Yaşar Kemal’in, Homeros’la ve Cervantes’le bağlantısı nedir? Claude Levi-Strauss ve Walter Ong’un gözünden baktığımızda nasıl bir Yaşar Kemal dünyası buluruz? Mahmut Temizyürek, Binboğalar Efsanesi romanı özelinde Yaşar Kemal edebiyatını inceliyor
05 Mart 2015 15:00
Mahmut Temizyürek’in “Teleskoplu destancı” başlıklı metni, ilk olarak 12 Kasım 2014’te Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen “Binbir Kültürün Elçisi Yaşar Kemal” adlı sempozyumda sunulmuştur. Temizyürek, bu ayrıntılı çalışmasında Yaşar Kemal edebiyatını merkeze Binboğalar Efsanesi romanını alarak sözlü- yazılı kültür, edebî benzerlikleri, Homeros’tan Cervantes’e destancı imgesi ve “bilinemezliği” üzerinden inceliyor. Temizyürek’in daha önce yayınlanmamış bu metnini, ilk kez K24’te sizlerle paylaşıyoruz.
Binboğa’dan başlayalım: “Olan 1949’da olmuştu” der yazarı. Oysa Binboğalar Efsanesi ezeli bir tükeniş, bir cennetten kovuluş destanıdır; ama her yanıyla gerçek bir öyküdür. Bin yıldır yaylağıyla kışlağıyla Binboğa’da yaşayan göçebe bir oba, gün gelir ayak bastığı her yeri, nereden çıktığını bilemedikleri birtakım mülk sahiplerince ele geçirilmiş bulur. Obanın bin yıl boyu sürdürdüğü göçebe yaşamı bırakıp çukurda bir yerde iskâna zorlanmaları yeni değildir; değildir ama bin yıl boyunca bu zora karşı bir yol bulup kurtulmuşlardır. Bir destan gibi hatırladıkları geçmişleri için sayısız anlatı düzmüşler, masalları, menkıbeleri, inançları, türküleriyle göçebe yaşamaya devam etmişlerdir. Bu yaşar kalma başarısına her dönemde aracı olan sazın, sözün, kavalın ve kılıcın sihrini dillerinde, gönüllerinde ve bizden farklı çalışan akıllarında, yazılı kültürel bellekte eriyip giden muazzam sözel belleklerinde taşımışlardır.
Hemen bütün ciddi tarihçilerin doğruladığı gibi, “Osmanlı yeğenimiz olur” diyecek kadar özgüvenli bir kimlik taşırlar. “Şehre yerleşmiş ve herkesi camilere tıkmış olan Allah”larına sitemkârdırlar ama gene de “Koca Allah”tan ve yardımcısı “Ala gözlü Hızır”dan başka sığınacakları ne bir akılları, ne kimseleri vardır ne de onları sahiplenecek o eski yiğit beyleri ya da sığınacak adil bir devletleri. Neyse ki obayı sıkı sıkıya bir arada tutan asabiye, bütün dış saldırılara rağmen bozulmamıştır. Bu hallerinden memnundurlar, çünkü kendi aralarındaki her türlü adaletsizliği, tarih biliminin “komünal demokrasi” diye tanımladığı olabilecek en insanca yolla, bin yıllar boyu kolayca çözebilmişlerdir. Hızır’ın elçisi sayacak kadar yücelttikleri Koyun Dede gibi dervişlere, tansıklı saydıkları gezgin âşıklara, derin kavrayışlarla yol gösteren dedelere saygılarını henüz yitirmemişlerdir.[1]
İhtiyaçlarına, yaşamsal borçlarına ve kozmik evren yasalarına sadıktırlar ama örneğin kültür kuramcısı Malinovski’nin anladığı gibi de değildir metafizik düşünceleri. Karın gurultularının şeytandan değil tükettiği bayattan, yaşadığı hayattan, değilse içindeki fesattan geldiğini anlayacak kadar gerçekçidirler. Aladağ’da bir koyağı yurtsamış bu obanın üretim ilişkileri, tarih biliminin “orta barbarlık” kavramıyla açıkladığı türde bir toplumsal yapıdadır. “İskandan önceyi, Türkmen bir altın çağ gibi anımsar.” (S. 22.)
O “altın çağ”dan, “çobanlık çağı”ndan bu çağa ışınlanmış gibidirler. Neolitik çağdan, 10 bin yıllık tarihten bu güne gelseler de Hegel’in kastettiği anlamda modern bir tarihleri yoktur. Dillerinden düşürmedikleri o “bin yıl”ın miladı Horasan’dan başlatırlar. “Kalktık Horasan’dan sökün eyledik” diye başlayan türküleri dillerinden düşmez. Türküleri “Telli Kur’an” ile söylenir; söz belleğe şiirsel bir düzenle yerleşir. Telli Kuran, Müslümanlığın Ali koluna bağlıdır; Ali’nin bir ideal kişililik olarak yücelerden yüce olduğuna inananların geliştirdiği bir çalgı aletidir. Bu saza bağlama derler; bu sazın insanı birbirlerine gönülden bağladığına inanmışlardır. Sazı ellerine alırken dinleyip yerine bırakırken öpüp başlarına koyarlar. Doğaldırlar, doğadaki her varlık kadar doğal; akılları yerde gökte olan biten, yaşamlarına giren her şeyle uyumlu ikinci bir doğa gibi çalışır. Atalarının Orta Asya’dan bu yana “yatuk” diye adlandırdığı kentli aklının anlamakta zorlandığı, yabancılaşmamış, doğa yasalarına uygun bir zekâları vardır.
Vardır ama başlarına yeni gelen bu mülksüzlüğe akıl, sır erdiremezler. Yazılı kültürle tanışmamışlardır henüz. Dilleri, gönülleri, masalla, destanla, ağıtla, türküyle, halayla, semahla doludur. Telli Kuran kod adlı tansıklı aleti dinlemek için “Derimevi” diye adlandırdıkları mekâna toplanırlar, (Cemevi’dir burası, öteki çadırlardan büyük ve farklı bir yatay çadırdır.) Çalıp söyleyen âşığı derin bir huşu ile dinledikçe dünyayı, kâinatı derinden hissederler. Müzik ve şiir ile geçmişi akılda tutmayı sağlayan, çok eski ama çok önemli bir “teknoloji” bulmuşlardır: Bellek teknolojisi. Bilgiler bu teknolojiyle kuşaktan kuşağa taşınır. Müziğe, dansa, hünere, sanata, kâinata dair bir bilme tekniğidir bu; birbirlerini hem eğitme yolu hem de iletişim yolu saydıkları her şey bu teknolojinin araçsal parçalarıdır. Teknolojiye dair bütün bilgileri bundan ibaret değildir: demir eritmeyi, hayvan eğitmeyi, bulabilenler mevsiminde tarlayı bir sanat yapıtı gibi dörütmeyi bilirler. (Dörüt: Ataç’ın kültür yerine önerdiği sözcüktü, tutmadı.) Rahat zamanlarında tohum denen mucizeyi, süt denen gizemli nesneyi onlar bilmişlerdir; bunla da yetinmemiş bunlardan biyolojik, kimyasal türevler elde etmeyi başarmışlardır. Düşünürken analitik yöntemden çok bütüncül yöntemi kullanırlar; sık sık hayale dalarlar, türlü rüyalar görürler, bu rüyalarda evreni şöyle bir gezip şamanlar gibi aydınlanmış biçimde uyanırlar.
