Ayhan Geçgin’in Bir Dava’yı yazarkenki hayalî muhatabı kimdi, bu hikâyeyi kime anlatıyordu? Kafasındaki okur bugünün Türkiyeli bireyleri miydi, yoksa zamandan ve coğrafyadan bağımsız, daha soyut bir okur fikri miydi?
11 Nisan 2019 09:30
“Eve dönmüştü.” Ayhan Geçgin’in ilk romanı Kenarda bu kısacık cümleyle başlar. Kaleminden çıkan bu ilk kelimelerin aslında onun bütün eserlerini kaplayacak bir hayaleti, her romanında yeniden ve başka bedenlerde dirilecek olan o ruh hâlini işaret ettiğini belki de yazarın kendisi bile tahmin etmiyordu. Ev denen o boşluğun ve mümkün olmayan dönüşlerin insanda yarattığı o tanıdık ama ifade etmesi zor ruh hâlini...
”Ama ev sonunda dinginliğin kazanıldığı sakin liman ya da barışçıl bir yer değildi. Hiçbir zaman öyle olmamıştı” (Kenarda, s. 9) diye devam eder Kenarda. Milyonların evi olan İstanbul’u anlatırken, okundukça silinip gidermiş gibi gelen parçalardan yavaş yavaş sanki bir bütünlüğe, eklenerek büyüyen anlatılardan geniş ve detaylı bir resme varacağı beklentisiyle takip ettirir isimsiz ve neredeyse bedensiz kahramanını. Bizi de onunla birlikte bir evin, kentin aranışına ortak eder. Ama roman başladığı tekdüzelikte bittiğinde okuru tam da o aradığı evin yerinde olan boşlukla, o mekânın yokluğuyla ve belki de parçaları asla yeniden bütünlenemeyecek bir yıkıntı olarak İstanbul’la baş başa bırakır.
Ayhan Geçgin’in sonraki romanları da bu hayaletten nasibini alır. Gençlik Düşü’nün Fikret’i aile evinden ayrılıp kendi hayatını kurmaya çalışırken evin asla inşa edilemeyecek bir olgu oluşuyla karşı karşıya kalır. Son kertede onu yazarlığa sürükleyecek olan gerçek belki de budur. Uzun Yürüyüş’ün kahramanı da terk ettiği evden arta kalan boşluğu yolculuğu boyunca yanında taşır. Son Adım’ın Ali İhsan’ıysa boşluğunu duyumsadığı ‘ev’i unutturulmuş bir geçmişte, koparılıp elinden alınmış bir aidiyette, bir nebze de gönülsüzce arar. Ona yaklaştıkça da devletin o darmadağın ettiği evin yıkıntılarına, yerinde esen yellere bile tahammül edemediğini, yine aynı devletin büyük ve korkunç şiddetiyle karşı karşıya kalarak deneyimler. Ev, belki de o ölüme en yakın olduğu anda görünüp yok olan bir imgedir. Ali İhsan’ın diğer romanların kahramanlarından devralarak taşıdığı, evin boşluğunda büyüyen o huzursuzluk, insanın kendisini var etme potansiyeliyle mevcut eksiklik hâli arasındaki o derin yarık da belki ancak böyle kapanır, inkar edilen bir soykırımın bugünkü kurbanı olarak.
Ayhan Geçgin’in romandan romana taşıdığı o yarık şimdi de Amerika’da yaşayan, evli ve bir çocuk sahibi Türkiyeli bir akademisyenin ruhunda kendine yer buluyor. Bir Dava’nın kahramanı Aslı önceki Ayhan Geçgin karakterlerinin bir devamı gibi. Hatta öyle ki, neredeyse tek kayda değer ama bir o kadar da önemli farkı kadın olması. Yazar kadın bir baş kahraman sayesinde bugüne kadarki romanlarında -biraz da eksik bir okumayla- toplumsal erkekliğe özgü olarak görülebilecek bir ruh hâlini daha kapsayıcı, cinsiyetler ötesi bir düzleme taşımayı başarıyor.
Roman, Aslı’nın kaçıp geride bıraktığı, bir daha asla dönmeyeceğini düşündüğü ‘ev’e mecburen, babasının tutuklanması sonucu dönüşüyle başlıyor. Ama o evin yerinde yine bir çukur, bir yarık, bir boşluk vardır.
