İstanbul Bienali artık iktidarın temsil ettiği forma uymuyor, zaten uyması da mümkün değil. Bu nedenle karşımıza Yeditepe Bienali gibi bir "formül" çıkıyor. Küratörünün ve sanatçılarının adını daha önce hiç duymadığımız bir bienal...
05 Nisan 2018 14:27
İktidara 2002 yılında gelen Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 16 yıllık iktidar sürecinin dönüm noktalarında muhalif cephenin oluşturduğu "son kale" söylemi her zaman önemli bir yere sahip oldu. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bürokratik veya askerî yapılanma içindeki gelişmelere kadar nirengi noktalarında hem iktidar cephesinden hem de karşıt cepheden "son kale fethedildi" politikası oluşturuldu.
Yakın zamanda yaşanan gelişmeler de son kale söyleminin bir parçası olabilir mi? 40 yıldan uzun süredir medya sektörünün içinde ve görece iktidardan uzak bir duruşu olan Doğan Grubu'nun satılması, yakın zamana kadar dokunulmaz bir pozisyona sahip olan Boğaziçi Üniversitesi'nde öğrencilere yönelik operasyonlar bu söylemin içinde değerlendirilebilir mi? Son örnek olarak iktidarın şu âna kadar dokunmadığı ya da ilgilenmediği çağdaş sanat alanı da son kalelerden biri sayılabilir mi? Klasik Türk Sanatları Vakfı ve Fatih Belediyesi işbirliğiyle Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı himayelerinde ve uzun bir sponsor listesiyle gerçekleştirilen Yeditepe Bienali'ni de bunun bir parçası olarak okuyabilir miyiz?
1980 sonrasında bebek adımlarını atan çağdaş sanat alanı, 90'lardan itibaren yükselişe geçen neoliberalizm dalgasıyla beraber kıvamını buldu. Çağdaş sanat alanı sinema, tiyatro, edebiyat gibi sanat dallarından farklı olarak birkaç örnek dışında devletle her zaman mesafesi olan bir alandı. 1992 İstanbul Bienali’ne Doğru yazısında Vasıf Kortun çağdaş sanatın devletle olan ilişkisini şu sözlerle açıklamıştı mesela: "Türkiye’de devletten iki şey bekliyorum; faaliyetimizi zorlaştırıcı bürokratik engelleri hafifletmesi ve kendi kültür sektörünü özerkleştirip özelleştirmesi."
Çağdaş sanat aktörleri çoğunlukla devletten şu âna kadar destek beklemedi. Bu nedenle de politik gerilimlerin, bütçe ve destek tartışmalarının ve sansürün de çoğunlukla dışında kaldı. Devletle ve iktidarla direkt olarak çok fazla karşılaşmadı, hedef gösterilmedi. Çağdaş sanat alanının sonraki yıllarda elde ettiği maddi güç de özel sektörden ve bireysel koleksiyonerlerden geldi.
Ancak İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen İstanbul Bienali’nin devlet açısından her zaman önemli bir yeri oldu. Sibel Yardımcı, Kentsel Değişim ve Festivalizm: Küreselleşen İstanbul'da Bienal kitabında "Bu kültürel hegemonya uzunca bir dönem Türkiye Cumhuriyeti'nin modernleşme projesi tarafından biçimlendirilmiştir" der ve bir İKSV yöneticisinin sözlerini ekler: "İKSV Türkiye'nin uluslararası alanda tanıtımını, Türkiye'yi Atatürk ilkeleri doğrultusunda çağdaş yüzüyle en ilerici biçimde tanıtmayı amaç edinmiş bir kurumdur."
İlk yıllarında İslami gelenekten gelen AKP'ye karşı İKSV'nin reaksiyoner tarzı devam etse de iktidarın güttüğü ılımlı politika sanat alanına da yansımakta gecikmedi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültürel ve Sosyal İşler Dairesi Eski Başkanı Şenol Demiröz'ün de dediği gibi festivaller, "demokratikleşmeye, sivilleşmeye ve çok sesliliğe" imkân tanıyor. Sonraki dönemde de İKSV ve İstanbul Bienali küreselleşmeye eklemlenen, Avrupa Birliği yolunda ilerleyen ve marka şehir olma amacı güden İstanbul'un vitrini olmaya devam etti.