Dilleri yol boyu hiç sönmeyen tek ışıkları olmuştur; adeta değil tam da öyledir. Analarının hatırası olarak severler dillerini. Kadın- erkek ayrımı yoktur. Kadın da erkek de her işi yapar, evde ya da komünal mecliste her düşüncesini söyleyecek eşitliktedir. Sonuçta Babahan gibi görünseler de Anahanlık henüz hükmünü tüketmemiştir. Umutlu bir toplumdurlar ama bu kez durumları hepsinden farklıdır. Nedenlerini bilemedikleri biçimde ağır bir perişanlık içinde, birdenbire yersiz- yurtsuz kalmışlardır. Nere gidecek de bu derdi kime diyecekler, bir türlü bilememişlerdir. Tanrılarına, kendilerine ve yüce gönüllü atalarına sormuşlar, belki biz yanıldık deyip içerden dışarıdan bir bilene danışmışlardır. Ayak bastıkları her yerde, “dur bakalım, ben bu yerin sahibiyim” diyen despot mülk sahipleri çıkar karşılarına. Bu insanlar öyle anlayışsız, öyle acımasız, öyle kurnaz, öyle ahlaksız, dahası öyle zalimdirler ki, böylesi hiç gelmemiştir başlarına. Oba halkı tükenmek üzeredir. Tanrının ve pirlerinin kendilerini unutmaya daldığına inanır olmaya başlarlar. Boyun eğmemek, dağılmamak ve yaşar kalabilmek için başvurabilecekleri bütün yolları denerler.
En eski çareleri olan 5- 6 Mayıs gecesi Hızır’a yalvarış töreninden umdukları “bir yaylak- bir kışlak” dileğinden bir umut doğmamıştır. İkinci çare, mülk sahibi zorbalarla hiç bilmedikleri bir şeye girişmektir; pazarlık. Üçüncü ve en güvendikleri çare ise otuz yıldır döğülen, bitmesini her an bekledikleri bir kılıç’tır. “Daldan eğme değil kökten sürme” demirci ustası Haydar Usta kılıcına altın varak sihirli yazıyı da işleyip gece gündüz çalışıp nihayet dövdükten sonra Adana’ya iner. Ramazanoğlu’nu, onu bulamazsa İsmet Paşa’yı onu da bulamazsa Menderes’i bulmaya taa Ankara’ya gidecektir. (Bu bölüm anlatılamaz, tanıtılamaz; çünkü “Güzel olan bir şey asla özetlenemez” demişti Valery). Bölümün bitişinde Haydar Usta’da derin bir keder kalır; Hurşit Bey’in “enteresean! entresaan!” sözlerinin asap bozan sahteliği çınlar. Dördüncü ve son çare, soylarının en yeni ilahi tanrıçası gibi gördükleri Ceren’i, ona deli divane olan toprak ağasının oğlu Oktay Bey’e “karı” olarak vermeye ikna etmektir. (“Karı”: erkeğin ailesine karıştırılmış kadın, demektir.) Ceren ise obanın delikanlısı Halil’e delicesine âşıktır. Halil ise “mecburcu adam” bir eşkıya türüdür, dağdadır ve celladı peşinde bir kaçaktır.
Sıkı pazarlıkçıdırlar ama mal bilgisinden değil aldatılma korkusundan. Zengin Oktay Bey der ki, “size kışlak- yaylak veririm ama en güzel kızınızı bana karı- avrat verirseniz”. Bir başka “mülk sahibi” der ki, elinizde- avucunuzda ne varsa verin de bir kışlak yeri vereyim. Kimisi şart bile koşmaz; bir gece obanın kıl çadırlarıyla beraber hayvanları dâhil tüm varlıklarını yağlı çırayla yakarlar. Bu olaylardan birinde, Halil, saldırganlardan birini vurur, dağa çıkar. Jandarma onbaşı, tam bir “ali kıran baş kesen” cinstendir, çaresizlik içindeki obadan apaçık haraç koparma peşindedir. Hatta, Haydar Usta’nın torunu Kerem’e Hıdrellez gününde armağan diye gönderdiği şahinini bile kendi oğluna almıştır bu onbaşı. Kayıtlı oldukları devletse ulaşılmazdır, nerdedir, ne yapar bilmezler. Kurtuluş için son çareleri kalmıştır: Ceren’i zengin toprakları olan Oktay Bey’e karı vermek. Bu bölüm güzellik, kadın, özgür aşk, evlilik kurumu gibi kavramları yeniden düşünme gereği duydukları bölümdür. Özel mülkiyetle nasıl karşılaşıp şaştıklarının öyküsüdür.[2] Roman, Karaçullu’nun, bu bin yıllık kadim toplum hücresinin bir yağmur damlası gibi eriyip tükenişiyle son bulur.
Anlatı, Hızır ile İlyas’ın buluşacağına inanılan 5- 6 Mayıs 1949’da başlamıştı, yazar bu son yıllarını adım adım izler; son cümlesi şudur: “İşte her yıl böyle olur. Beş mayısı altı mayısa bağlayan gece Hızırla İlyas dünyanın bir yerinde buluşurlar. Onlar buluştukları an dünyadaki bütün yaşam durur, tekmil canlılar ölürler. Hemen sonra da daha gür, daha canlı, daha doğurgan dirilirler. Ve biri mağrıptan, birisi de maşrıktan kopup gelen iki yıldız gökyüzünün ortasında tokuşur, birleşirler. Birleşip ışık olurlar, yeryüzünün üstüne top top sağılırlar.”
Yazarın kendisi de obanın öyküsünün bir tanığı olarak sayfalarda belirecek, bize gençliğindeki gerçek haliyle görünecektir. Kitaptan o parça:
“Arzuhalci Kör Kemali salık verdiler onlara. Kör Kemal incecik, üfürsen yıkılacak, uzun bir delikanlıydı. Dertlerini söylediler, hal böyle böyle, dediler.
Kör Kemal her şeyi onlara bir bir söyledi. Köse Ali Ağa on beş yıldır Yörüklere Deliboğa höyüğünü aynı minval üzre satıyordu.
Ne yapalım öyleyse? dediler. Bu böyle, dedi Kör Kemal.
Yolu yordamı? dediler. Kör Kemal:
Gene iyi, size insaflı davranmış, size acımış, dedi, Köse Ali. Arzuhalci bundan sonra başlarına gelecekleri onlara bir bir söyledi.
On beş yıldır Deliboğa hüyüğüne konan Yörüklerin maceraları buydu, böyleydi.
Ne yapalım? Ne yapalım?
Kör Kemal:
Derviş Hasan geldi mi? diye sordu.
Geldi, dediler.
Zalimoğlu Veli geldi mi?
Gelmedi, dediler,
O da gelecek... Yozoğlu Osman?
Gelmedi.
O da gelecek... Bozduvar köyü?
Gelmedi.
O da gelecek.
Ne yapalım?
Yalnızağaç karakolu uzatmalı onbaşısı Nuri Dağlaryolu geldi mi?..
Gelmedi.
O da gelecek.
Ne yapalım?
Altındiş Riza?
Gelmedi.
O da gelecek.
Ne yapalım?
Arzuhalci hiçbir şey söyleyemiyor, hiçbir yol gösteremiyordu onlara.
Süleyman Kahya “Bu hüyük kimin?” diye sordu.
Kör Kemal:
Hiç kimsenin, dedi. Ya da sizden başka herkesin.
Bu sözlerden hiçbir şey anlamadılar.
Bize bir arzuhal yaz ki, halimizi arz et, Kemal Efendi, dedi Süleyman Kahya. Öyle yaz ki, gören duyan bizim ahvalimizi anlasın.
Hiçbir yere bir arzuhal yazamam, dedi Kör Kemal.
Yaz, dediler. Sen yeterki yaz. Böyle olmaz diye yaz.
Yazamam, dedi Kör Kemal.
Yalvardılar, zariflik ettiler.
Nereye, kime yazayım, dedi, kocaman, kederli tek gözü biraz daha kederlenip ışılayarak, acı içinde. Nereye, kime?”
Yaşar Kemal kitabı yazma nedenini şöyle açıklamıştı: “Ve dölleri tükeniyordu, şu yeryüzünden namları, şanları siliniyordu, yeni, başka bir şey oluyorlardı. Tükeniyorlar yeni bambaşka, belki daha mutlu, belki daha mutsuz bir dünyaya uyanıyorlardı. Yepyeni bambaşka.”
