanılıp kazanılmadığının, varsa böyle bir eşitsizliğin nasıl ortaya çıktığının, hangi süreçlerce yeniden üretildiğinin sorulmasıyla olur. Örneğin, dildeki cinsiyetçi öğelere yönelik feminist eleştiri, kadınların konuştukları dilin büyük ölçüde erkekler tarafından biçimlendirilmiş olduğu, bu dilin kadınları erkek egemen ideolojiler tarafından tanımlanmış özne konumlarına hapsettiği iddiasına dayanır.
Siyasal, kültürel ve ekonomik süreçlerin eleştiriye yeni görevler biçmekten ziyade yeni engeller ve imkânlar sunduğunu, amaçlarını ve araçlarını sürekli olarak yeniden sorgulama ve dönüştürme gereği doğurduğunu söyleyebiliriz.
Ahmet Hamdi Tanpınar ile ilgili yazdığınız son makalede gündelik hayatın nesneleri ile öznellik arasındaki “gerginliğin,” yazarın eserlerinde önemli bir tematik yapı olduğunu söylüyorsunuz.[4] Daha önce, nesnelerle krizi açısından Oğuz Atay’ın “Babama Mektup” hikâyesini inceleyen bir yazı da yazdınız.[5] Tanpınar’dan Oğuz Atay’a kadar geçen sürede, nesnelerin metindeki işlevlerini kültürel ve tarihsel olarak bağlamsallaştıran bir tespitiniz var mı?
Türkçe romanlarda, Tanzimat döneminin müflis oğullarından Latife Tekin'in gecekonducularına kadar birçok karakter ortak bir dertten mustarip gibi: Eşyalara tam anlamıyla sahip ve hâkim olamamak, sahip olduklarını ellerinde tutamamak, yerinde, zamanında, amaca uygun kullanmayı bilememek, kaprislerine boyun eğmek, onlar tarafından iktidarsızlaştırılmak. Tanpınar’da bu tema oldukça doğrudan bir biçimde Batılılaşma ve modernleşme süreçleriyle ilişkilendiriliyor. Değersizleşmiş yaşantıların, geçerliliği kalmamış anlam dünyalarının artıkları olarak birikip birbiri üstüne yığılan eşyalar hayaletimsi özellikler kazanıp kişileri hem büyülüyor hem de felç edip, eşyalaştırıp hayatın dışına itiyor. Koleksiyoncuyla çöp-ev sakini arasındaki çizgi bulanıklaşıyor. Atay’daki eşya korkusunun, gündelik hayatı sahiplenememe durumununsa daha varoluşsal bir yabancılaşmanın ifadesi olduğunu, keskin bir kendilik bilincinin dış dünyada kendine bir karşılık bulamayışını dramatize ettiğini düşünüyorum. Ama bunu Tanpınar’dan Atay’a kadar geçen süre içinde gerçekleşmiş bir gelişme gibi görmemek lâzım. Özne-nesne ilişkilerinde “gecikmiş modernlik” bağlamında ortaya çıkan kriz ve altüst oluşların farklı görünümleri daha çok.
Eleştiri pratiğinin siyasal, kültürel ve ekonomik süreçlerle olan ilişkisinin “moda” yönelişler doğurduğunu düşünüyor musunuz? Bu süreçlerin eleştiriye yeni görevler biçtiği söylenebilir mi? Sizin yetkin bir edebiyat eleştirisi metninden beklentiniz nedir?
Hazır yorumlama kalıpları, metinlere “uygulanıp” sırlarına vâkıf olmaya yarayacak anahtarlar gibi görülen yaklaşımlar, içi boşalıp jargonlaşan terim ve ifadeler her alanda olduğu gibi edebiyat eleştirisinde de ortaya çıkıyor, bazen epey kalıcı da olabiliyor. Bu tür düşünce kirliliklerinin zararlarına özellikle akademik ortamlarda tanık oluyorum ama uzun vadede etkili ve önemli bulmuyorum.