Şu an baktığımızdaysa süreç başka bir yöne doğru evriliyor. İstanbul artık küresel dünyaya ait kültürün bir parçası olarak konumlandırılmıyor. İki yıl önce sanatçı Burak Delier, K24 için yaptığımız söyleşide son zamanlarda eleştirel seslerin neden çıkmadığına dair soruya, "Türkiye dünyanın ilerlediği majör düşünceden koptuğu için, liberal kapitalizmdense totaliter kapitalizme kaydığı için eleştiriler de kalmadı. Çünkü totaliter kapitalizm sanatı umursamaz" cevabını vermişti. İstanbul ya da İstanbul Bienali artık iktidarın temsil ettiği forma uymuyor, zaten uyması da mümkün değil. Bu nedenle karşımıza Yeditepe Bienali gibi bir "formül" çıkıyor. Küratörünün ve sanatçılarının adını daha önce hiç duymadığımız, ancak yine de bir yerlerden tanıdık gelen bir bienal...
AKP iktidarının çağdaş sanatla ya da biraz daha genişletirsek plastik sanatlarla olan ilişkisi pek kuvvetli olmadı, diğer sanat dallarında olduğu gibi yüksek meblağlarda yatırımlar gerçekleştirilmedi. All Arts İstanbul Fuarı gibi geleneksel sanatlardan yola çıkan işlerin sergilendiği büyük çaplı etkinlikler istenen etkiyi yaratamadı. Ancak İstanbul Devlet Resim ve Heykel Müzesi'nin adının ve mekânının değiştirilmesi, AKP'li belediyelerin plastik sanatlar etkinliklerini kaldırması ya da formatını baştan aşağı değiştirmesi ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti çalışmaları kapsamında yapılan etkinlikler bu alana dair iktidarın müdahaleleri arasında sayılabilir. Ancak bu çalışmalar yeterince etkili olmamış olacak ki iktidar çağdaş sanat alanını en cazip yerinden, bienal kavramından tutarak ele almaya girişti.
Yeditepe Bienali açık hava reklamlarında da göreceğiniz gibi "Senin Bir Sanatın Var" sloganıyla yola çıktı. Her okuyanı en az üç saniye afallatan bu slogan, beceriksiz bir metin yazarının ürünü de olabilir, "hedefleri" kuvvetli ve direkt olarak anlatan bir motto da. Bu ayrı bir yazının konusu, geçelim...
Yeditepe Bienali'ne dair naif söylemlerden başlayalım. Küratör Serhat Kula katalog metninde şöyle bir tanım yapıyor bienale dair: "Yeditepe Bienali, kültürümüzün zaman içinde türlü sebeplerle temas ettiği komşu kültürlerin sanat faaliyetleri ile köprü kurarak Klasik Türk Sanatları’nı ve onların güncel yorumlarını özgün teknikler ile sergilemeye odaklanan uluslararası bir platform. Farklı sanat disiplinleri, farklı gelenek kuralları ile yetişen sanatkârların ortak bir başlıkta ürettikleri eserlerin boy göstereceği bu platformda ülkemizin sahip olduğu kültürel, sosyal, sanatsal değerler dünya halkları ile paylaşılacaktır." Gayet anlaşılır ve çok da iddialı olmayan bir metin.
Küratörün çeşitli yayınlara verdiği mülakatlarda da benzer naifliği görebiliyoruz. Mesela Milat gazetesi muhabirinin sorduğu "Türkiye’de çağdaş sanatlar geleneksel sanatlardan bir adım önde, yanılıyor muyum?" sorusuna şöyle bir cevap vermiş: "Sergileme mantığı, koleksiyonerler, galeriler, eleştirmenler, köşe yazarları ve bir algıyı yönetebilme potansiyeline sahip insan kaynaklarıyla Türkiye’de çağdaş sanat uzun yıllardır belli bir kaliteye ulaştı. Fakat geleneksel sanatlar henüz bu seviyede değil, hâlbuki yerel olan bu. Yerelin kendisinin ait olduğu değerler bunlarken biz Türkiye’de ithal olanı yerelleştirmeye çalıştık. Global bakış açısından çağdaş sanatların bu noktada olması güzel olsa da kendi kültürümüzün de bu seviyede olması lazım." Çağdaş sanat alanının başardıklarının hakkını veren, "diğer tarafın" eksikliklerini vurgulayan ve saldırgan olmayan bir üslup.
Yeditepe Bienali'nin diğer yansımalarına baktığımızdaysa vitesi biraz daha yükselten açıklamalarla karşılaşıyoruz. "Dünyada ilk" tarzı söylemlerle öne çıkarılan bienal, ileriki yılların habercisi olma yolunda ilerliyor.