5- 6 Mayıs arası bir haykırışla başlar roman:
“Bre koca Allah, hay bre koca Allah... çukurda bir kışlak ver bana kışlayım. Aladağda bir yaylak ver yaylayım. Eskiden vermiştin ne oldu? Eskiden vermiştin neden geri aldın? Hay bre boz atlı, yeşil donlu Hızır senden de imdat umarım. Bu gece varır huzurunda dururum, yardımını dilerim. Ala gözlerini görürüm. (…) Bak, koca Allah, güzelim, yiğidim, dost, aslanım, yeri göğü, inni cinni; seni beni yaratansın değil mi? İşte böyle kardaşım. Ben onlara, şu cehennemin dibine batasıca obaya dedim ki, bu Hıdırellezde ben onunla konuşurum, mümkünatı hem de çaresi yok, konuşurum, dedim. Demedim ya, onlara azıcık umut verdim. İşim yok da o deyyuslara, o alçaklara, o sürüngenlere çukurda kışlak, Aladağda yaylak veresin diye sana mı yalvaracağım, senin o gülden ince, gülden nazik yüreciğini mi inciteceğim, işim yok da... Sen gökleri, yıldızları, ormanları suları bıraktın, sen camilerden çıkmaz oldun. Sen kendine ışıklı, büyük kentler kurdun. Sen kendine gökte uçan demir kuşlar yaptın. Sen kendine toprağı yiyen, yerken uluyan canavarlar yaptın. Sen, üst üste evler, yedi denizler yaptın. Bize çukurda bir kışlak, Aladağda bir yaylak ver desem, vermezsin ki... Ben de bu gece sana kışlak için yalvarmam, mümkünatı çaresi yok yalvarmam. Bu oba da sürünsün senin sayende. Varsın ölsünler, kırım kırım kırılsınlar. Senin yüzünden.”
Anlatıcı, o bin yıllık hayatı, renkleriyle, adımlarıyla, yüzleriyle, yürekte çarpan akıllarıyla, kılık kıyafet, üretim- ibadet, varoluş yokoluş halleriyle, o büyük kıskaçta dertleşirken gözlemleyip kaydediyor. Sanki Toros evreninde Aladağ adlı bir yıldız var ve kayıp giden bu yıldızın bir koyağında yaşayan göçebe bir toplum var. Yapıtta, bir yıldızın akıp gidişini, sönüp yok oluşunu gözlemleyen gözlemcinin hali var; bu teleskoplu izleyicinin yanındakilere gördüğünü anlatmanın zorluğuna aşmak için muazzam bir hüneri var; en eski çağlardan (orta barbarlıktan) kalma bir yıldız görüyor, en uygun yere durup bakıyor ve orada gördüğünü bize en dolaysız dille ve yakın plan bir gözlemle aktarıyor. Pastoral anlatı tutkunluğu, doğada yaşamışlık aktarımı olmakla kalmıyor, bunu bizim de muhayyilemizde deneyimlememizi mümkün kılan sesçil bir düzen kuruyor anlatıda. Yinelemeler o yüzden. Yazarın annesinden aldığını her fırsatta vurguladığı anlatı yeteneğiyle bizi oraya, o dağ başına, o kavme ansızın ışınlıyor destancı, tıpkı annesinin destan anlatışı gibi, okuyanı “lal-ü ebkem bırakıyor”.
İnsanlığın hem fosilini hem canlısını buluruz roman boyunca. Roman yangın yerinde yazılmış uzun bir ağıt. Yaşanan her şey tarihsel- toplumsal bir kara gerçektir.
Haydar Usta’nın Sesleniş’inin nedenini anladığımız anda yaşananı ve yaşanacak olanı da anlayabiliyoruz. (Girişteki “Sesleniş”, klasik şiirin “münacaat” formundadır adeta.) Efsane yazılırken artık Karaçullu yok ya da artık başka bir dünyasal döngüde yaşıyordur. Ve artık biz okurlar kahramanın kaderini baştan bilen antik tiyatro seyircileri gibiyizdir. Romanın sayfalarında sahnelenen bu dil tiyatrosu biz seyircilerine nasıl bir katharsis bağışlayacak sonunda, onu beklemeye başlarız. Bir yıl içinde yaşanan öykü sürecinde tanığımız kahramanların her biri efsanelerin bedenleşmiş kişileri olarak karşımıza çıkarlar. Her birinin hem somut, hem mecazi kanıtı vardır, cümleler arasına zarifçe gizlenmiştir. Kahramanlar geçtiği her yere derin izler bırakıp gitmiş bir çağın son bireyleridirler. Aladağ’da sedir, çam, yarpuz, kekik, binbir çiçek arasında Haydar’ın Kılıcı, Ceren’in aşkı, Halil’in martini, Kerem’in şahini, özel mülkiyet akbabalarının kanlı takibi, yatuk tilkilerin adam satan dehşeti, bunları sadece görmeyiz, içinde hissederiz kendimizi. İnsanlığın hem fosilini hem canlısını buluruz roman boyunca. Roman yangın yerinde yazılmış uzun bir ağıt. Yaşanan her şey tarihsel- toplumsal bir kara gerçektir.
Ömer Lütfü Barkan, Neşrî Tarihi’nden alıntıyla bir kılıç rivayetini aktarır: “Osman’ın düşünü böyle tâbir etdi, derviş Durgud adlı şeyhin bir müridi vardı, anda hazırdı, ayıtdı: Yâ Osman! Sana Padişahlık virildi, bize şükrüne ne virirsin, didi. Osman ayıtdı, sana bir şehir vireyin, derviş ayıtdı, şol köyceğize dahi razıyım, dedi. Ve bana mektub vîr, didi. Osman ayıtdı, ben yazı yazmak bilmezin, işte bir maşraba ve bir kılıcım var sana vireyin, tâ ki sana nişan olub anları evlâdım gördükde ibka edeler. Ol maşraba ve ol kılıç anlarda nişan kaldı.”
Barkan, bu rivayeti yorumluyor: “Aynı mes’ele hakkında tafsilât Âşık Paşa Zâde tarihinde (de vardır)… Ertuğrul Beye ait olarak gösterilen kılıç, dervişin elinden köyünün sonra gelecek Padişahlar tarafından geri alınmaması için verilmiştir.”[3] Benzer türde bir kılıç rivayeti de Karaçullu oba bireylerinin belleğinde taşınıyor ve üretim- üleşim- yaşayım düzenleri arasındaki bin yıldır bozulmadan verilen sözün (akdin) simgesi olarak değerli sihrini koruyor kılıç: “Bu gece onu göreceğim, hiçbir çaresi mümkünü yok. Varıp huzuruna yüz süreceğim. Hiçbir çaresi mümkünatı yok. Padişahlar için yaptığım kılıcı ona vereceğim, hiçbir mümkünatı çaresi yok.”
Modern bir roman, nasıl oluyor da, insanlığın en eskilerden bir toplumsal hücresini bugüne getirip yazılı kültürün kıskaç dolu akıllı bilinciyle, sözlü kültürün yüzbinlerce yıllık geçmişini, obanın bir yıllık gerçek bir serüveninde, gerçekçi bir dille anlatmayı mümkün ve üstün kılıyor?
Modern çağın teleskoplu destancısı, obanın asabiye geleneğini bugüne kılıç, kaval, saz vb sayısız simgeyi buluşturarak getiriyor. Göçebe oluşlarını korumayı sağlayan toplumsal bilinç, aşiret asabiyesidir: “Bu yıl bu işi (kılıç yapımını) obamız için yapacaksın Haydar. Yeter torunun için yaptığın. Bu yıl Hızırlan ilyas buluştuklarında, sen bizi, obayı unutmayacaksın. Biz öldük Haydar, biz rezil olduk. Kanadımız kolumuz kırıldı Haydar... Koca Allah imdadımıza yetişmezse bizde hayır kalmadı Haydar.”
