Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir’in konusunu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye beslenen iştiyak olarak açıklıyor. Bugün, yeni aşkı ile eskiye duyulan özlem arasındaki makas hiç olmadığı kadar açılmış durumda...
11 Ağustos 2016 14:00
Seyahat etmek hayattaki en hüzün verici zevktir diyordu Corinne’de Madame de Staël… Yetmiş yıl sonra Tanpınar ile sohbetlere tutuşarak Beş Şehir’i gezmek elde ne kalmış sorusuyla insanın içine çığrından çıkmış, kopkoyu bir hüzün salıyor...
Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir’in konusunu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye beslenen iştiyak olarak açıklıyor. Bugün, yeni aşkı ile eskiye duyulan özlem arasındaki makas hiç olmadığı kadar açılmış durumda. Geçip giden on yılların ardından beni Beş Şehir’in sokaklarında dolaştıran da açılan makasın insana, şehre, taşa, toprağa vaat ettiği tuhaflıklar silsilesinin notlarını tutmaktı. Bir gazeteci refleksiyle heybemin en esaslı gözüne yerleştirdiğim “elde ne kalmış” veya “bugün ne hâlde” sorusu olmasaydı, muhtemelen Tanpınar’ın ardından nostaljik saatler geçirmenin hazzıyla yetinecektim. Ama soru tesirliydi ve beni Mme de Staël’in bahsettiği hüznün kopkoyu bir rengine götürdü. Değişen, dönüşen “cesur” şehirler bir bir ardımda kaldıkça keskinleşen bir emin olma hâliyle fark ettim ki bu hüzün bir şiir dizesinde karşılaşılan hüzne benzemiyor, bir şehrin epey eskisini, tahmin edemeyeceğiniz bir yüzyılını anlatan bir tabloya bakmak gibi de değil. Kimseye tatlı bir melankoli, hisli bir nostalji sunmadığı gibi sizi insana uzak, itibarsız bir karanlıkta dolaştırıyor.
İlk durak Ankara’ya soğuk bir aralık sabahı vardım ki, bu şehirde geçen beş aylık askerlik günlerimden çok daha soğuklarını bilirim. Küçük bir tırmanışla Tanpınar’ın eski zaman silahşoru Ankara Kalesi’ne çıktım. Sis dağılmakta nazlanıyordu, Ankara’nın da pek ortaya çıkmaya niyeti yok gibiydi. Beklerken daha bir gizeme büründü şehir. Önce Bent Deresi taraflarında kasvetli binalar gri bulutları delercesine baş verdi, ardından dağılan sisle binaların ayaklarının altına yatmışçasına kırmızı çatılı, derme çatma gecekondular çıktı ortaya. Korkunç bir doku uyuşmazlığı… Yere yakın bulut sürüleri tamamen çekip giderken beklediğim gizemli şehri de alıp götürdü. Bir o yana bir bu yana yürüdüm Ankara Kalesi’nin üzerinde; tepeler, ovalar sanki rastgele seçilmiş gibi koca koca sıralı beton bloklarla dolmuş, Ankara savruk bir lojmanlaşmanın başkenti gibi duruyordu. Manzaranın aklıma ilk sürdüğü, şehre bir tepeden bakıp “Evler evler, saraylar, saraylar” diye bağıran Refik Halit Karay oldu. Osmanlı hükümeti vilayeti merkezi, öksüz, yoksul, beti benzi kül Ankara’da geçen sürgün günleri gelmişti belki aklına. Belki de cumhuriyetle şaha kalkan şehrin verdiği coşkuydu onu böyle bir meczup gibi söyleten ama benim payıma düşen manzara insana coşkudan çok kasvet veriyordu.
