Kategorilere meydan okuyan Stefan Themerson’ın eserleri din, siyaset, vatanseverlik, iktidar, başarı ve sevginin, insanı aynı şaşmazlıkla insanlık dışı davranışlara götüren yollar olduğunu sistematik bir şekilde ifşa eder
23 Mayıs 2019 09:30
Kariyerine görsel sanatçı olarak başlamış pek fazla filozof-romancı yoktur herhalde. Ama kategorilere meydan okumak, Stefan Themerson’ın felsefesinin bir parçasıydı. Filmler yaptı; bir yayınevi kurup işletti. Dokuz romanının yanı sıra çocuk hikâyeleri, şiirler, bir oyun, bir opera ve felsefe, dil, mantık, edebiyat, bilim, sanat, film ve tipografi üzerine denemeler yazdı. Eylül 1988’deki vefatına kadar ayrıca boş zamanlarında çizimler yaptı: çizgilerin, noktaların ve düzlemlerin eğilip bükülerek paradoksa dönüştürüldüğü, kendi mantıklarının hicvedildiği soyut, renkli biçimler. Birbiriyle bağlantılı bu çok sayıda faaliyetin toplamı şimdi bir tür odaklanma olarak kendini gösteriyor ve Themerson’ın sınır ya da sınıflandırmaların –ister kültürel, ister meslekî, isterse siyasî olsun– en azından kısıtlayıcı ve çoğunlukla olumsuz olduğu yolundaki temel inancını doğruluyor.
Themerson’ın hayal gücünü ilk tetikleyen deneyim, kameranın büyüsünü keşfetmekti. 1920’lerin sonunda Varşova’da fizik ve mimarî alanındaki çalışmalarından kopup fotogramlarla, kolajlarla ve ikisinin çeşitli kombinasyonlarıyla doğaçlama yapmaya başladı. Ardından, ressam olan eşi Franciszka Themerson ile birlikte (Franciszka da 1988 yılında, ondan iki ay önce vefat etti) yedi deneysel film yaptı –beşini Varşova’da’da, ikisini Londra’da.
1937-38 kışında Themersonlar Varşova’dan Paris’e taşındı, niyetleri orada yaşamak ve çalışmaktı. “Varşova’dan kaçmak gibi bir durum söz konusu değildi,” demişti Stefan bana. “Paris’te olmam gerektiğini biliyordum sadece.” Paris “bir nevi Mekke” idi; beklentilerinin hepsini karşılamıştı. Ama savaş nedeniyle planları bozuldu ve 1942’de kendini Londra’da buldu, Franciszka ile birlikte hayatlarının sonuna kadar da orada yaşadılar.
Themerson yaşadığı üç ülkenin dilinde de yazdı. Eserlerinin çoğunun İngilizce olmasının nedeni tarihin cilvesiydi. Neden İngilizce yazmayı seçtiği sorulduğunda, İngilizcenin onu seçtiğini söylemişti. Savaş boyunca, onun kuşağının kaderi olan kayıpları, yönünü yitirmişlik duygusunu ve egemen güçlerin reddettiği bir kültüre ait olmanın zorluklarını yaşadı. İlk dört filminin yanı sıra, ilk romanının (Lehçe) elyazması da bu dönemde kayboldu. Ama Themerson’ın olayların cebrine verdiği tepki, salt metanetten ziyade olumlu bir tutumdu. Yazarın nereye giderse gitsin kültürünü içinde taşıdığı fikrini kesin surette savunuyor, ulusalcılık ve vatanseverlik öğretilerinin ise ciddi biçimde tehlikeli olduğuna inanıyordu:
Yazarlar asla, yazarlar hiçbir yerde sürgünde değildir, çünkü kendi krallıklarını içlerinde taşırlar – ya da cumhuriyetlerini, sığındıkları şehri veya içlerinde taşıdıkları her neyse işte onu. Aynı zamanda her yazar daima her yerde sürgündedir, çünkü krallıktan zorla çıkarılır – ya da cumhuriyetten, şehirden veya onu dışarı atan her neyse işte ondan. …