Demirçağından bugüne kalmış bir Sesleniştir bu ses; neolitikten modern çağa ulaşmış. Tarihin kaydettiği toplumsal evrimlere karşın, onlar evrimlerini göçebelikle yaşamakta direnmiş, bu üretim biçimine denk bir inanç örüntüsünü hiçbir konakta terk etmemişlerdir. Demir çağından bu yana türlü bedenler bulmuş bir tarihsel kişiliktir “Demirciler piri” Haydar Usta. Biz buna benzer kişilikleri Ergenekon Destanından, Dede Korkut öykülerinden, Alevi dervişlerin menkıbelerinden sözlü kültür içindeki daha birçok yerden tanırız. Öyleyse soralım: Modern bir roman, nasıl oluyor da, insanlığın en eskilerden bir toplumsal hücresini bugüne getirip yazılı kültürün kıskaç dolu akıllı bilinciyle, sözlü kültürün yüzbinlerce yıllık geçmişini, obanın bir yıllık gerçek bir serüveninde, gerçekçi bir dille anlatmayı mümkün ve üstün kılıyor?
Adım adım gidelim: Demirçağından kalma Haydar Usta’yı, sihirli kılıcının simgesel değerini anladık; ya 100 yaşında bir çoban olan Müslüm Koca’ı ve onun kavalını?: “Ben koca Ramazanoğluna kaval çalmış kişiyim. Vakt erişti. İşim bitti benim. Bak, kuzu dişi çıkarıyorum. Ramazanoğlu kavalımı dinledi dinledi gözyaşı döktü, dile benden ne dilersen, Müslüm, dedi. Ben de, sağ ol dedim. Ne verdiyse almadım. Çaldığım kavalın karşılığında ben hiçbir şey almazdım. Kaval hak için, gönül için çalınır. Ramazanoğlu gök gibi gürledi. Varıp Adana kasabasına, varacağım Ramazanoğlunun huzuruna, Ramazanoğlu gök gibi gürler, bize yurtlağımızı geri ver diyeceğim. Vermesin bakalım.” (s. 53)
Ama önce şu zihinsel sözlük’te anlaşalım. Diyordu ki Giambattista Vico: “Halkların zihinsel sözlüğü aynı olmasına rağmen her bir ulus ifade için farklı kelimeler kullanır.” (Yeni Bilim. S. 193, Çev: Semal Önal, Doğu-Batı Y.) Tarihsel evrimde Haydar Ustanın kılıcından da önce Müslüm Kocanın kavalı vardır. Nedir kaval?
Hangi coğrafyada hangi kültür ya da toplum yapısı içinde olursa olsun efsanelerin toplumsal evrimini gerçeğe en yakın bir biçimde mitolojiden öğreniyoruz. Birbirinin içinden geçerek, yeni kılıklara, yeni adlara ve yeni renklere bürünen mitolojik öyküler romanda peş peşe canlanıyor. Kuğunun gagasındaki delikten çıkan sesin ilhamıyla, ağacın kabuğundaki boşluğa bakıp icat ettiği kavala, bu kavalın varlıkların evrimine dair en eski efsaneyi de gene Binboğa kahramanlarının dilinden okuyoruz.
Bir dönemde aşiretlerin beyi seçilmiş olan (beg- beğenilip seçilen kişi demekti; bay da denir. Bayan kadınlar için, beğenilen, seçilen kadın kişi demekti. Bugün ne halde bu sözcük.) Ramazanoğlu’nun soyu şimdi nerde ne yapmaktadır? Bunlardan Hurşit Bey’i mütevazı odasına, kitaplarına kapanmış, umutsuz bir aydın olarak tanıyoruz. Temir Ağa’yı gibileriyse, artık tüccarlaşmış, muhtemelen kentin benzincisine, bir bankanın şubesine, bir fabrikanın pamuğuna ya da bezine talip olmuş, talebi kabul görmüş olan, aşiretine sırtını dönen bey olarak tanıyoruz. Romanda Haydar Usta’ya kapısına gelmiş bir dilenci gibi görmüştü. Eskiden ve asıl 1876’da tanıdıkları Ramazanoğlu, ağlıyordu Müslüm Koca’nın kavalını dinlerken: “Dile benden ne dilersen” diyecek kadar içtendi. Bu sınıfsal değişimi anlasak bile gene de soralım: Halklar için efsaneler neden her çağda yeniden dirilirler ve yaşanmakta olan zorlamaya direnirler? Müslüm Koca’nın kavalındaki sihrin belgesel anlatımı, tam da romanın geçtiği zamanlarda, 1949’da Toroslarda Pertev Naili Boratav tarafından derlenmişti: "Koyun bir türlü cennetten çıkmak istemezmiş, Cennet-i âlâdan... Çobana diyorlar ki, "bu hayvan ne yaptıysak cennetten çıkmadı. Belki kavalla çıkar..." Çobana kavalı veriyorlar, diyorlar ki, "Çık cennetin kapısından, hiç arkana bakmadan yürü." Çoban bir gün iki gün yürüyor arkasına bakmadan. Sonunda merak ediyor, dayanamıyor, dönüyor, arkasına bakıyor. Bütün koyunlar çıkmış, bir tek koç kalmış, cennetten çıkmamış. Çoban bakınca cennetin kapısı kapanıyor, o koç içerde kalıyor. Bütün koçların boynuzları gümüşten imiş. Çoban arkasına dönüp bakınca çıkan koçların boyunuzu kemik kesilmiş. Bakmasaymış hem o tek koç da cennetten çıkacakmış, hem de bütün koçların boyunuzu gümüş kalacakmış..."
Bu anlatı, Orfeus mitinin Binboğa çobanları arasında canlı yaşayışı değilse nedir?[4]
Süha Oğuzertem, 16 Mayıs 2002’de Bilkent Üniversitesi’nde “Geçmişten Geleceğe Yaşar Kemal” sempozyumunun açılış konuşmasına şu sözlerle girmişti: “Bu sempozyumun amacı, Yaşar Kemal’in yapıtlarını, tartışmak, eleştirmek, sorgulamak. Bu nedenle kimi konuşmacılar yapıtları bilim bilim edecekler, kimileri de fıldıracaklar. Kimi konuşmacılar gızırdanacak kimileri nen çalacak, kimileri de heykirecek. Bazı eleştirmenlerimiz konurlanacak, bazıları uğranacak, bir kısmı kızıp ırılacak. Konuşmak üzere kürsüye çıkanların bazılarının içi kalaklanırken bazıları keleplenecek. Böylece hepsinin buyu busu ortaya çıkacak.” Oğuzertem bunları diyerek olacakları Yaşar Kemal’in sözcükleriyle öngörmeye çalışıyor ama sonucu şu sözle bağlıyordu: “Yaşar Kemal’i anlamaya çabalarız ama anlayamayız.” Buna bizim çapımız yetmez, diyordu bir bakıma; Yaşar Kemal aklımızdan, algımızdan, bilgimizden taşar, belki uzak gelecekte bir gün anlayışlarımız kemalini bulur. Süha Oğuzertem’in eğlenceli diliyle demek istediğinin ucu budur.[5] Oğuzertem’e göre, Yaşar Kemal “başka bir düzlemden, başka bir boyuttan geliyor”dur. Çok doğru. Ama nedir bu düzlem, nedir bu boyut?
“Bilinemez Yaşar Kemal”i, en açık yapıtlarından biri olan Binboğalar Efsanesi’ni seçerek bu yapıttan hareketle anlamaya neden çalışma gereği duyduğumu artık söylemeliyim: Yayımlandığı günden beri bu romanı düşünenler vardı kuşkusuz, okuyabildiklerimden her biri çok değerli yollar göstericiydi. Ama öteden beri zihin kalıplarımız arasında, genel olarak Batı biliminin insanı, toplumları, tarihi, kendi bulunduğu uygarlık çizgisine göre ileri- geri anlama kavramları üzerinde, pek de uzun boylu “yatuk” kalmışız. (yatuk: yatık kişi. kentli. Kaşgarlı Mahmud’dan.) Bu yatukluğun edebiyat eleştirisinde yansıyan yanı daha fazla. Batıdan öğrendiğimiz sosyolojinin, tarih biliminin, antropolojinin, psikoloji ya da mitolojinin ve daha birçok lojiğin kavramlarını kullanırken pek fazla tartışmadan geçtiğimiz “kritik” bir yan var. Modern bilgi dili, bugün bile, toplumları “gelişmiş- azgelişmiş- gelişmekte- ilerlemiş- geri kalmış- ilkel-uygar- çağdaş- çağdışı- cahil- eğitimli” gibi bir kavramlar hurdalığında dolaşıyor. Bir yandan da bilimin epistemolojik kavrayışı, disiplinlerin bulgusu kadar tartışılıyor neyse ki. Bu tartışmadan edebi eleştiriye yansıyanlar, yapıtın incelenmesinde sorun olarak öne çıkması gerekirken, en az gözetilen konulardan oldu.
