"Proust’u Dickens ya da Balzac gibi ‘seyreyle dünyayı’ yazarlarının bir tür mirasçısı yapan, ama barındırdığı onlarınkine oranla daha gizli mizah esasen tenakuzdan ürer ve onun sayfalarına tiryakilerinin tadına vardığı çeşniyi katar."
17 Kasım 2022 21:30
Proust bir tespit ustasıdır. Gözleme dayalı olan, hayat dersi vermeyen, peygamberce, bilge kişi tadında olmayan tespitlerin ustası. ‘Hayat dersi’ denen şey kişiye özel, zamanla değişebilecek-göreceleşebilecek-eskiyebilecek bir şeydir. Gözlem ve bir olguyu deneyimlemek ise, kişiye özel olsa bile (ya da tam da öyle olduğu için) eskimekle ilgisi olmayan, çünkü bir kerelik olandır. ‘İşaret etmek’le ilgilidir:
“‘Tanıdığımız birini görmek’ diye adlandırdığımız basit eylem bile, kısmen zihinsel bir eylemdir. Baktığımız insanın dış görünüşünü, ona ilişkin bütün kavramlarımızla doldururuz ve gözümüzde canlandırdığımız bütün içinde hiç şüphesiz bu kavramlar daha fazla yer tutar. Sonuçta yanakları öylesine kusursuz doldururlar, burun çizgisini öylesine şaşmaz bir kesinlikle izlerler, sesin tınısıyla, sanki saydam bir kılıfmışçasına, öyle bir uyumla bütünleşirler ki, bu çehreyi her gördüğümüzde, bu sesi her duyduğumuzda, karşımızda bulduğumuz, işittiğimiz şey bu kavramlardır.”
Ya da bazen gizli bir komik, insan tuhaflıklarıyla ilgili bir yan vardır bu gözlemlerde, özellikle nehir romanı Kayıp Zamanın İzinde’nin iki önemli kahramanı aşçı Françoise ve büyükannesi ile ilgili olanlarda:
“… keşif kolu olarak kapıya gönderilen büyükannem, hem fazladan bir bahçe turu yapmasına bahane çıktığı için her zaman sevinir, hem de bu fırsattan faydalanıp, oğlunun, berberin yapıştırdığı saçlarını parmaklarıyla kabartan bir anne gibi, yoldan geçerken güllere biraz olsun doğallık kazandırabilmek için, fidanları dik tutan sırıklardan birkaçını gizlice yerinden sökerdi.”
Dolayısıyla bu gözlemler asıl tadını tenakuzdan, karşıtlıktan alır; Proust’u Dickens ya da Balzac gibi ‘seyreyle dünyayı’ yazarlarının bir tür mirasçısı yapan, ama barındırdığı onlarınkine oranla daha gizli mizah da esasen tenakuzdan ürer ve onun sayfalarına tiryakilerinin tadına vardığı çeşniyi katar:
“Swann, her pazar akşam yemeğine gelen bir genç kıza kendisini takdim etmelerini rica edecek olsa, bütün hafta boyunca genç kızın bulunacağı yemeğe başka kimi davet edeceklerini düşünüp durdukları ve çoğu kez kimseyi bulamadıkları halde, böyle bir davetten büyük bir mutluluk duyacak olan kişiye haber vermez, Swann kendilerine genç kızdan ne zaman söz etse, artık onunla görüşmüyormuş gibi yapmak zorunda kalırlardı.”
‘Zorunda kalırlardı’ya dikkat; insan ilişkilerinde bazen karşımızdakinin arzusunun yoğunluğunun bizi rahatsız edebileceğinin, üzerimizde bir yük olabileceğinin ifadesi bu. Ama toplumsal (davet etmek ya da etmemek) ve insani olanın da (başkasının isteği karşısında isteksiz davranmak) içinden geçerek… ‘Kızı davet edecekleri varsa da davet etmeyecektir’ bu ‘burjuvalar’, ille de rica burjuva göreneklerine ters düştüğünden (çöpçatanlığı küçümsemek) değil; bu buluşma konusunda Swann’ın fazlasıyla istekli görünmesinden, tabir caizse ‘üzerlerine gelmesinden’.