Themerson Britanya’daki yerleşik edebiyat anlayışıyla arasındaki mesafeyi hep korudu. Yerleşik gruplara uymuyordu; göçmen bir akademisyen bile değildi. “Bu ülkede hem besteci hem de yazar olmayacağın gibi tuhaf bir fikir var,” diye şikâyet etmişti Anthony Burgess bir keresinde. Themerson ise hem besteci hem yazar hem de başka şeylerdi. Ve bu koşulları alaycı bir keyifle gözlemliyordu. Bağımsızlığına değer veriyor ve her halükârda, sanatta olduğu gibi hayatta da, yapay kategorileri hor görüyordu. 1950’lerde ve 60’larda Times Literary Supplement’a bazı şiirlerini gönderdi ama hiçbiri kabul edilmedi. Derken, içindeki hissin doğruluğunu kanıtlamak için editöre “Çocukluğum…” adlı başka bir şiir gönderdi ve Tomasz Woydyslawski’nin şiirinin çevirisi olduğunu söyledi. Şiir yayımlandı (5 Mart 1964’te) ve Themerson’ın arkadaşları tarafından onun şiiri olduğu teyit edildi. …
Themersonları 1948’de Maida Vale’de kendi yayınevlerini –Gaberbocchus Press– kurmaya yönelten şey, en başta bağımsız olma arzusuydu: istedikleri kitapları istedikleri biçimde basmakta özgür olma arzusu. İlk Gaberbocchus kitapları Randolph Caddesi’ndeki evlerinde basıldı. Daha sonra Formosa Sokağı’nda bir yer aldılar; o sırada Themersonlara iki yayın yönetmeni daha katılmıştı: Barbara Wright ve Gwen Barnard. Gaberbocchus’tan çıkan kitapların tam listesi, yayınlarının ne kadar yaratıcı olduğunu gözler önüne seriyor. Ama bir liste, kısa zamanda Gaberbocchus kitaplarının alametifarikası hâline gelen özgün format, tipografi ve tasarımı ifade edemez. Franciszka Themerson sanat yönetmeniydi ve kitapların çoğunu resimliyordu, ama filmlerinde olduğu gibi bunda da aynı şekilde yakın bir iş birliği içinde birlikte çalışıyor ve kendi tabirleriyle, en çok satan kitaplardan ziyade “en iyi görünen kitaplar” üretiyorlardı. Yayınevinin en güçlü ve en zayıf yanının ne olduğu sorulduğunda, Themerson ikisine de aynı yanıtı veriyordu: “hizaya girmeyi reddetmek.” Gaberbocchus Press’in “sınıflandırılamazlığı”, Stefan Themerson’ın özünü yansıtıyor.
Bir süre sonra Formosa Sokağı’ndaki binada bir oda ayarlandı (Gaberbocchus Common Room) ve yayınevinin yan faaliyeti olarak toplantılar düzenlenmeye başladı. Amaç “sanatçılara, bilimcilere ve gerek sanatla gerekse bilimle ilgilenen insanlara, bir araya gelip düşüncelerini paylaşabilecekleri sıcak bir ortam” sunmaktı. Themerson’ın kaygısı yine modası geçmiş sınırların feshedilmesiydi. 1946’da, Nowa Polska’nın “İngiltere’de Edebiyat, Sanat ve Bilim” üzerine beş sayısının editörlüğünü yapmıştı ve 1950’lerin ikinci yarısında sanat ve bilimin ortak felsefelerini gözler önüne serme konusuyla giderek daha çok ilgilenmeye başlamıştı. O dönemde C. P. Snow ile yazışıyordu. Common Room iki yıl boyunca –1957’den 1959’a kadar– yüzden fazla üyesi olan canlı, merasimsiz bir haftalık forum olarak varlığını sürdürdü. Yazarlar, ressamlar, şairler, aktörler, bilim insanları, müzisyenler, film yapımcıları ve filozoflar gelip konuşma yapıyordu. Fizik, metafizik ve patafizik konuşuluyor; Jarry, Shakespeare, Beckett, Strindberg, Queneau ve Schwitters gibi yazarların eserleri okunuyor; modern müzik performansları ve bilimsel film gösterimleri yapılıyordu. … Bütün bunlar Themerson’ın bir yazar ve yayıncı olarak yerleşik edebiyat çevresi tarafından kabul görmemesini en azından kısmen açıklıyor.