İşte bunun için örnek yapıtlarından biridir Binboğalar Efsanesi. Anlatımı büyü yüklü bu efsanevi yapıttaki toplumu ve bireyi hangi bilimciye, hangi tarihçiye, hangi mitoloğa, hangi sosyolog ya da antropoloğa danışsak, üzerinde anlaşmaya varılmamış kavramların dikenli tarlasına düşeceğiz. Örnekse, birçok bilim dalının bugüne bilim olarak gelmesinin büyük öncülerinden kültür kuramcısı Malinowski’ye danışalım. O tereddütsüz biçimde Karaçullu aşiretini “ilkel toplum” modeli olarak niteleyecektir. Aydınlanma çağının illet gibi taşıdığı “ilerlemeci” anlayışa yerleşmiş bir hurdadır bu niteleme kavramı. Diyecektir ki, neolitik çağdan kalma bu toplumların onca abartılan totem, simge, düş ve düşüncesi, kozmik bilgisi, doğa algısı “sadece ve sadece kendi karınlarının gurultusunu nasıl anlamlandırıldığıyla açıklanabilir. İhtiyaç gidermeli geçim ekonomisi insanıdır bu ilkel insanlar.”
Claude Levi-Strauss’un gözü sayesinde Binboğa’da bir “devletsiz toplum”u okuyoruz, bu toplumsal yapıyı tanıyıp sorguluyoruz demektir. Öyleyse Yaşar Kemal, Devlet’i olmazsa olmaz bir evrim sayan ilerlemeci akılla çatışıyor demektir, otonom yapıları düşünüp tartışıyor demektir.
Önemsiz bir yargı değildir bu, kalıcı da olmuştur üstelik; ama bu (ve benzeri) sözlerin kavram kesinliğindeki ideolojiyi de düşünmek gerekir. “İlkel” kavramını sorun eden antropolog Claude Levi-Strauss ile başlayan yeni epistemolojik yöntem, bu insanlara “ilkel” diyenin, asıl kendisinin “ilkel” kafalı olduğunu söyleyerek söze başlayacaktır. Ve diyecektir ki: “evren ihtiyaçları giderme olduğu kadar aynı zamanda bir düşünce nesnesidir.” Bu, herkes için böyledir. Gereksinim yalnızca fiziksel olsaydı, ağaçkakan ile diş arasında kurulan bağa bu kadar bel bağlamazdı insanoğlu. Ağrısına dayanamadığı dişi bir yolunu bulup söker atardı; böyle olmadı mı? Ağaçkakan gagasının ruhu dişime geçsin diye uğraşmazdı boşuna; peki uğraşmadı mı? Ama neden vazgeçmedi böyle düşünmekten? Senin sıcak dediğine o “ilkel” akıllı soğuk diyorsa; sen soyutlamayı sayıklarken o somutlamayı dert ediniyorsa; sen parayı sayarken o parapsikolojik sanrılar sayıklıyorsa, senin “tanrı öldü” diyen bilimine, öğretsen bile direniyorsa, durmadan tanrısını ya da tanrılarını çağırıp duruyorsa, senin mühendislik diye abarttığını o yap- çat işi sayıyorsa, bu inatta küçümsenecek değil önemsenip düşünülmesi gereken bir karşıtlık vardır. Belki de sorun bizde, bizim düşünüş biçimimizde, diyordu Levi-Strauss.
Levi-Strauss’un gözü sayesinde Binboğa’da bir “devletsiz toplum”u okuyoruz, bu toplumsal yapıyı tanıyıp sorguluyoruz demektir. Öyleyse Yaşar Kemal, Devlet’i olmazsa olmaz bir evrim sayan ilerlemeci akılla çatışıyor demektir, otonom yapıları düşünüp tartışıyor demektir. Ama bugün bile “uygar”ı, “beyaz”ı savunmak için o hurdalıktan ilham almaya çalışıyorsak “tarihin sonu”nun geldiğine inanacak kadar ilerlemiş oluruz. Medeniyetler çatışmasının sönmeye az kaldığını, bu konuda piyasaya en yeni teknolojiyle uyum araçları çıkacağını, sorunu kökten halledeceğini müjdeleyenlerden biri olacağız demektir. Ama ne var ki en “ilerlemiş”, en “uygar” ülkeden bir devlet yetkilisi ne zaman “dünyada barış” dese, “eyvah gene savaş geliyor” diye çığlık atan “ilkeller” değil miyiz hepimiz. Böyle bir çağda yaşıyoruz. Bu uygarlıkta 7 milyara yakın ilkel, gelişmemiş, az gelişmiş, geri kalmış, geçim ekonomisine takılıp kalmış totemsel, inançsal, dinsel, eşdinsel biçimde ordan oraya ha bire transit geçen göçebe yoksul var, demektir. Öyleyse derdi yoksullar ve yoksunlar olmuş Yaşar Kemal’i ve onun gibi yazarları nasıl anlayacağız bu tufansı karmaşada?
Yaban Yaşar Kemal! Ama üzülmesin; modern çağın düşünürleri Homeros’a da ilkel demişlerdi...
Sanırım Levi-Strauss da Süha Oğuzertem gibi düşünüyordu.“Bu kafayla yaban düşünceyi anlamaya çapınız yetmez” demişti o da. Malinowski’nin “ilkel” dediği toplumların yaşayış ve düşünüş biçimine ömür vermiş bu filozofun ısrar ettiği, aklın es geçemeyeceği bir yan vardır yönteminde: Yaban Düşünce. “Sorun aslında gaga ile diş arasında”dır; bunlar arasında kurulan düşünsel, imgesel, dilbilimsel, vb bağlardır.”[6]
Yaban Yaşar Kemal! Ama üzülmesin; modern çağın düşünürleri Homeros’a da ilkel demişlerdi. Şimdi ondan bir gün olsun vazgeçemiyorlar. Hakkında düşünsel bir “sektör” bile kurdular.
Tarihsel maddecilik, Karaçullu aşireti gibi bir toplumu neolitik çağın orta barbarlık konağından kalma bir toplum olarak tanımlar, demiştik. Öncü kaynağını da belirtmeliyim: Toplum bilimlerinin büyük öncüsü L. H. Morgan, Amerikan yerlileri arasında, Binboğa Karaçullu’larının sayısız benzerini görmüştü. [7] Karaçullu obasında, İrokua’da ne varsa yaklaşık o vardır: Morgan’ın otuz yıl boyunca araştırdığı türden bir “orta barbar” çoban toplumdur, aralarında demircilik bilen de vardır. Köyün erkekleri de yün eğirmeyi, süt sağmayı, ot devşirmeyi bilir. Doğanın döngüsel dilini öğrenmiş, nimetlerini tanımış, varlıkları o varlıkların özelliğine göre adlandırıp ayrımlamış, kimi vahşi canlıları evcilleştirip üretim için dönüştürmeyi başarmış, bu deneyimlerinden bir yaşam türü kurmuş, kimse karışmasa belki on bin yıl iklim ve gelenek böyle giderse böyle gidecek otonom bir toplumdur yerli kavimler.
Neden anlayamayız biz bu yapıtı? Yazar hangi savını saklamıştır bizden? Sözü açıktır: Olaylar yalnızca görünen yüzdür, ama bir de dağ vardır: Binboğa. Yazar’a göre belleğimizin ilk köklerinden bir bölüğü oradadır.