Siyasal, kültürel ve ekonomik süreçlerin eleştiriye yeni görevler biçmekten ziyade yeni engeller ve imkânlar sunduğunu, amaçlarını ve araçlarını sürekli olarak yeniden sorgulama ve dönüştürme gereği doğurduğunu söyleyebiliriz.
İstisnaları dışında, Türkiye’deki karşılaştırmalı edebiyat çalışmalarına bakılınca, Batılı ve Batı-dışı edebiyatlardan iki edebî eserin ele alınıp çeşitli tematik odaklar etrafında incelendiği metinlerin yoğunlukta olduğu görülüyor. Bu karşılaştırmalı incelemelerin çoğu tarihsel bağlamdan uzak. Diğer bir taraftan, karşılaştırmalı edebiyat bölümlerinin her birinde farklı bir edebiyat geleneğine odaklanıldığı söylenebilir. Edebî gelenekler içerisinde karşılaştırmalı edebiyat çalışmalarının bugünü ve yarını hakkında ne söylemek istersiniz?
Karşılaştırmalı edebiyat diye bir disiplin varsa eğer, tanımlayıcı özelliği, karşılaştırma kavramı, olanakları ve yöntemlerine yönelik hiç bitmeyen sorgulama sürecidir. Son yıllarda çok gündemde olan “dünya edebiyatı” tartışmaları, karşılaştırmalı edebiyatın yerine geçmiş gibi gözüküyor ama bence aynı sorgulama sürecinin bir parçası. “Ulusal” edebiyatlarla, farklı edebî geleneklerle karşılaştırmalı edebiyat çalışmalarının ilişkisi hakkında söyleyebileceğim tek şey, siyasetle edebiyat ilişkisi hakkında söylediklerime benziyor: En anlamlı karşılaştırmalar, özerk bilgi nesneleri olarak konumlandırılmış metinler arasında koşutluk, karşıtlık, açıklayıcılık ilişkileri kurarak değil, metinlerin ve edebî geleneklerin her birinde içkin olarak işleyen görelilik, “karşılaştırılmışlık” biçimlerini ve süreçlerini görünür kılarak yapılır. Örneğin, ilk Türkçe romanlarda ortaya çıkan “züppe” karakterinin kaderinde ifadesini bulan, Batı’dakilerle “karşılaştımalı” hayatlar sürme durumu gibi.
Akademik yayınlarınıza bakıldığında, edebî türler içerisinde ilgi olarak romana yakın durduğunuzu söyleyebiliriz. Roman teorisi üzerinden 2000 sonrası Türkçe romanda gördüğünüz imkânları ve yetersizlikleri konuşalım istiyorum.
2000 sonrası romanları çok yakından izlediğimi söyleyemem ama genel izlenimim hem sayılarda artış hem de içerik ve biçim açısından önemli bir zenginleşme olduğu. Türkiye’nin 80’lerden günümüze uzanan dönüşüm süreci, tüm olumsuzluklara, baskılara ve kutuplaşmalara rağmen, edebiyat için yeni imkânlar doğurdu. Dünyaya açılma, iç ve dış siyasal dinamikler sonucunda birçok kutsalın tahtından olması, toplumsal muhalefet biçimlerinin de kişisel yaşantıların da toptancı ideolojik yönelişlerin yörüngesinden çıkmasının yarattığı özgürlük duygusu, içerikte de biçimde de yeniliklerin önünü açtı. Bunda 1980 darbesiyle dönülen keskin dönemece belli bir tarihsel mesafe edinilmiş olmasının da etkisi var galiba. Örneğin, darbenin ezip geçtiği sol hareket mensuplarının çocukları yaşındaki yazarlar tarafından yazılan “ikinci kuşak” darbe romanlarında, yenilgiyle birlikte başkaldırıyı, yasla birlikte umudu da hatırlamaya yönelik farklı diller ve siyasî öznellikler kurma denemeleri görüyorum. Günümüz dünya edebiyatında ağırlığı çok hissedilen toplumsal bellek, travma, yas izlekleri, Türkiye’de de yakın tarihin yasaklı konularını da kapsayacak biçimde genişledi ve önemli edebî açılımlar sağladı. Aynı koşulların ortaya çıkardığı sınırlama ve tehlikeler ise edebiyat piyasasının ve farklı ideolojik kapılanmaların zemin hazırladığı kolaycılıklar, güncel olanın çekiciliğine kapılma, izin verileni, “in” olanı yazma eğilimi.