“Yuva? Ev? Ama burası bir ev değil, diyorum kendi kendime, bir zamanlar ev olduysa bile -gitmek, uzaklaşmak istediğim ev- artık değil, bu da eve dönüş değil. Bütün eve dönüş hikâyelerinin, o Odysseus hikâyelerinin kesin sonu, artık ev yok. İşin aslı az çok bildiğim değil, hiç bilmediğim, bana yabancı bir toprağa dönüyormuşum gibi hissediyorum. Belki bu artık toprak bile değildir. Aslında ayak bileklerime kadar yükselen bir sis örtüsünün altında hissettiğim şey daha sıvı, daha cıvık bir madde.” (Bir Dava, 152)
Romanın, Ayhan Geçgin’in önceki eserleriyle olan tematik ve duygusal bağlantıları üzerinden yazarın edebi seyrinde bir devamlılığın ürünü olduğunu söylenebilir. Fakat bence bunun da ötesinde bir durum söz konusu. Bir Dava her cümlesinde yazarının ve önceki romanlarının izlerini taşıyor ve o izleri yeni, fakat ciddi tuzaklar içerdiği için belki de temas edilmesi zor bir yüksekliğe çıkarıyor. Bu bahsettiğim tuzaklar da, ulaştığı yükseklik de eserin yakın Türkiye tarihiyle ve güncel siyasî bağlamla ilişkilenişiyle alakalı.
Bir Dava ilk ve dolaysız bakışta bir Balyoz davası romanı. Türkiye’nin yakın tarihine damga vurmuş bu hukuksuzluk sürecini tutuklu bir amiralin kızı olan Aslı’nın perspektifinden anlatıyor. Fakat yazarın da belirttiği üzere “Kitap gerçek bir davadan esinlenmiş, bu davanın tutanaklarından yer yer yararlanmış olsa da adı üstünde bir roman, bir kurgudur. Her şey hayalî bir Türkiye’de, hayalî insanlar arasında geçmektedir.” (Bir Dava, s. 199) Bu temkinli açıklamaya rağmen romandaki olayların Balyoz davasıyla olan benzerliği yadsınamaz derecede çarpıcı. Hatta, Aslı ve Amerikalı Yahudi eşi David’in kendilerini içinde buldukları medya saldırısı Pınar Doğan ve Dani Rodrik’in başına gelenleri hatırlatıyor. Ama bu eşleşmeler benzerlikler kadar farklılıklar da içeriyor. Rodrik’in Amerikalı değil de Türkiyeli oluşu gibi.
Dolayısıyla yazar, daha en baştan, günümüz Türkiye'sindeki okuru başa çıkılması oldukça zor bir konuma yerleştiriyor. Birkaç yıl önce cereyan etmiş ve etkileri hâlâ sürmekte olan bir olayın katı gerçekliğiyle, onunla bir türlü tam olarak örtüşmeyen romansal evren arasında açılan boşluğa, gerçekliğe çok yaklaşan, ama hâlâ o ol(a)mayan kurmacanın yardığı o ‘tekinsiz vadi’ye kuruyor anlatısını ve orayı okurun kendiyle mücadele edeceği bir alan olarak açık bırakıyor.
‘Tekinsiz Vadi’ kavramı Japon robotbilimci Masahiro Mori’nin ortaya attığı ve robotların insanlarla olan benzerliğinin bireylerde yarattığı hislere ve tepkilere dair bir varsayım. Mori yapay bir formun gerçeğe benzediği ölçüde tekinsizlik, korku, tiksinti yarattığını ama gerçekle örtüştüğü noktada bu hislerin kaybolduğunu iddia ediyor. Yapay (dolayısıyla uydurma, kurmaca) olanın gerçekliğe yaklaşmasına rağmen bir türlü onun yerine geçememesi bu duyusal yarığı derinleştiriyor. Kurmaca olan gerçeğe yaklaştıkça daha da rahatsız edici hâle geliyor. Mori bu derinleşmeye Tekinsiz Vadi adını veriyor. Ayhan Geçgin de Bir Dava’yı tam o derinliğe, Balyoz davasının gerçekliğiyle, o gerçekliğe öykünen edebi kurgunun yapaylığı arasında açılan o boşluğa yerleştiriyor.