1940’lar ve 50’lerde Themerson’ın arkadaş çevresi arasında tanınmış yazarlar, sanatçılar, bilim insanları ve filozoflar vardı; bunların bazılarını Varşova ve Paris’ten tanıyordu. Kurt Schwitters ve Jankel Adler ile yakın arkadaştı ve her ikisinin de eserlerini yayımlamıştı. 1950’de Bertrand Russell Bayamus (1949) için yazdığı övgü dolu yazıda romanın “neredeyse dünya kadar çılgın” olduğunu söylüyordu. Birbirlerine elyazmaları gönderdikleri, şaka yollu eleştirilerini ve felsefeyle ilgili düşüncelerini paylaştıkları uzun yazışma süreçleri 1952’nin başlarında başladı ve Russell’ın ölümüne kadar devam etti. Factor T’nin (T Faktörü, 1956) özgün taslağı Russell’a uzun bir mektup olarak yazılmıştı. Russell Professor Mmaa’s Lecture’a (Profesör Mmaa’nın Konferansı, 1953) önsöz yazdı ve Gaberbocchus Russell’ın Good Citizen’s Alphabet (İyi Yurttaşın Alfabesi, 1953) ve History of the World in Epitome (Dünya Tarihinin Özeti, 1962) adlı kitaplarını yayımladı. Kitapların her ikisini de Franciszka Themerson resimlemiş ve Russell resimler için, “Dikkat çekmek istediğim bütün noktaları vurguluyorlar,” demişti.
Bir filozof olarak Russell’ın ilke ve yöntemlerine giderek daha derin bir ilgi duymanın yanı sıra, Russell’ın insanî değer ölçeğinden de güç almış gibi görünüyor Themerson. Daha sonraları Russell’ın Nükleer Silahsızlanma Kampanyası’na kayıtsız şartsız bağlılığına biraz temkinle yaklaşsa da –Themerson’ın bireylerin doğal içgüdülerini yanlış yöne sürüklediğini düşündüğü o ateşli “amaçlara” fazlaca benziyordu bu adanmışlık– Russell’ın iyi bir topluma inanç beslemeye yönelik şüphelerini paylaşıyordu. “İyi bir toplum”, “iyi insanlara” kıyasla gelecek için daha az umut vadediyordu. ...
Romanı hâlihazırdaki kaygılarını ifade edebileceği mecralardan biri olarak görüyordu Themerson. 1952’de Cardinal Pölätüo’nun (1961) taslağını okuyan Russell, Themerson’a bazı değişiklik önerilerinde bulunmuştu: “Bence birbirine pek uymayan şeyleri bir araya getirmeye çalışmışsın.” Ama Themerson bunu hiçbir zaman sorun olarak görmemişti ve her halükârda romanlarının çoğunun kendi felsefî ya da dilsel konusunun olduğunu düşünüyordu. Romanlarında felsefî konulara eğilmeyi bilinçli olarak seçmişti çünkü roman türü ona bu özgürlüğü tanıyordu:
Kurmaca, tarihin ya da incelemelerin izin veremeyeceği şeyleri yapmanıza izin verir – bilhassa kuşaktan kuşağa kaybolan anlamları kurtarabilir ya da geri kazanabilirsiniz. Bu zaman bariyerlerini aşmak coğrafi bariyerleri aşmaktan daha zordur.
