Tarih savaşları

"Siyasi çatışmaların bu denli derinleştiği bir ortamda derinlikli ve incelikli bir tarih okumasının mümkün olmadığını biliyorum. Sonuçta, halihazırda doğru düzgün bir resmî tarih sorgulaması yapmak imkânsız hale geldi."

18 Mayıs 2021 07:01

Her rejim yeni bir resmî tarih yazar. Sadece rejimler değil, her ideoloji, her bakış açısı da kendine uygun bir tarih yazar. Tabii resmî ve ideolojik tarih yazımcılığı alabildiğine seçmeci ve kavgacıdır. “Tamamen tarafsız bir tarih yazılabilir mi?” sorusu da ayrıca tartışma konusudur. Ancak doğrudan resmî tarih veya ideolojik tarih yazımları dışında kalanlar hiç olmazsa daha çok boyutlu bir geçmiş portresi çizmeye özen gösterirler.

Mesela İkinci Dünya Savaşı sonrası liberal Batı tarih yazımının görmezden geldiği, müttefik devletlerin Almanya’yı yerle bir etmiş olması ve Nazi işbirlikçiliğinin bilinenden daha geniş boyutlu olduğu gibi konular, ’90’lı yıllardan itibaren sorgulanmaya başladı ve ortaya daha çok boyutlu değerlendirmeler çıktı. Tony Judt’un Postwar (Savaş Sonrası) ve Mark Mazower’ın Dark Continent (Kara Kıta) başlıklı kitapları bu konuda en bilinen çalışmalardır.

Geçmişe bir sünger çekmek stratejisi çerçevesinde demokrasiye yumuşak geçiş yapmış olan İspanya’da, Franco rejiminin muhasebesi konusunda 2019 yılına kadar ‘fazla kurcalamamak’ tavrı hâkim oldu. Buna karşın sert rejim değişimi geçilmiş ülkelerde tarih yazımcılığı da daha radikal dönüşümler geçirdi. Örneğin Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün ardından Polonya’da Katolik kimliğini vurgulayan bir geçmiş kurgusu siyasallaştı. Doğu Avrupa ülkelerinin her birinde komünist dönem geçmişe özlem duyanlarla nefret edenler arasında doğrudan siyasi tartışmanın konusu oldu. Diğer taraftan İngiltere ve Fransa’da kolonyal geçmiş hep siyasi tarafları belirleyen farklılıkların yansıması olarak değerlendirilegeldi. ABD’de kölecilik ve siyah karşıtlığı ile özdeşleşen isimlerin heykellerinin yıkılması gerekip gerekmediği halen tartışma konusu.

Cumhuriyet dönemi Türkiyesi’nde resmî tarih yazımcılığı doğal olarak Kemalizm çerçevesinde şekillenmişti. Ancak yaygın kanaatlerin aksine, Kemalist tarih yazımcılığı da zaman içinde değişim geçirdi. 12 Eylül askerî darbesi ile Türk-İslam sentezi ve Atatürkçülük karışımı yeni bir resmî tarih yazımı benimsenmişti. Bu tarih yazımcılığı Kemalist tarih yazımının Osmanlı geçmişi ile barışık bir uzlaşmacı bir revizyonundan ibaretti. İslamcı bir geçmişten gelen bir kadronun “Müslüman demokrat” kimlikle siyaset sahnesine çıktığı AKP’nin ilk döneminde Kemalizm ile hesaplaşmaktan uzak duruluyordu. Gün geldi, devran döndü, AKP siyasal olarak otoriterleşirken İslamcı ideolojiyi öne çıkarmaya başladı. İslamcı tarih yazımcılığı Kemalizm ile hesaplaşmanın ötesinde, Kemalist tarih ne diyorsa tam tersine sarılan bir yaklaşımla belirlenmişti. Aslında Kemalist tarihçiliğin “ak dediğine kara diyen” yaklaşım İslamcılık ötesinde sağ siyaset geleneğinin tümünün ’50’li yıllardan itibaren büyük ölçüde benimsediği popüler bir tarih yazımı üretmeye başlamıştır. Bu tarih yazımının ana kaynağı, Necip Fazıl Kısakürek’in aslında Cumhuriyet rejimini sorguladığı Ulu Hakan Abdülhamid Han kitabıdır. O dönem Kemalizme doğrudan karşı çıkmak mümkün olmadığı için Kısakürek kitabını “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamaktır” gibi müphem bir ifade ile bitirir. Ancak bu anlayışın uç ifadeleri ‘70’li yıllardan itibaren İslamcı siyaset çevrelerinde üretildi. En ünlüsü Kadir Mısıroğlu olan İslamcı yazarlar Milli Mücadele’nin aslında “sarıklı mücahitler” tarafından saltanat ve hilafeti kurtarmak hedefi ile gerçekleştirildiği, “Lozan’ın zafer değil, hezimet olduğu” temaları etrafında geniş bir külliyat yazımına giriştiler. Bu çerçevede “Mustafa Kemal’in Selanikli bir Yahudi dönmesi olduğu”, “Hilafeti İngilizlere satmış olduğu”, hatta Cumhuriyet rejiminin bir Siyonist komplosu olduğu iddiaları doğrudan veya dolaylı yollardan tedavüle girmiştir.