Bir de sarayı vardı Ankara’nın ama o daha çok Yakup Kadri’nin Ankara Palas’ına benziyor. Beştepe, Ak Saray gibi çeşitli adlarla anılan Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın o zamanlar henüz külliyesi inşaat hâlindeydi; etrafını dolaşmak epey zamanımı aldı, yeşile hoyratlığı da kapladığı alanın genişliği ölçüsünde ürkünçtü… Eleştirilere, bu devirde saray olur mu diyenlere “Büyüklerimiz ne güzel demiş: itibardan tasarruf olmaz” diyorlardı ya, aslında itibardan taviz vermemek Ankara’da köklü bir gelenektir; bunu da Yakup Kadri, Ankara Palas ile çok güzel anlatır. Ancak ne yazık ki bu soluksuz ve acınası itibar arayışı iş kazalarında Avrupa birincisi, madenleri, şantiyeleri ölüm kusan bir ülkenin başkentinde gerçekleşiyor.
Bursa’da küçük, kadim camilerin avlularında çınarlar, ıhlamurlar altında çay içip etrafı izlerken, sanki 14. yüzyılda geçen bir hikâyenin içinde yaşıyordu şadırvana dizilen insanlar, çaycılar, tesbih, ipek şal satıcıları… Sıcağına denk gelmiştim ve sokak köşelerine dizili çeşmeler Uludağ’dan akıyordu.
Tanpınar sanatının ve iç hayatının bütün bir tarafını Bursa’ya borçlu olduğunu söylüyor. Bu borcun ağırlığından olsa gerek Bursa’da bir yazarın ötesine geçiyor; bir şehir plancısına dönüşüyor. Kentin Bursa Ovası’na doğru gelişiminin hem ovayı ortadan kaldıracağını, hem de Yıldırım Camii’ni yalnız bırakacağını söyleyerek dönemin Bursa valisine uyarılarda bulunuyor. Tanpınar’ı tasalandıran meşhur Bursa Ovası'nın ne hâlde olduğunu görmek için Uludağ’a tırmanan bir teleferiğe bindim. Tırmandıkça manzara karlı tepelere döndü. Dönüşte sanki ne istediğimi bilirmişçesine ağırlaştı küçük bol camlı kulübecik. Ağır çekimde Uludağ’dan şehre inerken izledim betona bürünmüş Bursa ovasını, asık yüzlü binalara dönüşen bir zamanların meyve bahçelerini, tarlalarını…
Hele bir Doğanbey Konutları var ki, şehri nasıl tahakküm altına aldığını görseydi belki Tanpınar, Yeşil’in çinilerine sinmiş Kur’an sesini bile duyamayabilirdi. Osmanlı’yı kuran şehirde Keçecizade Fuad Paşa’nın 1855 depremi ve sonrasında şehri kül eden yangın için söylediği, Tanpınar’ı da mest eden “Osmanlı tarihinin dibacesi zayi oldu…” sözünü bile sönük bırakıyor bu devasa çirkinlik.
Tanpınar Beş Şehir’de İstanbul’u anlatmaya suyla başlıyor. Arabistan’da bir kadın humma nöbetleri geçirirken İstanbul’un sularını sayıklıyor. Çırçır, Karakulak, Sifa, Hünkar, Taşdelen, Sırmakeş kelimeleri dilinden döküldükçe meçhul kadının gözlerine fer, yüzüne başkalarının duyamadığı bir şeyler dinliyormuş gibi dikkat geliyor. Bu tılsımlı sular şimdi ne hâlde diye yola düşünce ,Tanpınar’ın masalsı satırlarının da gerçeğin can sıkıcılığında boğulması çok uzun sürmedi. Gürül gürül akan, seyriyle ferahlatan, sesiyle dinlendiren bir memba suyu hayali, sıradan bir su dolum ünitesiyle son buldu çoğu zaman. Tarihî Karakulak Çeşmesi’ni küçük bir prefabrik su fabrikasının içerisinde duvara süs eşyası gibi asılı hâlde buldum. Bir umutla çevirdim musluğu, bir damla su bile düşmedi çeşmenin taş yatağına. Çalışanlar gelip satışlarda aksama olmaması için suyu bilerek açmadıklarını söyledi. Taşdelen Suyu’na vardığımda mesire alanının tam ortasından üçüncü köprü inşaatı geçiyordu; bu inşaat Taşdelen’i şehre küstürüp yerin altına çekecek belki de… O meşhur Çırçır Suyu ise Çırçır Et ve Mangal tesisinin bahçesinde bir benzin istasyonunu andıran küçük su pompası olmuştu. Şifa Suyu ise yedi yıl önce kimseye haber etmeden çekip gitmiş; üzerine inşa edilen konutlara, otobüs durağına verdiği isimden başka bir şeyini bırakmamıştı İstanbul’a.
