"Şiir özen ve had safhada dikkat gerektiren bir dünyaya ait. Söylediğimizi kastettiğimiz ama kastettiğimizden daha fazlasını söylediğimiz bir dünya. Aceleye getirilemez, hiçbir basamağı atlayamayız ya da onu kısaca özetleyemeyiz. Nasıl insanlar kendi içlerinde ve kendileri içinse, şiir de kendi içinde ve kendisi içindir. Kimsenin şiir okuma ya da yazma zorunluluğu yoktur."
07 Ekim 2021 18:30
Sendeki anlatıcıyı ergenlik çağlarındaki genç bir kız olarak düşledim her zaman, sanki Carson McCullers’ın Düğünün Bir Üyesi kitabındaki Jasmine’in büyüklerin dünyasına açılan eşikte bekleyen, daha filozofvari bir sürümü. Orası kesinliklerle dolu bir dünya, kuşkusuzluk ile yönetiliyor, sen de buna daha önce kimsenin yapmadığı kadar şiddetli, beklenmedik bir şekilde karşı çıkmak istiyorsun. Şeyleri bütün masumiyetinle, zekânı kullanarak sanki dünyada ilk gören insan olmaya çabalamak için kendine söz veriyorsun – şiirin alanına sanki çözmek, ayırmak, dolaşıklığı gidermek için girmişsin. Çam şiirine PINE (çam) sözcüğünü harf harf açarak başlıyorsun – “bir patlamalı ses, bir uzun çığlık, bir sakin bitiş, bir okunmayan harf”. Şiirle ilk karşılaşmanı hatırlıyor musun? Ne hissetmiştin?
Susan Stewart: Algıladığım şeyi çözme çabasıyla eşikte durduğuma dair sezgin, şiir yazarken gerçekten hissettiğim bakış açısını iyi tarif ettiği için hayli duygulandırdı beni. Şiir yazmak anlamadığım şeyleri kavramama ya da onlara yaklaşmama yardımcı oluyor. Bir şiiri bitirdiğimde her zaman daha fazla bilgiye sahip oluyorum ve bu bilgi sanırım yazmaktan geliyor. Çok ender halihazırda bildiğim duyguları ya da sezgileri ifade etmek için yazarım, belki de hiçbir zaman böyle yazmadım, beni cezbeden tam göremediğim bir ufuk. Çocukluğumun başlarından – cümle kurup yazabildiğim günlerden– beri şiirler yazdım. Yazdıklarımı tüm bedenimle hissettim. Şiirlerimi sesli okurken parmaklarımla ya da ayağımla ritim tutar ya da bir melodi mırıldanırdım. Şiir ölçülerini açıklayan kalıplar ve terimler olduğunu daha sonra öğrendim. Ama yine de hâlâ mühim olan hissedilen şiirdir.
Ahmet Güntan: Bir akademisyensin. Form, kültür, estetik, temsil, şiir üstüne kitaplar yazdın: Yazma Suçları [Crimes of Writing (1991)], Özlem Üzerine [On Longing (1993)], Şiir ve Duyuların Yazgısı [Poetry and the Fate of the Senses (2002)], Açık Stüdyo [The Open Studio (2005)], Şairin Özgürlüğü: Yapmak Üzerine Bir Defter [The Poet’s Freedom: A Notebook on Making (2011)], son olarak da Kalıntılardan Çıkan Ders: Batı Kültüründe Anlam ve Malzeme [The Ruins Lesson: Meaning and Material in Western Culture (2020)]. Şiirini kolaylıkla “lirik” olarak adlandırabiliriz, fakat şiirlerdeki araştırmacı, düşünceye dalmış tavır, sanırım, şiirini daha çok Nezval’in tanımladığı anlamıyla “antilirik” kategorisine yakınlaştırıyor – şiirler boyunca devam eden mantıksal bir gayret. Bu, Gece Kuşu şiirinde çevresel görüş (periferik bakış) oluyor. Korkuluk şiirinde bizim orada olmadığımız zaman şeylerin nasıl varolduğu oluyor. Baharda Kır şiirinde yağmura yatay bir ayna tutup “Orada / çizilmiş çizgilerin / hızlanarak, bulanık / tekrarı”nı görüyorsun ki bu bence dahiyane bir şey. Bu tavır akademisyen olmandan mı besleniyor? Şairi akademisyenin entelektüel saldırılarından nasıl koruyorsun? Bunun için bulduğun bazı zihinsel egzersizler var mı?