’80’li yıllardan itibaren sol kimlikli bazı tarihçi ve yazarlar Kemalizmi sorgulamak için ucundan da olsa bu kervana katıldılar. Tabii Mısıroğlu ve benzerleri ile aynı anlayışı paylaşarak ve bu dili kullanarak değil ama sağ popülist tarih yazımcılığının sorunlarını görmezden gelerek, bazı iddialarını benimseyerek. Bu konuda “Cumhuriyet Tarihini Yeniden Okumak” (Doğu-Batı Düşünce Dergisi, Kasım, Aralık, Ocak 2008-09) başlıklı bir makale ile daha geniş bir değerlendirme yaptım, burada kısa keseceğim. Ama işin “tarihte demokrat aramak” ve/veya Kemalizmi sorgulamak uğruna Türkiye’de antisemitizmin kurucu babası Cevat Rıfat Atilhan ile siyasi yol arkadaşlığına girişen Hüseyin Avni Ulaş’a demokratlık atfetmeye kadar gittiğini hatırlatayım.

İslamcı tarih okumasını başlı başına bir kitap konusu yapmayı düşünüyorum. Kısaca, bu tarih okumasının bir yandan her tür komplo teorisi, diğer yandan Padişah Vahdettin güzellemesi, İngiliz Muhipleri Cemiyeti azası Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi başta olmak üzere Hürriyet ve İtilaf Partisi mensuplarını kahraman olarak görmek, Milli Mücadele sonrası Mustafa Kemal ile ters düşmüş paşalara kadar herkesi kucaklamak zemininden yol aldığını belirteyim. Tahmin edilebileceği gibi, bu tarih okumasının merkezinde hilafetin kaldırılmasına ve laikliğin benimsenmesine karşı duyulan tepki vardı.

AKP iktidarını sağlamlaştırma sürecinde bu tarih okumasına kapı araladı, Anıtkabir ziyaretleri ve Cumhuriyet’in resmî kutlamalarına katılmak konusunda gönülsüzlükle başlayan emareler, tek parti yönetimine geçişle yeni bir resmî tarih yazımı etrafında dolaşmaya dönüştü. Ama doğrudan tarih hesaplaşması bir türlü gerçekleşemedi. Kavga barizleştikçe karşı tepkiler yoğunlaştı, hatta yeni bir Atatürkçü dalga yükseldi ve siyasi çatışmanın hatları bu çerçevede belirlenir oldu. Bu süreçte Kemalizmin toplumsal meşruiyetinin İslamcıların ve liberal çevrelerin sandıklarından daha köklü olduğu ortaya çıktı. Sonuçta İslamcılar radikal bir tarih hesaplaşmasından geri adım atarken, İslamcı bir otoriter yönetim karşısında liberal veya demokrat bir Kemalizm sorgulaması da mahcup bir mevzi haline geldi. Vaktiyle Cumhuriyet “devrimleri” çerçevesinde kadın hakları alanında atılmış olan önemli adımları dahi “tepeden inme” olduğu için muteber bulmayan liberal/feminist okumaların ise hiç zamanı değil.

Son olarak küçük bir yerleşim merkezinde öğrencilere Nutuk dağıtılmasını yasaklayan küçük bir bürokrat ve hemen ardından devlet erkânının 23 Nisan kutlamalarından uzak durması vesilesiyle kavga yine ateşlendi. Şu günlerde 19 Mayıs kutlamalarının benzeri çekişmelere sahne olacağını tahmin etmek zor değil, ama bu işin nereye varacağını tahmin etmek güç.