Bir döneme ait olan fikirlerin başka bir okur kuşağına aktarılması, kaybolup gitmemesi gerektiğine canıgönülden inanıyordu Themerson. (Gaberbocchus’un yayın politikasından da bu çerçevede bahsediyordu.) Ağır konuları görünürde havai bir şekilde ele alma konusundaki doğal yeteneği, romanlarının kinayeli tarzında daha da öne çıkıyor. (Bir eleştirmenin dediği gibi: “Ölüm ve felsefe hiç bu kadar eğlenceli olmamıştı.”) …
Tom Harris (1967), Sardalyanın Gizemi (1986) ve Hobson’s Island (Hobson’ın Adası, 1988) gibi daha sonraki uzun romanlarında Themerson türe farklı yaklaşır; modern polisiye romanla açıktan açığa flört eder. (Kendisi de bol bol dedektif romanı okur ve özellikle Raymond Chandler’a saygı duyardı.) Bu ayartıcı tarz içinde eşzamanlı birçok oyun oynar. Çoğunlukla uzun bir karakter listesi vardır.
Fani ve ebedî değerlere dair zengin söylemler içeren bu daha sonraki romanlarda, incelikli bir mantık, paradoks ve ahlak yapbozunda hesaplı kitaplı bir rolü olmayan hiçbir şey yoktur. Abartılı ve komik imgeler daima anlamı tazeler ve yapının tamamına, dilin zarif duruluğu kadar titizlik ve ustalıkla yerleştirilir. Paradoksa duyulan gizli sevgi, ancak ele avuca sığmayan bir karakter aracılığıyla zaman zaman dizginlerinden boşanır. Themerson’ın 1930’ların ve 40’ların dedektif hikâyelerinde hoşuna giden şeylerden biri, bunlardaki tipik akıl dışı ögeydi: gökten zembille inen bir karakter. Sardalyanın Gizemi’ndeki “Kafadan Kontak”ın gerçeküstü rolü ve Hobson’s Island’daki Nemo muamması birbirine benzeyen araçlardır.
Themerson’ın eserlerinin hepsinin altında yatan ahlakî ilkeler ilk olarak “Factor T” adlı denemesinde net bir şekilde ortaya koyulmuştu. Bu deneme “Trajik faktör”ü ifşa eder: insanlık durumundaki ölümcül bir kusuru. İnsanın ihtiyaç duyduğu şeylerle (İ) sevmediği şeyler (S) arasındaki uyuşmazlığın ürünüdür bu. Themerson’ın ilk analojisi, domatesi sevmeyen ama ona ihtiyaç duyan bir kabileye dairdir. Kabile üyeleri çevrelerindeki tek C vitamini kaynağı olan domatese hayatî, biyolojik bir ihtiyaç duyar. Ama dinleri domates yemeyi yasakladığından, domatesin tadına karşı da aynı ölçüde hayatî bir antipati geliştirmiş, bu tadı sevmemeye başlamışlardır. Böylece “T faktörü” ortaya çıkar.
Daha sonra “öldürme” örneğini ele alır.
Sansarlar nasıldır bilmiyorum, ama aynı dişiyi ya da aynı hindistancevizini arzulamadıkları takdirde iki insansı maymunun dövüşe tutuşup birbirlerini öldürdüklerini hayal etmek zor. Ve şayet sonrasında kendilerini (bir dil geliştirir geliştirmez) bu nahoş davranış için ulvi nedenler icat etme ve böylece felsefî sistemler, dinler ve polis birlikleri kurmak zorunda hissediyorlarsa, öldürmeyi ve çalmayı gerçekten de sevmiyorlar demektir. Tanrımızı birtakım kişileri öldürmek gibi nahoş bir görevi yerine getirmeyi zorunlu gördüğümüzde bizi aklaması için icat ederiz –bu birtakım kişiler de bizi öldürmek gibi nahoş bir görevi yerine getirmeyi zorunlu gördüklerinde kendi tanrılarını icat etmişlerdir. Polis birliklerini ise, sadece zorunlu gördüklerinde başkalarının bizi öldürmesini önlemek için değil, aynı zamanda sevmediğimiz bu edim bizim adımıza zorunlu görüldüğünde başkalarını öldürmeye kendimizi zorlamak için icat ettik.