Susan Stewart: Şiirimi bir akademisyen olarak yazdıklarımdan korumak zorunda değilim. Şiirim her zaman akademisyenliğimin ötesindedir ve her zaman hazır ve nazırdır. Ama yaşayan ve ölü başka kişilerin düşüncelerini ve hayatlarını öğrenmek zorunda hissediyorum kendimi. Çoğu zaman içinde bulunduğum zaman ve mekândan kaçma ihtiyacı duyuyorum. Gerek düzyazı bir metin gerekse şiir yazarken edebiyat ve felsefe tarihleri her zaman eşsiz bir kaynak ve avuntu olmuştur benim için. Sadece kendi şiirlerim üzerine çalışarak mutlu olacak kadar kendimle ilgili değilim. Şiir tek kişilik bir uğraş ve tek kişilik bir sorumluluk. Şiirlerimi sadece ben kendim yazabilirim. Ama bir akademisyen olarak çalıştığımda büyük bir gelenek ve devasa bir topluluğun parçasıyım. Diğerlerinin görüş açımı dönüştüreceğini, hatta muhtemelen düzelteceğini bilirsem elimden gelenin en iyisini yaparım.
Ahmet Güntan: Üçüncü kitabın “Orman’ı [The Forest (1995)] şiirleri taslak olarak yazıp sonra onları bir kenara atıp hafızanda kaldığı kadarıyla, açıklamalar ekleyerek yeniden yazarak oluşturduğunu” söylüyorsun. Pound’un dediği gibi “Teknik içtenliğin sınavıdır. Eğer bir şey onu söylemek için tekniğini bulmaya değmiyorsa değersiz bir şeydir.” Şiirde “deney”i nasıl tanımlarsın?
Susan Stewart: Şiir insanlar arasında bir iletişim aracıdır ve ben başkaları üzerinde denemeler yapmaya inanmam. Ama kendim icat etmek zorunda kalsam bile bir şiiri ilgilendiren şeylere dair doğru metot ve şekli bulmaya inanırım. Orman şiirinde bir şair olarak uykuda gezdiğimi ve bu şiirlerin gerçeğine ulaşmanın başka bir yolunu bulmak için uyanmam gerektiğini hissettim. Bu şiirler benden önceki kuşakla, bana sadece hikâyeler, jestler ve dil sürçmeleri aracılığıyla miras kalmış bir kuşakla ilgiliydi – her birimizin deneyimlediği ama hatırlamadığı ve dolayısıyla başkalarının tanıklıkları üzerinden bildiği, doğum sürecine benzeyen bir miras.
Ahmet Güntan: Sana Türkiye’deki şiir okuru sayısının ne kadar az olduğunu söylediğimde bana hiç unutmadığım bir cevap verdin: “Her kuşaktan 36 erdemli insanın dünyayı koruyup sürekliliğini sağladığı mistik İbrani geleneği tzadikim nistarim’i biliyor musun? Belki biz şairler yalnızca 36 dikkatli okura ihtiyaç duyuyoruz, şiir de böylece baki kalıyor.” Varoluşumuz şimdi bir mezhebe mi dönüştü dersin? Bu kaderden kurtulamaz mıyız? “Şiir öldü mü” sence? Şiirin geleceğini nasıl görüyorsun?
Susan Stewart: Tzadikim nistarim benim anladığım kadarıyla bir mezhep değil. O 36 kişi birbirlerini şahsen tanımıyor ama birbirlerinin var olduğundan kesin olarak emin ve bu kesinlik onları güçlendiriyor. Benzerlik gördüğüm yer burası. Şiir tarzları gelir ve geçer; şöhret kültürü tek tek şairleri görmezden gelir ya da önce baş tacı, sonra yerle bir eder; dikkati dağılmış ve sıkılmış bir halk ciddiyeti küstahlık olarak görür. Ama bizim yapmamız gereken şiir yazmak ve okumaksa, bunların hiçbirinin önemi kalmaz. Bir şair olarak “başarılı olmak” ne demek? Nereden biliriz bir “amaca” ulaştığımızı? Şiirlerimizin kaderi şimdinin olduğu kadar geçmiş ve geleceğin de ellerindedir. Şiirlerimizin kütüphanelere girmesi kendi başına bir tür ölümsüzlüktür; bundan daha iyi olabilecek tek şey şiirlerimizi “ezbere” okuyabilen bir yabancıdır.