Tanpınar suyla başladı diye ben de suyun peşine düştüm ilk, yoksa İstanbul kimseye çam ağaçlarının gölgesinde serin sularıyla efsunlu bir çeşme vaat etmiyor. 21. yüzyılın İstanbul’unda öncelik, herkese bir parça gökdelen manzarası ve bir metrobüs… Politikacıların söylediklerine göre ülkenin ekonomisi baş döndüren inşaatlara, çılgın projelere dayanıyormuş, dururlarsa hayat da her şey de dururmuş, bir anda fakirleşebilirmişiz, tüm dünyanın gerisinde kalabilirmişiz. Bu yüzden son hızla koşuyor mega projeler, beton heyulalar; gördüğü en ufacık boş arazide, karşısına ne çıkarsa kent belleğiydi, hatıralar geçidiydi, doğal çeşitlilikti, ağaçtı, nefesti, kuştu demeden kör bir kazmayla ortadan ikiye ayırıyor. Kendini durursa öleceğine inandırmış, o ünlü Amok Koşucusu’nu hatırlatıyor bana. Nereye koştuğunu bilmeden, delicesine bir saplantıyla, yaşamla ölüm arasında koşuyor. Ancak bu koşunun nasıl bitebileceğini fısıldayanlar da, “Amok, Amok” diye bağıranlar da var.
Sadece enine boyuna yayılmıyor; bulutlara, güneşe de arsız yükseliyor İstanbul. İnsan ve gökyüzü arasındaki ilişkiyi koparıp atan gökdelenler veba fareleri gibi yayılıyor. Gelecekteki karanlığın kötü müjdecileri büyük hızla belediye, parti gözetmeksizin her mahalle başında mekân tutuyor. Gökdelen olmak için bekleyen kasvetli inşaat iskeletleri kafanızı her çevirdiğinizde size ben burayı değiştireceğim, burada yeni bir zaman başlatacağım diyor. Bir de gökdelen olamayacağının idrakiyle yanıp tutuşan, haset eden yüksek beton apartmanlar var ki onların yayılışı çok daha hızlı ve telaşlı…
Tüm bunlar olurken insanlar da bugünün politik Türkiye’sinin hakkını verircesine ortadan ikiye bölünmüş durumda. Daha çok toprağın üstüne bakanlar İstanbul’un binlerce yıllık ormanlarını kaybetmesini gelişmenin- kalkınmanın kaçınılmaz sonucu olarak görüyor. Hiç unutmam, işin diğer tarafında toprakla kurduğu ilişkide Tanpınar’ın anlattığı Anadolu insanlarından birisiyle karşılaşmıştım. Harvard Üniversitesi’nin “Tarih ve İnsan Hakları” temalı yaz okulunda tarihçi Cemal Kafadar ve Alexander Shopov’un “Şehir, Su, Tarım” dersine misafirlik ediyordum. Böyle bir ders için dünyanın en iyi laboratuarı olan İstanbul’u gezerek 10- 15 öğrenciyle dersi işliyorduk. Derken yolumuz Üçüncü Havalimanı inşaatının şantiyesine düştü. Bizans’ın, Osmanlı’nın ağaç denizinde kazınmış toprak üzerinde karıncalar gibi birbirini takip eden iş makineleriyle, sanki Dante’nin küf