Öldürmeyi sevmeyişimizle öldürmenin zorunluluğu arasında trajik bir uyuşmazlık var. Ben bu uyuşmazlığa T faktörü diyorum ve onu görmezden gelmek bana ne erdemli ne de akıllıca görünüyor.
Bir başka yerde:
Bağırsaklarımızın bazı hayatî ihtiyaçları (İ) sinir sistemimizi olumsuz bir şekilde etkilemeden (S) tatmin edilemez. Sonuçta ortaya çıkan kafa karışıklığı (T) temelde kaçınılmazdır.
Ardından felsefenin, dinin ve bilimin bu sorunla başa çıkamamasının nedenlerini ele alarak bir noktada şöyle der:
Ne yazık ki akılcı etik ilk Trajedimizin en azından tanındığını bilme ihtiyacımızı hafife alıyor. Akılcı etik ya Sevmeme ya da Zorunluluk üzerinde yoğunlaşıyor, ama bu durumun derinlerindeki Trajediyle yüzleşmeyi reddediyor. İşte bu yüzden akılcı düşünceyi, Sevmemeyi vurguladığında ütopik ya da duygusal; Zorunluluğu vurguladığında materyalist ya da faşist; birinden diğerine geçtiğinde fırsatçı; S’yi vaaz edip Z yüzünden öldürdüğünde riyakâr; Z’yi araştırıp S’yi inananlara bıraktığında ise ukala buluyoruz.
Başka yerlerde olduğu gibi burada da, romancının bilgisayar uzmanına kıyasla ahlak hakkında söyleyecek daha çok şeyi olabileceğini belirtir ve trajik ikilemi araştırmak için tek verimli araştırma alanının edebiyat olduğunu söyler, çünkü edebiyat olmadan “beyinlerimizde … inşa edilen şeyin ne olduğunu asla bilemeyiz.”
Sinir sistemi iki kısma ayrılmış ve bir kısmı onu hayatî ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik eylemleri gerçekleştirmeye teşvik ederken, diğer kısmı bu tür eylemleri –başka organizmalara zarar verdiklerinde (ki hep verirler)– gerçekleştirmesini önleyen her şeyi (ister hayvan ya da bitki olsun, ister makine) “İnsan” olarak adlandırmayı öneriyorum. Bu ikilik sinirsel bir gerilim yaratır, bu da söz konusu varlığın gotik katedraller, Çin pagodaları, parlamento binaları, boğa güreşi arenaları, Kraliyet Dernekleri, devrimler, karşı-devrimler, ilahi krallıklar, Stratford-upon-Avon’lar, kısacası yenmez ve içinde yaşanmaz şeyler inşa etmesine yol açar, bütün bunlar riyakârlıktan yapılma bir aspirin tabletinden öte bir şeye varmasa bile.
Sinir sistemleri bu bölünmeden azade olan, böylece dünyanın ormanlarını yok eden zorunlu yağmayı tereddütsüz gerçekleştirebilen şeylere ise (anatomileri nasıl olursa olsun) “İnsan” dememeyi öneriyorum. Bu bölünmeyi incelemek bir zevk. Ama bilimsel araştırmalarımız bu bölünmeyi kurcalamamıza imkân verecek noktaya gelirse, zevk tehlikeye dönüşecek. Çünkü şayet bir şeyi “İnsan” yapan bu bölünmeyse, o zaman onu onarmak insan ırkının yok olmasıyla eşanlamlı olur.
Hayatının sonlarına doğru Themerson bu konuya, 1981 yılında Leyden Üniversitesi’nde Huizinga Semineri olarak sunulan “Chair of Decency” (Nezaket Kürsüsü) başlıklı başka bir yazısında geri döndü. Yazıda Themerson cömert bir alegori ve fabl repertuvarı kullanarak, temel insan değerlerine geri dönmeyi savunan sağlam bir argüman öne sürer. Modern dünyanın bilinçli amaç ve görevlerinin bizi yanıltarak, birbirimize karşı davranışlarımızdaki doğuştan gelen içgüdüsel insanî değerleri kaybetmemize yol açtığını belirtir. Amaçlar kültüreldir, der, ama uygun Araçlar biyolojiktir. İnanç ve davaların peşinden körlemesine koşarken, doğal insanî içgüdülerimizin en önemlilerini bir kenara attık:
Hiçbir ulvi Amaç yoktur ki, Araçların temel nezaket kurallarına uymasından daha önemli olsun. Çünkü en nihayetinde, Araçların bu kurallara uyması amaçların Amacıdır.