Ahmet Güntan: Mektuplarının birinde 2021 kışında, yani kovid kışında, “beşeriyette insani olanın kırılganlığını gördüğünü” söylemiştin. Braudel’in “uzun 16. yüzyıl” ya da Hobsbawm’ın “uzun 19. yüzyıl” dediği gibi, biz de gelecek yıllar için “uzun 2020” diyebilir miyiz? Sözünü ettiğin “tarihte yaşamanın yoğun bir hissi” dediğin şeyi, “beşeriyette insani olanın kırılganlığı”nı biraz açar mısın?
Susan Stewart: 2020 yılı ocak ayının ilk haftalarında Çin’de yaşayan ve pandemiyi ilk elden gözlemleyen kimi dostlarımdan mektuplar aldım. Sadece birkaç ay içinde çektikleri acının tüm dünyaya yayılacağını, dahası kısa bir süre sonra onların bana endişeli mektuplar yazacaklarını görmemi sağlayacak hayal gücünden yoksundum. İçinde bulunduğumuz politik durum bu ülkeyi ve yönetmekle görevli olarak ulaştığı her şeyi virüsün getireceği en kötü sonuçlar karşısında savunmasız bıraktı. Başlangıçta Defoe’nun Salgın Yılı Günlüğü’nü tekrar okudum. Salgın karşısında verilen psikolojik tepki neredeyse hiç değişmemişti. Ancak 17. yüzyıl devlet adamlarının bugünkülere kıyasla çok daha sorumlu ve mantıklı davrandığını görmek hayrete düşürmüştü beni. Açgözlülük, şimdiki zaman merkezli olma ve hayal gücü eksikliği bizim ekonomik sistemimize özgüdür; şimdi daha da acımasız bir zenginlik yoğunluğu ve bunun sonucu olan bir yoksulluk patlaması ile baş başayız. Her geçen gün iktidarda olanların çoğunun, hem geçmişte hem de bugün, kendileri rahatsız edilmedikleri ve korundukları sürece başkalarının ölmesine izin vermeye tamamen istekli oldukları daha da açık hale geliyor. Diğerlerinin düzgün yiyecek, barınma ve eğitim olmadan yaşamaya devam etmelerine, işyerinde yaralanmalarına ve asgari ücretin altında maaş almalarına izin verme arzusu uzun zamandır var, ancak şimdi bu kayıtsızlığın bir dip noktasının olmadığını görüyoruz. Geçtiğimiz birkaç hafta içinde yeni hükümet kimi olumlu değişiklikler yapmaya başladı, ancak gücü kırılgan ve çoğu zaman önüne engeller konuluyor.
Ahmet Güntan: Teşekkürler Susan. Bitirmeden şiirin yavaş okunması gerektiğine dair düşüncelerinden de söz eder misin? Çünkü biz de diğer ülkelerde olduğu gibi sosyal medya tarafından köşeye sıkıştırılmış durumdayız.
Susan Stewart: Sosyal medya ve genel olarak teknoloji söz konusu olduğunda ancak kabullendiğimiz şey tarafından kapana kısılmış durumdayız. Bilgisayarı aşı randevusu almak, çek yollamak ya da asla ulaşamayacağımız bir kuşun şakımasını dinlemek için kullanabiliriz. Ama sevdiğimiz kişilerin fotoğraflarını tanımadığımız kişilere vermemiz gerekmez. Hatta sessizce, uzun uzadıya, sohbetin nereye gideceğini bilmeden yüz yüze konuşma şansımız varken böyle fotoğrafları çekmemiz bile gerekmez. Şiir özen ve had safhada dikkat gerektiren bir dünyaya ait. Söylediğimizi kastettiğimiz ama kastettiğimizden daha fazlasını söylediğimiz bir dünya. Aceleye getirilemez, hiçbir basamağı atlayamayız ya da onu kısaca özetleyemeyiz. Nasıl insanlar kendi içlerinde ve kendileri içinse, şiir de kendi içinde ve kendisi içindir. Kimsenin şiir okuma ya da yazma zorunluluğu yoktur. Maddi bir değeri yoktur: Değeri bizim ondan anladığımız şeye bağlıdır. Bana tüm bunların hayati önemi varmış gibi geliyor.
•
(İngilizceden çevirenler Donat Bayer - Ahmet Güntan)