tutmuş cehennem kıyılarına benziyordu manzara. Çok yakınlardaki köyün sakini bir amca ile sohbete başladık. Nerden geldiğimizi, ne iş yaptığımızı falan soruyordu. İnşaat alanını göstererek çocukluğunun buralarda çobanlıkla geçtiğini anlatıyordu. Kafadar, muhacir olduğunu söyleyen amcaya havalimanı inşaatıyla ilgili ne düşündüğünü sordu. Acaba arazisinin değerlenmesinden mi yoksa doğa tahribatının boyutlarından mı bahsedecek diye düşünürken, bende tereddüt ve merak iç içe geçti. Ancak yaşlı amca bu düşündüğüme pişman olduğum karmaşayı bıçak gibi kesti: “Kuşlar, balıklar, kaplumbağalar, yılanlar öldü… Yılanlar öldü, yılanlar… İnsanın buna nasıl içi yanmaz…” dedi. Hiçbir ekonomik verinin açıklayamayacağı, insanı altüst eden bir içtenlikle söyledi. “Yılanlar öldü, yılanlar” derken yılanın kafalarda yerleşmiş imgesel karşılığını da paramparça etti. Yaşının 75 olduğunu söyleyen amca ağaçlar, kuşlar, domuzlar, göletlere üzülürken bir anda yerin altında yaşayan yılana iç geçirerek toprağın altındaki yaşama da işaret etti. Bugün televizyonlarda, gazetelerde ne zaman Üçüncü Köprü, Üçüncü Havalimanı inşaatıyla Batı’yı kıskançlıktan çatlattığımızı okusam, bu emekli çoban derin yarıklı alnı, beyaz saçları, fersiz gözleriyle zihnimde belirir: “...yılanlar öldü, yılanlar… İnsanın buna nasıl içi yanmaz…” der bana…
Kuzey Ormanları’na gelmeye gerek bile yok aslında, piksel piksel hassasiyetlerle sosyal medyada paylaşılan fotoğraflara bakınca bile insanın içi cız ediyor. Kuşlar göç yollarını değiştiriyor, domuzlar yangından kaçar gibi her saat daralan ormana umutsuzca sığınıyor; yolunu şaşıranlardan kimi cinnet hâlinde şehirlerin içlerine dolaşırken, bazıları “Yaralı domuz gecelere aktı” manşetiyle cevval muhabirler tarafından haberleştiriliyordu. Sanki Miyazaki’nin Pom Poko’sunu izliyorduk, tekrar tekrar, hiç bıkmadan… Şüphesiz günlüklerinde Çin’deki zirai çalışmalar sonucu ölen serçelere içinin yandığını yazan Tanpınar artık bunun çok çok uzağında kalıyordu. Ancak biz çok uzağında değildik. Muhafazakârı, seküleri toplumun her bir kesimi AVM’leri dolduruyorduk. İstanbul Avrupa’nın en çok AVM olan şehriydi. Defne Koryürek politik karşıtlıkla her şeyi açıklama kolaycılığını bir tarafa atarak şöyle söylemişti bir sohbetimizde: “İndirimden aldığınız sekizinci beyaz tişört ile Üçüncü Havalimanı arasında muazzam bir bağ var.” İleride bu dönemleri düşünürken bu cümle hep aklımın bir köşesinde olacak.