Nutuk Mustafa Kemal Atatürk’ün 15-20 Ekim tarihleri arasında, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın İkinci Kurultayı’nda okuduğu, uzun bir söylev metni. Cumhuriyet rejiminin resmî tarih yazımının temel kaynağı olan bu metin, kuşkusuz Mustafa Kemal’in tarih muhasebesini yansıtıyor olması dolayısı ile tartışma konusudur. Ancak bu tartışmayı yapabilmek için ciddi bir tarih birikimi gerekiyor, çünkü söz konusu olayları ve isimleri bilmeyen biri için, kolay kolay içinden çıkılabilir bir metin değil. Dahası, metni çözmek için Osmanlı Türkçesi bilmek lazım. Sonuçta kutsal bir metin değil, ancak asıl metnin sadeleştirilmiş versiyonları çoğu dil zenginliğinden ve nüanslardan mahrum. Ancak Kemalist tarihi sorgulamak üzere yola çıkan İslamcı siyasetçiler bir yana, yazar-çizerlerden kaçı Nutuk’u okumuştur; hele yeni nesilden olanlar, Osmanlı Türkçesine çok meraklı gibi görünseler de, bırakın orijinal metni, ilk sadeleştirilmiş metinleri ne kadar anlarlar; emin değilim. Aynı şekilde, o devirde Mustafa Kemal’den ayrı düşenlerin kendi tarih muhasebelerini okumuşlar mıdır; kim kimdir, bilirler mi, ondan da emin değilim. Tabii Kemalist resmî tarih okuması yapan Cemil Koçak, Ahmet Demirel gibi ciddi tarihçileri kastetmiyorum. Onların yazdıkları da tartışılabilir, ancak bu yazının dar kapsamı içinde bu tartışmaya girmek anlamlı olmaz. Bu arada, Taha Parla’nın eleştirel bir metin okuması olarak yayınladığı, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Cilt 1, Atatürk’ün Nutuk’u (İletişim Yayınları) başlıklı çalışmasını da bu çerçevede okumak gerekiyor. Şimdilik bu çalışmanın benim açımdan en büyük sorununun “siyasal kültür” kavramı olduğunu belirmekle yetineyim.

İslamcı tarih okumasına bir hatıra ile geri döneyim. Benim gençliğimde, Lozan görüşmelerinde yer alan ama Mustafa Kemal ile ters düştüğü için İslamcı çevrenin muteber ismi haline gelen Rıza Nur’un Hatıralar’ı yasaklı olduğu için yurtdışında basılmış üç cilt el altından satılırdı. Kuşkusuz, bu hatıralar da tarihî bir kaynaktır ama ben ilk okuduğumda İslamcıların bu şahsa gösterdikleri itibarı anlamakta zorlanmıştım. Sonra Mustafa Kemal ile ters düşen herkesin ve her kaynağın aynı sepete konup memnuniyetle kola takıldığını gördüm. Şimdilerde iktidar mensuplarının ve destekçilerinin bir taraf olduğu tarih savaşları, bahsettiğim İslamcı tarih okumasının bile kulaktan dolma kırıntıları üzerinden yapılıyor. Diğer taraftan, Kemalist veya yeni Atatürkçülerin de kaçının Nutuk’u ve dönemin metinlerini okuduklarından emin değilim. Sonuçta, halihazırda doğru düzgün bir resmî tarih sorgulaması yapmak imkânsız hale geldi.

Siyasi çatışmaların bu denli derinleştiği bir ortamda derinlikli ve incelikli bir tarih okumasının mümkün olmadığını biliyorum. Dahası, İslamcı otoriter bir yönetim altında Cumhuriyet rejiminin laiklik ve kadın hakları başta olmak üzere kazanımlarını yitirmek endişesinin öne çıkmasını yadırgamamak gerekir diye düşünüyorum. Merak ettiğim, mevcut rejimin “yeni II. Abdülhamid Erdoğan” merkezli yeni resmî tarih yazımcılığını ne zaman ve ne şekilde açıkça ders kitabı haline getireceği.

 

 

GİRİŞ RESMİ:


Johan Braakensiek, De val van Abdoel Hamid II (II. Abdülhamid'in Düşüşü), litograf, De Amsterdammer, 25 Nisan 1909. Karikatür devrik sultanı bir zindanda, ayağı prangalı bir şekilde tasvir etmektedir. Osmanlı imparatorluğunun kontrolünü ele almış olan Avrupalı güçleri sembolize eden sultanın ziyaretçileri arasında,  kral VII. Edward (Büyük Britanya), kayser Franz Joseph (Avusturya-Macaristan imparatorluğu), kayser II. Wilhelm (Almanya) bulunur. Karikatürün Abdülhamid'in tahttan indirilişinden hemen önce çizilmiş ve yayımlanmış olması ilginçtir. Sağda, karikatürün ilham kaynağı olan resimden bir ayrıntı. (Macar ressam Mihály Munkácsy'nin, o zamanlar çok ünlü olan Mahkûmun Son Günü adlı tablosu, 1880.)