Morgan Amerikan yerlilerine insanlığın öncüleri gözüyle bakıyordu. Onu anlıyoruz. Ama her şey apaçık, yaşananlar bütün katılığıyla görünür niteliktedir; anlatıda geçtiği gibi, “yıl 1949, aylardan şu, günlerden şudur…” O halde neden anlayamayız biz bu yapıtı? Yazar hangi savını saklamıştır bizden? Sözü açıktır: Olaylar yalnızca görünen yüzdür, ama bir de dağ vardır: Binboğa. Yazar’a göre belleğimizin ilk köklerinden bir bölüğü oradadır, oradan başlayalım belleği yoklamaya. Bu sav Yaşar Kemal ile ilk değildir; onda Binboğalar Efsanesi kılığına bürünmüş, matbaada basıma dönüşmüş eski bir savdır. O en eski savı neden hatırlatmak ister bize bir yazar? Modernite varken antikiteye neden dönelim, neden bu kadar uzaklara göçelim?
Türkiye’de yaşayanların büyük çoğunluğunun akıl kaynağı, uzun süre salt şairler ve kentte de yazarlar olmuştur; araştırmacılar pek değil. Bir kıyaslama ile anlatabilirim: Kızılderililer ne istiyor(du)? Soru, L.H. Morgan’ın aklına- kalbine düşmeseydi, merakının peşine ısrarla gitmeseydi, biz bugün ne Eski Toplum(lar)’dan ne de onun sayesinde yazılmış olan Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni'ndeki diyalektik bakışın çoğalan, çalışıldıkça yanılgılarından arınan, dakikleşen türevlerinden haberdar olacaktık. Başka biri başka bir yerde yazardı benzerlerini diyebiliriz; ama insan bilincini, düşünüş zincirini tetikleyen olay, beyazların yerlilere yaptıkları zulüm ve katliamsa, bilimin bu korkunç deneyimden yararlanarak insanın aklını başına toplama çabasını umuyordu araştırmacılar ve düşünürler. İrokualar’a ya da Senecalar’a içerden bakarak da anlayabiliriz bunu, 1949’da Binboğalar’a ve şu olan biten arasındaki Ortadoğu’ya bakarak da. Roma’yı kuran geleneği anlamak, yalnızca bu da değil, Roma toplumundaki soy sop, halk, soylular çatışmasının kökünü anlayıp bugüne getirmekti Morgan’ın derdi. “Beyazlar! Yerli halkın hakikati sizin en eski hakikatinizdir” diyordu. Özendiğiniz Roma’nın da en eski hakikati. Kitabına şöyle başlar: “İnsanlığın yeryüzündeki eskil çağlara uzanan geçmişi, günümüzde bütünüyle ve yeniden kurgulanmış gibi ortaya çıkarılmış bulunmaktadır. Önemli olan, bütün bu bulguların geçirdiğimiz son otuz yıl içinde gerçekleştirilmiş olması; günümüz kuşağının ise, böylesine önemli bir olguya tanıklık eden ilk kuşak olmasıdır.” (s.23)
Ama neye benzeyen bir araçla ve nasıl tanıklık?
Diyelim ikna olduk, kabul ettik, o Altın Çağ’a gidelim. Oğuzertem’in anlamaya dair umutsuzluğunu daha da büyütecek değilim ama artık bunu bilemeyeceğimize dair benzer bir umutsuz duyguyu yaşayan Walter Benjamin’i hatırlamam onun sayesinde oldu. Son Bakışta Aşk’ı okuduğumda, özellikle Leskov’un hikâyeciliğini çözümlediği yazısını.[8] Rus edebiyatının en büyüklerini; Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Çehov’u, Gorki’yi, Turgenyev’i hayranlık derecesinde etkileyen roman ve öykü yazarı Nikolay Leskov’u (1831-1895) ibret duygusuyla yorumlarken Benjamin şunu demişti (ah çektiği duyulacak biçimde): “Adı size ne kadar tanıdık gelirse gelsin hikâye anlatıcısının hayatımızda hiçbir hükmü yok. Çoktan uzaklaştı bizden, gittikçe de uzaklaşıyor. Leskov gibi birini hikâye anlatıcısı olarak tanıtmak, onu daha yakınımıza getirmek değil, aksine ondan uzaklığımızı daha da artırmak demek.”
Benjamin de “hikâye anlatıcısı”nı anlayabileceğimiz yere gitmeyelim demiyor, giderken kendimizi de, o anlamaya engel olan aklımızı da götürdüğümüzü unutmadan gidelim, diyenlerden. Uyarıları var: Modernitenin kendi içindeki bu paradoksal çıkmazının nedenini, Benjamin, deneyimin bu çağdaki büyük kaybına bağlamaktadır: “Bütün hikâye anlatıcılarının beslendiği kaynak, ağızdan ağza aktarılan deneyimdir” der ve ekler: “Bir zamanlar okula atlı tramvayla giden bir kuşak artık bulutlardan başka her şeyin değiştiği topraklarda çıplak gökyüzü altında buluverdi kendini. Ve bulutların altında, şiddetli patlamaların, akıntıların ortasında kalakaldı küçük, korunmasız insan bedeni,.” (age, sf.78)
Yaşar Kemal’i anlayamaz oluşumuzun bir nedeni bu uzaklık, bu kayıp olabilir. Ama salt bu nedenle yetinmek yerine, “M. Stebnitskiy” (Bozkırlı) takma adıyla da yazan Leskov’a Benjamin’in gösterdiği dikkat kadarını Yaşar Kemal için esirgememek gerekir. Benjamin’in Lekov’da yoğunlaştığı imge “anne”dir.
“Önyargısız dinleyici için asıl önemli olan, hikâyeyi yeniden üretebileceğinden emin olmaktır” demişti Benjamin. Dikkat bu; ama zaman her okumaya hızla bir önyargı bulaştırır, o da olmadı en güncel gölgesini mutlaka düşürür. Okuyanın da dinleyenin de gölgesiyle birlikte kitaba düşmesindeki ışık kesişmesi kaçınılmazdır; birbirini boğmasın yeter ki. Yazar için de böyledir bu; elinde, aklında, eteğinde ne varsa ortaya dökmeye zorlar onu zaman. Kitabın yazılış öyküsü buna tam bir örnektir: Binboğalar Efsanesi’nin ilk taslağı, olayların yaşandığı zamana denk gelir; Karaçullu obasının bir arzuhalciye yazdırdığı şikâyet metni olarak doğmuştur ilk taslak. (Romanın ilk basımı 1971, Cem.) Karaçullu halkının Devlete derdini Arzuhalci Kör Kemal’a arzuhal formunda yazdırdığı yıl- 1949’dur. (Yukarıda o parça var.) Yazar, o tarihlerde Adana hükümet konağı önünde bir arzuhalciydi. Yazarın şansı bu tükeniş öyküsüne tam da yaşandığı günlerde tanık olmaktı. Ama yapıtı yaratan yalnızca bu şans değildir. Başka bir saik vardır bu yaratıda.
Biliyoruz ki Kör Kemal de herhangi bir arzuhalci değildi. Sözcüklerin modern anlamlarına takılmazsak o da bir tür gökbilimciydi (Kemal Sadık Göğceli!), ve gerçek bir yer bilimciydi. 1962’de söylüyor şu “teleskoplu” sözleri: “Tam Toros’un eteğindeydim. Geceydi, gökte yığın yığın, pırıltıyla dönen yıldızlar vardı. Yıldızları müthiş bir parıltıyla gökyüzüne sermişler. Bir iri ki yıldızlar. Saydım, Tekeç Dağının tepesine otuz kadar kocaman yıldız yapışmış. Uzakta ova gözüküyor. Şu bizim belalı Çukurova. Ben Çukurova’ya bayılırım. Sıcağını, tozunu, dumanını, acı çiçeklerini... Toza bulanmış, yalnız kalmış dut ağaçlarını severim. Çukurova’ya bakıyordum. Çukurova yıldız yıldızdı. Çukurova toprağına da yıldız serpmişler. Bu, tarla süren, gidip gelen traktörlerin yıldızı. Torosa yukarı çıkıyordum. Şu Çukurova toprağı bire otuz, bire kırk, bire elli vermeye hazırlanıyor. Traktör yıldızları, gökyüzü yıldızlarından daha tatlı.” [9]
Yaşar Kemal için uzun sözlü kültür çağı ile kısa yazı çağı arasında yalnızca kâğıt farkı kalmıştı; matbaa önlerinden atık kâğıtları tomar tomar cebine dolduruyor, bu kâğıtlara yazıyordu.