Sanırım tam da bu yüzden romanı bir süre pek de anlamlandıramadığım bir huzursuzlukla okudum. Anlatılan hikâyeyi çok iyi biliyordum ama bir yandan da aslında hiç bilmiyordum. Romandaki olan bitene dair hissiyatıma yakın tarihe dair hatırladıklarım, hissettiklerim egemen oluyordu. Büyük bir haksızlığa, hukuksuzluğa uğramış olduğunu bilsem de bir antimilitarist olarak Aslı’nın babası amiral karakterini sevmek, ona dair derinlikli bir empati hissetmek istemiyordum ve romanın beni o noktaya götüreceğinden endişe duyuyordum. İlerledikçe metnin içimdeki iki farklı okuru, içinde yaşadığı bağlamın içinden bakanla evrensel ve anonim olan okuru karşı karşıya getirdiğini hissettim. Direncimi kıran da tam olarak bu keşif oldu. O noktadan itibaren Bir Dava’nın evreni beni bugünün Türkiyesinden kopardı ve kendi arayışına dahil etti. Büyük bir romancının riskli ama o riske değen, değerli arayışına.
Ayhan Geçgin’in Bir Dava’yı yazarkenki hayalî muhatabı kimdi, bu hikâyeyi kime anlatıyordu? Kafasındaki okur bugünün Türkiyeli bireyleri miydi, yoksa zamandan ve coğrafyadan bağımsız, daha soyut bir okur fikri miydi? Bunu yazarın kendisi ifade etmediği sürece kesin olarak bilemeyiz. Fakat ben sanat eserlerinin, bazı durumlarda yazarın niyetini de aşarak ikincisini hedef aldığını düşünenlerdenim. Dolayısıyla bir kitabı okurken soyutlaşmaya, içinde bulunduğum zaman ve coğrafyanın bağlamından mümkün mertebe uzaklaşmaya çalışırım. Sevdiğim birçok roman zaten ben çaba göstermeden bu imkanı bana sunmuştur, okuru teklifsizce kendi evreninin içine alıverir. Ama Bir Dava bunun tam da tersini yapmayı tercih ediyor. Türkiyeli okuru kitabın kurmaca evrenine kendini kaptırdıkça anlatı onu gerçekliğin içine geri püskürtüyor. Onu kendi ideolojik duruşuyla, güncel siyasete dair konumlanışıyla, reel olgulara bakışıyla yüzleşmeye, hatta onları aşmaya itiyor. Okur bu yüzleşmeyi reddettiği ölçüde de roman onu kendinden uzaklaştırıyor, yüzeyindeki düzlüğün ötesini, esas hünerlerini göstermiyor.
Türkiye yakın tarihine demirlemiş bu anlatıyı zamansız ve evrensel düzeye çeken noktalardan bir diğeri de Kafka’nın Dava’sıyla kurduğu metinlerarası ilişki. Yazarın romana verdiği isim üzerinden kurduğu apaçık analoji bir yana, Dava anlatının bir noktasında Aslı’nın babasının avukatının içinde bulundukları durumu doğrudan ilişkilendirdiği bir kaynak metin. Ama Aslı bu benzetmeye isyan ediyor.
“Kafka Dava’yı neredeyse yüz yıl önce yazdı, bunca süre içince bir şeyler değişmiş olmalı, değil mi? En azından Kafka’nın kitabı var, üstüne yazılan onlarca, belki yüzlerce kitap, binlerce yazı var. Bu bile bir şeyleri değiştirmiş olmalı.” (Bir Dava, s. 58)
Bu haklı serzenişe rağmen öznesi olduğu anlatı Aslı’nın umduğundan çok daha kötü bir gerçekliğe işaret ediyor. Ayhan Geçgin Kafka’nın Dava’sının soyut ve sembolik evrenini bir oranda gerçekliğe, bugünün Türkiyesi’nin kurmaca evrendeki bir yansımasına taşıyarak teorik genişliği pratik çelişkilerle çarpıştırmaktan geri durmuyor. Kafka’nın kanonik anlatısı zamanın ve mekânın belirsizliği sayesinde baş kahramanı Joseph K.’nın mağduriyetini sakınımsız ve tartışmasız bir netlikle ortaya koyar. Ama ‘gerçek hayatta durum bu kadar net olmaz’ der gibidir Geçgin. Onun Joseph K.’sı, tarihi devlet ve ordu eliyle işlenmiş katliamlarla dolu Türkiye’nin bugününde yüksek rütbeli bir askerdir. Joseph K.’ya kıyasla masumiyeti kesin, mağduriyeti tartışmasız değildir. Ama diğer taraftan da çok net bir hukuksuzluğun kurbanı olduğu ortadadır. Bu git-gelli, arada hâl de tam olarak Ayhan Geçgin’in başka bir davayı değil de Balyoz’u kendine referans seçmesinin sebebi gibi duruyor.