Tanpınar İstanbul’un yoksul mahallelerinde dolaşmak kadar öğretici pek az şey vardır diyor ya, işte o yoksul mahalleler devasa inşaat şirketlerinin iştahını kabartan birer arsadan başka bir anlam ifade etmiyor. İnsanlar da metrekare hesapları, kiralar, gelirler tuttukça çok da ses etmiyorlar dönüşüme. İstanbul bir uçtan bir uca gayrimenkul fuarına dönerken mahallelerin yerine soluk benizli duvarlarını sokak köpeklerinin bile aşamadığı, alarm, kamera sistemleriyle, kapıdaki güvenlikleriyle steril toplu konutlarla doluyor her yer. Ve inşaat şirketleri bunu kapı kapı dolaşarak, oy toplayarak, gönülleri fethederek bu günlere gelmekle övünen bir muhafazakâr iktidarın korumasında yapıyor. He, bir de bu dönemde Huzur Sokağı romanı popüler bir dizi olmuyor mu? Gel de çık işin içinden. Sahi Bilal’in “mühim meselesi” neydi? Neden sokak sakinlerini camide toplamıştı, ne anlatmıştı onlara? Kimsenin bu tuhaflıklarla vakit kaybetmeye niyeti yok. Aklımda kalan bir diğer ilginç görüntü de bu dönüşümün mimarlarından eski TOKİ Başkanı ve Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın televizyonlarda Beylikdüzü’nde bir siteye girmek isterken kendisini kimlik göstermediği için içeri almayan gariban bir güvenlik görevlisini tartaklamasıydı. Artık kapı kapı dolaşmak o kadar da kolay değildi demek.
Konya’ya zifirî karanlık bir havada vardım. Ben de yıldırımların devirdiği minareler, asırlara yol veren köprüler, gönül fethine mürit yetiştiren taş medreselerle sohbetlere giriştim. Şehrin merkezinde gökyüzü gökdelenlerle dolmamıştı, bisiklet şehriydi Konya, ne talih. Mevlâna Dergâhı yeşil kubbesine vuran beyaz ışığı o anda maviye çeviriyor, artık bir müze olduğu çoktan aklından çıkmış, saatin kaç olduğuna hiç aldırmadan tüm şehre gel gel ediyordu.
Bilmem bilir misiniz, Tanpınar gibi Konya’da öğretmenlik yapan Sabahattin Ali’nin de bir Konya’sı vardır. Şehirden çok insana odaklanır, Takkeli dağın rüzgârıyla mahpuslara şifa götürür. Kamyon kasalarında büyük şehirlere giden işçileri, saban işlemez topraklarda tırnaklarıyla mahsul kazıyan köylülerin yoksulluklarını, çaresizliklerini anlatır. Bir Gramofon Avrat vardır ki Meram’da şarkıcılık yapar, güzelliğinin peşine düşen kabadayılar birbiriyle vuruşur. Büyük heyecanla vardım Meram’a; ruh dinlendiren yeşili, göz okşayan ağaçları, sakin deresiyle insanı yenileyen bir ferahlık buldum.
Tanpınar, Meram’a yerli hayatın içinden gitmek gerekir diyor ya, işte o, bugün mümkün değil. 1950’lerin Meram’ı böyle dört ağaç, bir dere iki evden ibaret değildi. O yerli hayatta insan ve toprağın dostluğu bambaşka boyutlardaydı. Meram’da hemen her çeşit meyve, pek çok türden sebze, çiçekler yetiştirilip pazarlarda satılır; komşular arasında ihtiyaca göre üretim fazlası takas yapılırdı. Sonbaharda ceviz ağaçları çırpılır, ardından armut hasadı başlar ve sıra bademlerin dallardan indirilmesine gelirdi. Bağbozumu ise bir şenlik havasında gerçekleşirdi. Üzümler toplanır, dev kazanlarda pekmezler kaynatılarak kışın tüketilmek üzere saklanırdı. Bazı evlerde şıralıklar, tüm evlerin yanında su kuyuları bulunurdu. Bahçelerde biriken otlarla ahırlardaki hayvanlar beslenirdi. Selçuk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Mithat Direk bu yerli hayatın içinde çocukluğunu yaşayan son talihli insanlardan. Mithat Direk, değişimi öncelikle geçimlik tarımın endüstriyel tarımın karşısında direnememesi olarak açıklıyor. Bir başka deyişle Fatma Teyze'nin “gelin eriği” süpermarket raflarını istila eden “ancelika eriği” ile baş edememiş. İnsan ve toprak arasındaki ilişki ne zaman koptu, nasıl koptu? Direk’in söylediğine göre, Meram’da geçimlik meyve üretimi 1980’lerin sonuna doğru yok olmuş, dört- beş çocuk elele tutuşunca bile saramadıkları geniş gövdeli iğde ağaçları da bu dönemde kesilmiş. Üzüm bağları bundan sadece on beş yıl öncesine kadar varlığını devam ettirebilmiş. Meram’ın macerası fizikî dokudan çok insanın alışkanlıklarının, yaşam biçiminin değişimini anlatıyordu aslında.