Felsefesinin bu coşkulu manifestosundan geriye doğru baktığımızda, Themerson’ın yazdığı hemen her şeyde aynı düşüncenin farklı yüzlerini görebiliriz. …
Themerson’ın romanlarında tekrar tekrar, kendi çağlarının insanı yiyip bitiren ihtiraslarına kapılan ama sonra bunları aşan karakterlere rastlarız. Bu karakterlerin yaşlılık dönemlerinde eriştikleri bilgelik, Themerson’ın Araçlar ile Amaçların göreli değerleri konusunda giderek kesinleşen kendi görüşünü yansıtır. Sardalyanın Gizemi’nde, genç siyasî fanatiklerin arasında kalan Dame Victoria ölümünden biraz önce şöyle der:
Fikirleri anlamadığıma şükrediyorum. Küçük bir kızken Fikirler edinmek üzere eğitilmediğime şükrediyorum.
General Pięść’in altbaşlığı The Case of the Forgotten Mission’dır (Unutulmuş Görev Vakası). Yaşlanan general sonunda ömürlük görevini/misyonunu gerçekleştirebilecek bir konuma geldiğinde, görevin gerçekliği dağılıp gider ve general onun ne olduğunu hatırlamaz. Onun yerine son günlerini başka bir insanla kurduğu sevecen ilişki içinde geçirir (bu birliktelikten de Sardalyanın Gizemi’nde Öklit’i eleştiren küçük dâhi Ian Prentice doğar). Ve bunların hepsi duygusallıktan uzak bir şekilde aktarılır. Nezaket konusunda son sözü, yine General Pięść’in çocuğu olan ve her yerde karşımıza çıkan Prenses Zuppa, Hobson’s Island’ın sonlarına doğru söyler:
Sevgiden, aşktan sakının. Sevgi zalimdir, nezaket ise yumuşak. Sevgi çirkindir, nezaket ise güzel. Sevgi kolaydır, nezaket ise zor. Sevgi nefret doğurur.
“Peki, nezaket ne doğurur” diye sorulduğunda, şöyle cevap verir:
Heyhat, Bayan Shepherd, nezaket sevgi doğurur, bu da biz insanların kısırdöngüsü işte.
Stefan Themerson’ın eserleri din, siyaset, vatanseverlik, iktidar, başarı ve sevginin, insanı aynı şaşmazlıkla insanlık dışı davranışlara götüren yollar olduğunu sistematik bir şekilde ifşa eder. Böyle dobra ifade edildiğinde, bu yorum eserlerinin fazlasıyla karamsar bir özeti gibi görünüyor; onun olumlayıcı açık fikirliliğine, ince zekâsına, mizah anlayışına, dokunuşlarındaki hafifliğe sanki ters düşüyor. Ne var ki, son romanının bitimindeki acı olaylar, görünüşe göre, Araçlar ile Amaçlar arasındaki mücadele için pek az umut vadediyor. Ona bu trajik kapanış hakkındaki fikirlerimi söylediğimde, samimi bir şekilde şaşırmıştı Themerson. Ona göre, aynı trajedi eserlerinin çoğunda mevcuttu. “Bu sadece bizi başladığımız noktaya geri getiriyor,” demişti. “Seçimin bize ait olduğunu hatırlatıyor, o kadar.”
Stefan Themerson’ı Okumak, Nicholas Wadley’nin yazısından kısaltılarak çevrildi. Yazının İngilizce orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.
Çeviri: Özde Duygu Gürkan