Babasının davasıyla boğuştukça Aslı gerçeklikle kurmaca arasındaki o tekinsiz yarıkta kayboluyor ve ruhsal evini, kendini tamamlayacağı mekânı arıyor. Ne bırakıp gittiği ve döndüğünde aynı bulamadığı Türkiye’deki aile evi, ne de kendisinin sıfırdan inşa ettiği Amerika’daki evi ona artık ev gibi geliyor. Bu ruhsal arayış yavaş yavaş İstanbul’daki bitmek bilmez yürüyüşlere, sürüklenmelere, üniversiteden arkadaşı Mehmet’le evlilik dışı bir şefkat arayışına ya da bir temas ihtiyacına dönüşüyor. Aslı yürüdükçe Kenarda’nın isimsiz kahramanına, Son Adım’ın Ali İhsan’ına daha çok benzemeye başlıyor. Ayhan Geçgin romanlarının ilk bakışta bir takım aylaklar, flanörler gibi görünen kahramanları aslında bu kavramların işaret ettiği gibi sokakları, şehri ya da kırsalı deneyimlemek, o mekânla iletişime geçmek için arşınlamıyorlar. Hepsi de büyük bir boşluğun içinde, oradan oraya hareket eder gibiler. Etraflarında gözlemledikleri ve deneyimledikleri şeyler o boşluğu asla doldurmaz, bilakis genişletir. Aslı da yürüdükçe, şehri ve insanları kat ettikçe içindeki boşluk genişliyor. Boşluk büyüdükçe Aslı onu doldurabilmek için daha çok yürüyor. Ta ki o karanlığın içinden birisi çıkıp da karşısına dikilene kadar.
Ayhan Geçgin kahramanlarının bir diğer ortak özelliği de bilinç akışlarındaki bütün karmaşıklığa ve katmanlılığa, hatta dillerindeki yer yer ağdalı ve beylik gelebilecek felsefîliğe rağmen kendi durumlarının tespitini yapabilecek nesnel bakışa ve entelektüel birikime sahip olmadıkları hissini uyandırmalarıdır. Bu yüzdendir ki referanslarla ve kesinliklerle değil, sezgilerle ve muğlaklıklarla konuşur ve düşünürler. Diğer romanlarındaki baş kahramanlar toplumsal ortalamanın içinden gelen, sıradan insanlardır. Ama iç konuşmaları onları ilk bakışta bu maddi gerçeklikle uyumsuz gibi görünen, daha filozofvari bir boyuta taşır. Aslı da bir akademisyen olmasına rağmen hayatında felsefî düşünüşe pek yer açmadığını birkaç kere ifade eder. Ayhan Geçgin kahramanlarına içkin bu kasıtlı yüzeysellik, bu düz cephelilik, iç konuşmalarındaki ifadelerinin sarsıcı gücü ve katmanlılığıyla bir tezat yaratarak edebiyatın alanını anlaşılır olandan sezgisel olana doğru genişletir. Tekrarların birer sayıklamaya dönüştüğü, varoluşa dair bitimsiz sorgulamalarla yüklü düşünsel monologlar, tekdüze gibi görünen yüzeyin altındaki uğultuyu duyumsanır kılar. Aslı’nın romandaki bilinç akışı da bizi yüzeydeki gerçeklikten, Balyoz davası sürecine benzeyen o tekinsiz şimdiki zaman hissinden alıp zamansız ve mekânsız bir hakikat arayışına çağırıyor. Bu çağrıya icabet edip etmemek de tabii ki okura kalıyor.