Uçağın küçük penceresine sığmıyordu Erzurum. Yine de ulu ve karlı tepeler, dağların ortasına topraktan bir deniz gibi serilmiş ova size kim olduğunu, adını sanını henüz sormadan söyleyen, destanî bir şehre geldiğinizi hissettiriyor. Uçak alçaldıkça daha bir göklere yükseliyordu Erzurum dağları, yamaçlarındaki küçük ilçeler, kasabalar, köyler ise ıssızlıkta kaybolmuş, çetin diyarlarda yolunu arayan bir avuç göçebe kavme benziyordu.
Erzurum’da bambaşka bir manaya gelen kar ve kış mevsimini iliklerime kadar hissettikten sonra şehir merkezinden ayrılarak Tanpınar’ın dört gün misafir olduğu Cinis Köyü'ne yol aldım. Köy bakkallarına ekmek taşıyan bir kamyonetin ön koltuğunda Cinis’e doğru ilerlerken, Tanpınar’ın köyle ilgili yazdıklarını okuyordum. Düveninde arslanların çektiği arabasında kurulmuş Asur Kraliçesi Semiramis’e benzeyen on iki- on üç yaşlarında bir kız çocuğunu, ebediyetlerinde vakarlı, arızasız sessizlikleri içinde dalgın duran Olimposluları andıran inekleri, yarı- tanrı yaşlı bir çiftçiyi anlatan bir dünyadan başımı kaldırdığımda küçük tepeleri yavaşça arkamızda bırakıyorduk. Bir süre Karasu Nehri ile yan yana gittik; kıvrılarak geçtiği her dönemeçte sanki karlar altındaki ölü toprağı bir başına uyandırıyordu Karasu… Küçük sevimli köyler, manzaralar, her şey insanın heyecanını katlayan türdendi… Ancak Cinis’te beni hayal kırıklığı karşıladı. Sıra sıra dizilmiş tek katlı betondan fotokopi evler bir köyden çok ucuz bir tatil beldesindeki konutları andırıyor, çift şerefeli büyükçe cami, geniş meydan ise bir köy değil, ilçe ya da kasaba havası katıyordu Cinis’e.
Meğer on sene önce yıkıcı bir deprem olmuş köyde. Sonrasında devlet de kredi ile küçük bir TOKİ köyü inşa etmiş Cinislilere. Köylüler de eski taş evlerini hayvanlarına tahsis etmiş. Ahır olmuş evlerin arasında dolaşırken ayakta kalan ve hâlâ kullanılan köyün eski camisi ile karşılaştım. Caminin kapısında sohbet ettiğimiz imamın da rızasıyla dar merdivenlerden minareye tırmandım. İki farklı yaşam, iki farklı köy, iki farklı dünya vardı aşağıda. Toprağı dokuyarak kendilerine ev eyleyen köylüler gitmiş, onların yerine sanki ruhsuz, soluk fabrikalarda çalışmak için uzak diyarlardan kopup gelen insanlar, tıpkı mevsimlik işçiler gibi geçici olarak konaklayacakları bu köyde kendilerine lojmanlar inşa etmişti. Yeni yaşam Tanpınar’ın dediği gibi eskiyi büsbütün başka bir âlemi hatırlar gibi hatırlıyordu.