Üstelik bir anlamda döngü de kapanacaktır; ola ki böyle bir arzu konusunda fazla istekli davranmak, içinde bulunulan sınıfın göreneklerine uygun değildir ya da çok insani bir biçimde, isteğin çıplaklığı karşısında böyle bir gerekçeye sığınılabilir.
Marcel Proust, 24 Mart 1887 (Fotoğraf: Paul Nadar)
Charles Swann, Swannların Semtinden’in kendi başına bir novella olarak da okunabilen ikinci bölümü Swann’ın Bir Aşkı’nın bu entelektüel, sanatlara ve edebiyata gönülden, samimiyetle bağlı gafil kahramanı, gene de kendisine kurulan bir kumpasa aval aval düşecektir. Her ne kadar, başta kendisine uygun görülen Odette de Crecy’nin güzelliği ‘kendisinin ilgisiz kaldığı, içinde bir arzu uyandırmayan, hatta fiziksel olarak onu iten’ türden bir güzellikse de, Swann ‘bu müthiş güzelliğin, kendiliğinden tercih edeceği türden bir güzellik olmamasına’ hayıflanıyorsa da, Odette’e yavaş yavaş yaklaşacaktır. Sadece Odette’in ‘fettanlığı’ndan değil, etrafını saran havanın sarhoş ediciliğinin zihninde bir âşık olma kurgusunu ağır ağır harekete geçirmesinden; bir sonatın andante bölümündeki ‘cümlecik’in etkisiyle; Swann’ın Odette’in aslında bayağı döşeli evine giderken karşı konulmaz biçimde ‘Sistina Şapeli fresklerinden birinde yer alan, Yetro’nun kızı Tsippora’ya benzettiği’ Odette’e sahnenin bir gravürünü götürecek kadar gaza gelmesinden; bu benzerliğin Swann’ın ‘usta ressamların eserlerinde genel niteliklerini değil, aksine genellemeye en kapalı gibi görünen bir şeyi, tanıdık hatların simaların hatlarını da bulmak’ yeteneğini harekete geçirmesinden; ya da bütün bu seçkin bahanelerin çok geçmeden Odette’in dekoltesi üzerindeki bir çiçeği ‘düzeltmek’ gibi bir erotik oyuna yol açacağını sezdiğinden – ister hale geldiğinden…
Ateş bacayı sararken, edebiyat tarihinin bu trajik (isterseniz traji-komik) ama aymazlıklarıyla birlikte ve onlardan ötürü sevdiğim kahramanı, Charles Swann, ‘Odette ile görüşmekten aldığı hazza, kendi estetik kültüründe bir gerekçe bulduğu için de kendini tebrik edecek’tir.
Proust, halk dilinde açıklıkla ifade edilen sevenin ‘zokayı yemesi’, sevilenin sevenin ‘burnuna kancayı takması’, onu ‘sürüm sürüm süründürmesi’, sevenin ‘ateşlerde yanması’ gibi her şeyi, bu deyimlere hiç başvurmadan birer birer anlatır. Artık “Swann’ın kendisini de parça parça etmeden bu aşkı ondan söküp almak mümkün değildi; cerrahi terimle, aşkı artık ameliyat edilemez hale gelmişti.”
O kadar ki, arzusunun zirvesinde vardığı ‘ya benimsin ya toprağın’ noktası Swann’ın Bir Aşkı anlatısının en güzel paragrafına yol açacaktır:
“Ara sıra, sabahtan akşama kadar dışarıda, sokaklarda, caddelerde gezen Odette’in bir kazada acı çekmeden ölmesini diliyordu. (…) Bellini tarafından yapılan portresini çok sevdiği, karılarından birine çılgınca âşık olunca, Venedikli biyografi yazarının safça ifadesiyle, zihnini bu esaretten kurtarabilmek için onu hançerleyen Fatih Sultan Mehmet’e derin bir yakınlık besliyordu.”