Yaşam öyküsünden detaylarını öğrendiğimiz gibi, çocukluğundan bu yana anlatılanların nasıl bir şey olduğunu düşünüp hayal eden, bu yıldızları nasıl izler, bu çiçeklere nasıl bakar, şu otlar nasıl kokar, o şahin nasıl uçar, o teneke neden çalar merakındaydı. Bütün bu varlıklar bana ne söyler; hangi sesle hangi sözcükle söyler, bilgilerini nasıl derler ve bunu ben nasıl söylerim hevesindeydi Yaşar Kemal. Benjamin’in yitirdik dediği deneyimin şiirsel bir vücut bulmuş örneğiydi. Onun bir deneyiminden örnek, şöyle:
“- Gözlerin ne zaman kör oldu?
-Ekinler yandıktan sonra.”
“Ekinler yandıktan sonra. Ben bu olayı ta çocukluğumdan bu yana çok dinlemiştim. Yanan ekinler üzerine destanlar çıkarmışlardı.” [10]
Yaşar Kemal için uzun sözlü kültür çağı ile kısa yazı çağı arasında yalnızca kâğıt farkı kalmıştı; matbaa önlerinden atık kâğıtları tomar tomar cebine dolduruyor, bu kâğıtlara yazıyordu (age). Yanan ekinleri gazetedeki fotoğrafta görmek, gazete dilinden dinlemek, ekranda görmek ile destandan okumak arasında deneyim farkındaki uçurumdan söz ediyordu zaten Walter Benjamin de.[11]
Ama Benjamin, bu çocuğun artık kaybolduğunun, bir daha dönemeyeceğinin umutsuzluğundaydı. Benjamin ile yaklaşık aynı yıllarda, umut dolu Sovyetlerde (1920- 30 arası), dilbilimci L.S. Vygotsky, deneyimin dil ve düşüncedeki etkisini incelemekteydi. Leskov’u mutlaka okumuş olan Vygotsky, yaşadığına inandığı bu çocuğu, şu yolla aramaya başlamıştı: Çocuğun, çocukluğun, çocukluğumuzun dilsel köklerine inerek (elbet rus- alman-kürt- türk- ve diğer “ırk”ların değil, genel olarak insan ırkının. İnsan kökü daima ve her yerde ve son tahlilde bir bütündür, diyerek) çalışan bilim adamı, konuyu laboratuar deneyimine indirgemeden, sorunu özetle şöyle görmüştü:
Düşünce ve dil söz konusu olduğunda konu cepheleşir: konuşmanın düşünceye özdeş tutulması, bu bir, düşünceyle yazılış halinin özdeş tutulması, bu iki, kaynaştırıp özleştirilmesi ya da bunların ayrı tutulması, gibi bu dört kutupta bu “mutlak ve metafizik uçlar” arasında kalakalmıştır düşünce ve dil.
Lew Semenovic Vygotsky, çocuğu ancak bu bağı diyalektik yöntemle araştırırsak buluruz diyordu. Bu mutlak ve metafizik kömürlerden elmas teleskop çıkmaz, dibi gören mikroskop çıkmaz, gelin bu yoldan vazgeçelim, diyerek o çocuk için bir arama yöntemi mealen şöyle öneriyordu: Biz bu çocuğu kendi dil ve düşünce deneyimleri içinde ve onun kendini deneyimleyişiyle tanırsak hatta çağrışımı itici olsa da “laboratuar” ortamına, olabilecek en doğal biçimiyle, gözlemci bey’in büyük biraderinin kamerasının bile işe karışmadığı (bu demek ideolojinin bulaşmadığı) bir titizlikle bir doğal ortama taşırsak, o çocuğun dünyayı nasıl deneyimleyip yorumladığını özenle kayda geçersek, biz o çocuğu o zaman buluruz demiş oluyordu: O halde onu doğumdan bu yana izlemeye alalım ama şu yöntemle: baştan, memeyle temasından başlayarak. Emerken duyduğu seslerden, sesin ve sözün çocukta deneyimlenişini gözlemleyerek başlayalım. Aradığımız çocuğu oradan giderek buluruz.[12]
Aynı günlerde İsveçli Piaget de aynı çabadaydı. Kendi çocuklarını ev içinde gece gündüz izliyordu. Duyusal motor döneminden başlayıp soyut işlem dönemine kadar bir şema çıkarmıştı. (0- 12 yaş arası).[13] Vygostky, bu yöntemi de eksik, yetersiz ve mekanik buluyordu. Araştırmada “sözlü-yazılı kültür” farkını da gözetmekteydi. Bunun için asistanı A. R. Luria’yı, Kırgızistan’a göndermişti, İbn Sina’nın, Cengiz Aytmatov’un ülkesine.[14] Luria, yayladan inmiş çobana araştırma gereği şu soruyu soracaktır: “Sen nasıl bir insansın? İyi niteliklerin, yetersiz tarafların nedir? Kendini nasıl tasvir edersin?”
Alır çoban: “Buraya Uç-Kurgan’dan geldim, çok yoksuldum. Şimdi evliyim, çocuklarım var.” Sorar Luria: Halinden memnun musun yoksa başka türlü olmak ister miydin?”
Alır çoban: Biraz daha toprağım olsa iyi olurdu, buğday ekerdim.” Böyle dış bilgilerle yanıt veren çobana Luria sorar: “Ya eksiklerin ne?”
Çoban şöyle dedi: “Bu yıl bir pud buğday ektim. Hamdolsun eksikleri yavaş yavaş tamamlıyoruz. Luria, ısrarlıdır iç bir bilgi bulmaya: “İnsanlar çeşit çeşit. Kimi sakin, kimi sinirli, kiminin de belleği zayıf. Sen nasıl birisin?”Aldı çoban: “Biz terbiyeliyiz –kötü olsak kimse bizi saymazdı.”
Bu çobanı bırakıp başka birine aynı soruyu yöneltiyordu Luria: “Kendi gönlümü ben nasıl tarif edeyim? Nasılım ben nasıl söyleyeyim? Başkalarına sor; onlar beni sana anlatsın. Ben kendimi anlatamam” yanıtını almaktaydı. (Ong, sf.72)[15]
“Luria’nın araştırması sözlü ve yazılı kültür farkı üzerinedir. Söyleşi yaptığı kişileri, hiç okuma yazma bilmeyenden vasat derece okuryazarlara uzanan bir skalada seçer ve aktardığı veriler iki grupta toplanır: sözlü geleneğe ve yazılı temele dayanan zihinsel süreçler. Bu iki grubun taban tabana zıtlığını apaçık meydana çıkarır bu ilk araştırma… Düşünme sürecinin kökünden değişmesine sadece orta derecede okuryazarlık bile yetip artar. (Ong, s. 67)
Binboğalar’a gelince, Yaşar Kemal, Fırat ile Dicle’yi, Toroslar ile Çukurova’yı, bir ateş böceğine benzer merakla gözlemleyen, gözlemini kendinde deneyimleyen, Benjamin’in yitirdik dediği işte o çocuktur: Bir Dağa bir Çukur’a deve yükü bolluğunda, atların taşıyabileceği ağırlıkta türkülerle, ağıtlarla, destanlarla iner- çıkardı. Varlığı beş duyusuyla yakında biliyor, tanıyor, soyutlayabiliyordu: Sözlü kültürün bin yıllık ağıt, destan, efsane, türkü, mani, masal derleyicisiydi. Bununla da yetinmezdi “Köy köy dolaşıp destanlar” anlatırdı “gençliğinde.”. Kendisinin kökleri de göçebeydi. Binboğalar’da bir gezgin, bir canlı tarih kayıtçısı, annesinden aldığı elle gönülden dağlı bir destancıydı. Deneyim şansına erkenden kavuşmuş, bana bu yeter dememiş, her duyduğu destana büyülenmiş, bu tutkuyla yazan bir modern hikâye anlatıcısıydı. [16]
Destanlar çağları aşıp gelip Yaşar Kemal’i bulmuşsa, bundan Yaşar Kemal adına şunu anlıyorum: Deneyimini bir öncekinden almış olan "Anne"yi kendinde yeniden yaratmış; üstelik onunkinden başka bir dilde yaratmış, adeta bütün çağları yaşayıp gelmiş bir adam oluyor bu eşsiz adam.