Şöyle ki; Yeditepe Bienali naif bir çaba olarak görülebilir. Ya da başka bir açıdan bakarsak, projenin basın ve görünürlük ayağında işi üstlenen büyük ve profesyonel kurumlar olsa da genel olarak amatörce yürütülmesi, sergilenen işlerin ve sergide yer alan sanatçıların çağdaş sanat alanında tanınmamaları ve İstanbullu orta sınıf izleyicinin yüz vermemesi nedeniyle başarısız bir girişim olarak nitelendirilebilir. Ancak "alarm zilleri" çok az kişi duysa da, çalmaya başladı. Yeditepe Bienali devletin finanse ettiği, devletin güdümünde olan bir çağdaş sanat anlayışı için bir pivot oluşturabilir. Bunu da söyleşilerde ve basın açıklamalarında yer alan ipuçlarında buluyoruz. Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir Yeni Şafak gazetesinde yer alan haberde şunu söylüyor: "Bundan sonra uluslararası bienallerde Türkiye’ye ait kadim kültürü temsil etmesi açısından Yeditepe Bienali’nin muhatap alınacak bir değere, birikime sahip olduğunu da düşünebiliriz. Örneğin Venedik Bienali’nde bir Türk Pavyonu söz konusu olursa eminim 2018 ve 2020’den sonra muhatabı Yeditepe olacaktır. Bu iddia bizim şahsımızdan kaynaklanan bir iddia değil."
Venedik Bienali'ndeki her ulusal pavyonun işleyişi birbirinden farklı gerçekleşiyor. Bazı ülkelerin pavyonu özerk sanat kurumları tarafından düzenlenirken, bazılarında direkt olarak devletin kültür-sanat kurumları düzenleyici olabiliyor. Genel düşünce, ulusal pavyonlarda ülke sanatının en yetkin örneklerini uluslararası bir platformda göstermek olarak düşünülebilir, ancak son yıllarda bunun dışına çıkan örneklere de rastladık. Türkiye Pavyonu da uzun süredir İKSV tarafından yürütülüyor. 2019 yılında Türkiye Pavyonu'nu temsil edecek sanatçı İnci Eviner olarak belirlendi. Ancak ulusal pavyonların idaresinin kim tarafından düzenleneceği ülkelerin diplomatik kanalları vasıtasıyla belirleniyor. Yani çağdaş sanat alanının devletle direkt olarak bağ kurduğu en önemli alanlardan biri Venedik Bienali. Mustafa Demir'in açıklamasında işaret ettiği de tam olarak bu. Yakın zamanda Venedik Bienali Türkiye Pavyonu'nun idaresinin İKSV'den alınıp Yeditepe Bienali'ne ya da bu çeşit bir kuruma devredilmesi çok da şaşırtıcı olmaz. Ve bu iddia belirtildiği üzere şahıslardan kaynaklanan bir iddia da değil.
Sinema, edebiyat, tiyatro, müzik ya da çağdaş sanat... Sanat üretimleri, içinden çıktığı ulusal ya da uluslararası kültürün bir parçası. Bu kültüre itiraz edip avangart bir üretim gerçekleştirse de, iktidarın söyleminin bir ayağı olsa da, parçası. Peki, Yeditepe Bienali burada nerede duruyor? Uzun yıllardır modernleşen Türkiye'nin yüzü olan İstanbul Bienali bir tarafta, yeni Türkiye'nin bienali diğer tarafta. Başka bir soru da şu, neden daha önce değil de 16 yıllık iktidardan sonra böyle bir bienal ortaya çıkarılıyor?
Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak kitabında bir arkadaşının sorusunu ortaya koyar. "80'lerde festivallerin, hapishaneden yükselen çığlığı bastırmaya yaradığı söylenebilir mi?" Bu soru bağlamında baktığımızda Yeditepe Bienali gibi devlet ve iktidar destekli oluşumların da çığlığı bastırmaya yaradığı söylenebilir mi? Yeditepe Bienali ülkenin en ileri sanatını temsil eden, geleceğin yerli ve milli bienalinin habercisi olabilir mi? Bu tarz oluşumlar iktidarın içten fethedemediği kurumların dışarıdan basınçla yıkılması için bir araç olabilir mi? Buna şimdiden cevap vermek zor. Ancak Gürbilek'in arkadaşına ve okuyucuya verdiği cevap bu noktada bir başlangıç olabilir: "Bunu söylemek yanlış olur, ama söylememek de yanlış olur."