Ama hemen Swann’daki ‘medeniyet’ adamı devreye girer ve: “Sonra bir tek kendisini düşündüğü için kendine kızıyor, kendisi Odette’in hayatına zerrece değer vermediğine göre, kendi çektiği acıların da merhameti katiyen hak etmediğini düşünüyordu.”
Çünkü ne kadar duyguları resimler ve müziklerle bağdaştırmakta mahir olsa da, ‘Birçok insan gibi Swann’ın da zihni tembeldi ve hayal gücünden yoksundu. Genel bir doğru olarak, insanların hayatının zıtlıklarla dolu olduğunu biliyordu, ama tek tek insanların hayatını düşünürken, o insanın hayatının kendi bilmediği kısmını da, bildiği kısmından farksızmış gibi hayal ediyordu.’
‘Aynı anda iki kişi birden olmayı’ zorlukla tasavvur eden Swann, Odette’e duyduğu ve giderek artan aşk dolayısıyla, bu aşkı kendi zihninin kurgularıyla ‘oldurmuş’ olsa da olgunlaşır, başka biri olur.
Swann romanın sonlarına doğru gördüğü bir rüyada tam da bu ‘konuda’ bir epifani yaşayacaktır.
“Ansızın Odette bileğini çevirip küçük saatine baktı ve ‘benim gitmem lazım’ dedi. (…) Bir saniye sonra Odette gideli saatler geçmişti. (…) Swann’ın tanımadığı delikanlı ağlamaya başladı. Swann onu teselliye çalıştı. (…) ‘O da haklı aslında… Odette’i en iyi anlayabilecek erkek o.’ Swann bu sözleri kendine söylüyordu, başta tanıyamadığı delikanlı da kendisiydi, bazı romancılar gibi kişiliğini iki kahraman arasında paylaştırmıştı.”
Gene de aşkın sadece mistik bir tarifi olamayabilir bütün bu süreç. Resimleri, müzikleri sevenler, belli bir duruşun ve bakışın yörüngesinde ‘kendilerine bir aşk yapan’ kişiler, bir kurguyu harekete geçirenler sandığımız kadar da gafil olmayabilirler, hatta belki herkes, bilerek ya da bilmeyerek bunu mu yapar? Herkes sayfa üzerinde olduğu kadar hayatında da ‘bazı romancılar’ gibi mi davranır?
Gelgelelim Proust, Swann’ın Bir Aşkı’nın pervers bir biçimde bu kurgunun aniden sökülmesiyle, sökülür gibi olmasıyla bitmesini tercih edecektir. Ören, söker de. Hayattan da yazıdan da kahramanından da zalimce intikamını alır. Yıllar sonra Swann, sabah sabah bir sakal tıraşı seansında, her şeyi geri alacaktır.
“Odette’e beslediği kalıcı aşkı, ona ilişkin ilk izleniminin uzun bir unutuşu haline getiren ve birbirini izleyen sevgi dönemleri boyunca, ilişkilerinin ilk günlerinden beri fark etmediği ve herhalde hafızasının da, o uyurken, o günlere gidip ilk izlenimlerini aradığı bütün özelliklerini yeniden gördü. Ve zaman zaman, artık kendini bedbaht hissetmediği, bu arada ahlak düzeyinin de düştüğü anlarda ortaya çıkan o kaba sabalığıyla kendi kendine haykırdı: ‘Hayatımın onca yılını hasrettiğim, uğruna ölmek istediğim, en büyük aşkımı yaşadığım kadın, aslında hoşuma gitmeyen, tipim bile olmayan bir kadınmış meğer!’”
•
GİRİŞ RESMİ:
Jeremy Irons, Ornella Muti, Swann'ın Aşkı (Volker Schlöndorff, 1984)