Türkiye’de üniversiteler bilimsel, malî ve idari açılardan hiçbir zaman özerk olmadı ama şu anda akademik özerkliğe ve özgürlüğe karşı yakın tarihin en kapsamlı saldırı dalgasına maruz kalmış durumdayız.
2016 yılından beri Erdal Öz Edebiyat Ödülleri’nin seçici kurulundasınız. Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Merkezi’nin yakın zamanda kaybettiğimiz Şirin Tekeli adına vereceği araştırma ödüllerinin seçici kurulunda da yer alıyorsunuz. Sorunları ve tartışmaları ile birlikte ödülleri, toplumun kurumlar aracılığıyla sanatçısına, edebiyatçısına, aydınına vb. teşekkürünün bir ifadesi olarak görebiliriz. Siz ödüller meselesine nasıl bakıyorsunuz?
Aslında sanatçının, edebiyatçının hak ettiği yanıt teşekkürden ziyade yorum ve eleştiri bence. Kendi alanlarına yaptıkları katkılarla saygınlık kazanmış kurumların verdiği ödüllerin sağlayacağı görünürlüğün, yorum ve eleştiri ortamının gelişmesine yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Erdal Öz, Şirin Tekeli gibi yazar ve araştırmacılar adına verilen ödülleri, yazarlar ve kuşaklar arasında kurdukları sembolik köprüler nedeniyle de değerli buluyorum.
1990’lardan sonra üniversitede kadın akademisyenlerin sayıca arttığı görülüyor. Bu artış, çoğu ulusal ve uluslararası platformda, çalışma koşulları, mobbing ve taciz, idari görevlerde kadınlara yer verilmemesi vb. sorunlardan bağımsız olarak olumlanıyor. Problemlerin ve ayrımcılıkların yeterince konuşulduğunu düşünüyor musunuz? Özellikle taciz konusuyla ilgili ne gibi politikalar geliştirilmeli?
Türkiye’deki üniversitelerde kadın akademisyen sayıları aslında gelişmiş Batı ülkeleri de dâhil olmak üzere başka birçok ülkeye göre hep yüksekti ama bu yükseklik Türkiye’nin toplumsal cinsiyet açısından genel durumunun iyi olmasından kaynaklanmadığı, başka kültürel ve ekonomik dinamikler sonucu gerçekleştiği için, akademinin içinde de toplumsal cinsiyet eşitliği olarak göstermiyor kendini. Sorunlar, ayrımcılıklar yeterince konuşulmuyor olsa da son yıllarda birçok üniversitede, çoğunlukla toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları merkezleri kanalıyla, bu konuda kurumsal ilkeler oluşturma, araştırma yapma, somut değişim stratejileri belirlemeye yönelik gelişmeler kaydedildi. Güncel siyasî ortamın tüm elverişsizliğine rağmen, bu çabaların artarak süreceğini tahmin ediyorum.
Başta YÖK olmak üzere çeşitli otorite kurumlarıyla üniversitelerin ilişkisini göz önünde bulundurursak, özerk bir üniversite sizin için ne ifade ediyor? Kurumlarla bir mesafelenme söz konusu olduğunda, özerkliğin ne olduğunu, ne anlam ifade ettiğini değerlendirmek mümkün mü?
Türkiye’de üniversiteler bilimsel, malî ve idari açılardan hiçbir zaman özerk olmadı ama şu anda akademik özerkliğe ve özgürlüğe karşı yakın tarihin en kapsamlı saldırı dalgasına maruz kalmış durumdayız. Bu koşullarda özerklik kavramının ayrıntılarını ve inceliklerini tartışmak çok yararlı gözükmüyor. Akademi içinde ve dışında bu konuda asgari ortaklıklar üzerinden bir dayanışma ve itiraz üretmenin imkânlarını aramak gerekiyor.