Yaşar Kemal’e kendisi sorulunca, önce ailesinin Birinci Dünya Savaşı sırasında Van gölü kıyısında bir köyden Çukurova’ya gelene kadar Suriye çöllerinden aşıp savaşın yangın yeri boyunca göçüşünü anarak başlar: “Bu anlatacaklarımı ben yaşamadım. Aileden, dahası anamdan duyduklarımdır. Anamın çok güçlü bir belleği vardı. Hiçbir şeyi unutmazdı. (…) Çok da güzel konuşuyordu. Yazık ki Türkçesi kıttı. Belki Kürtçeyi bir destancıdan daha güzel konuşurdu. O bir masal, bir destan, bir olay anlatırken herkesi lâl-ü ebkem ağzına baktırırdı. Ben de onun anlatımına hayrandım… beni büyülerdi” der. (age, sf. 14.)
Okuma yazma bilmeyen annesi için “anlatımı beni büyülerdi” diyen Yaşar Kemal’in başka bir benzeri romancı ve hikâyeci Nikolay Leskov’dur. Walter Benjamin’in aynı temadaki şu sözlerini anımsamalı. Benjamin, Leskov’un sanatında annenin rolünü şöyle yorumlamıştı: “Leskov’un karakterlerinin geçit törenlerinde başı çeken dürüst insanlar da “büyüyle kurtarılmış”tır. Pavlin, Figura, perukacı, ayı bakıcısı, yardımsever nöbetçi… hepsi bilgelik, iyilik, umut timsalidirler, hikaye anlatıcısının çevresini alırlar. Onlara ruh veren kuşkusuz hikâyecinin annesinin imagosudur.” Leskov ise annesini şöyle anar: “O kadar iyiydi ki hiç kimseyi bir hayvanı bile incitmezdi. Canlılara acıdığı için, ne et ne de balık yerdi. Bazen babam ona bu yüzden çıkışır, o ise şöyle cevap verirdi. “Bu hayvancıkları kendi ellerimle yetiştirdim, onlar benim evlatlarım sayılır, kendi evlatlarımı yiyemem değil mi?” Komşusunun evinde de et yemezdi. “Onları canlıyken gördüm” derdi, “Onlar benim tanıdıklarım, tanıdıklarımı yiyemem, değil mi?”
Benjamin, Leskov’un annesinden miras bu iyilik duygusunun etkisini, “Hikâyeyi yazıya geçirenler arasında en büyük olanlar, adı sanı bilinmeyen sayısız hikâyecinin anlattıklarına en sadık kalanlardır,” diyerek karşılıyor. Yaşar Kemal, geleneksel anlatıyı dil özü sayıp gelmiş, Kürt stranlarına, Türkmen, Ermeni, Arap ve bildiği her halkın destanlarına, doğrusu her destana hayran, önce Dağ’ı, sonra Çukur’u yazmış, en son Deniz’i anlatmaya dalmış, Antikite ile Modernite arasında devasa bir köprü olmuş bu sosyalist yazarın da dengbej bir annesi var, anlatırken herkesi lâl-ü ebkem ağzına baktıran.
Destanlar çağları aşıp gelip Yaşar Kemal’i bulmuşsa, bundan Yaşar Kemal adına şunu anlıyorum: Deneyimini bir öncekinden (o bir önceki de başka bir öncekiden, sonsuza doğru giden eski deneyime) almış olan Anneyi kendinde yeniden yaratmış; üstelik onunkinden başka bir dilde yaratmış, adeta bütün çağları yaşayıp gelmiş bir adam oluyor bu eşsiz adam. Ananın Kaybı’nı bu yolla telafi etmeyi seçmiş bir yazar. Annesinin köklerini anarken “Yazık ki Türkçesi kıttı” deyişindeki yazıklanma annesinden çok kendisi içindir. Daha fazla anlayabilseydim keşke gibi. Bugün de kimi yazarlarca aynı hayranlıkla anılır annesinin türündeki destancılar.[17]
Rene Girard’ın kavramından yararlanırsak, anneden miras bu mimetik arzuya dilini deneyimlediği çocukluk çağında ana kucağında kaptırmış Yaşar Kemal’de “anne imagosu” nasıl bir anlatıcı yaratmıştır? Ya da şöyle soralım, Binboğalar Efsanesi’ni bitirdiğimizde bin yıllık bir tarihe tanık olmuşluğun bizim için bilgiçlik yararından daha fazla ne çıkarılabilir? Rus edebiyatını sözlü kültürün yazılı edebiyata geçiş sürecinde, olayları kendi yaşadığı çağ içinden konularla[18] yazacak olan Leskov’a birçok yönden benzeyen Yaşar Kemal, nasıl anlaşılabilir? Deneyim aktarımı tükenmişse artık onu anlama şansımız var mıdır? En eski dil taşıyıcı olan destancı anneden bir modern anlatıcı nasıl olmuştur? “Nasıl bir kaya belli bir mesafeden, belli bir açıdan bakıldığında bazen bir insan başı ya da bir hayvan gövdesi gibi görünürse, hikâye anlatıcısının da uzaktan bakıldığında iri, yalın hatları öne çıkar, sadece bunlar görünür” demişti Benjamin (a.g.e). Öyleyse mesafemiz nedir, bu deneyim kaynağına yakınlık ya da uzaklığımız nedir?
Yaşar Kemal de Benjamin deyişiyle, bulutlardan başka her şeyin değiştiği topraklarda çıplak gökyüzü altında buluverdi kendini. Annesinin o büyülü sözlerle anlattığı gibi anacaktır geçmişini. Hayatına, hayaline giren her bir kahramanı (hepsi de büyülü gerçekçilikten doğmuş gibidir), anlatırken duygusu şudur: “Onun başından geçen olayları anlatmak zorundayım,” der. Bir yerde de; tanıdığı bir yitik çocuğun öyküsünü anlatırken örneğin. Birinci Dünya Savaşındaki Ezidi katliamını anlatmaya başlar, çünkü bu çocuk katliamdan arta kalanlardan, nasıl olmuşsa yaşar kalmışlardandır. “Anlatmak zorundayım” diyen yazarı dinleyelim: “Bu çocuk yitince, ne yapsın, aç susuz kalmış, Çocuk sürüleriyle birlikte de dolaşmaya başlamış. Silahlı atlılar da bir yerde bir çocuk görmesinler hemen öldürüyorlarmış. Yitik çocuk bir şeyi hiç unutmuyordu. Gözleriyle görmüştü. Görmüş de yüreği paramparça olmuştu. Çölde bir tepe, Araplar çöldeki tepelere tel dikiyorlarmış. Çoluk çocuk, kadın erkek, kız delikanlı, yaşlı koca, koca karı tepeye doldurmuşlar yüzlerce insan atlılar. Uçan atları varmış altlarında, parlayan kılıçları varmış ellerinde. Atlılar, ellerindeki uzun değneklerle tepenin yöresine halkalar çıkarmışlar. ‘Bunlar Yezidi diyorlardı’, diyor yitik çocuk. Ellerini göğe açmışlar, doğan güne dönmüşler, türküler, çok yanık türküler söylüyor, ağlıyorlardı.”(age, sf. 22)
Eline kalemi artık yazmak için aldığı günden bu yana sorup düşünen yazarın da öyküsüdür Binboğalar Efsanesi. Antik çağ yadigârı bu diller ve sesler karmaşası, Türkçenin modern dilinin yaratıcılarından birinin kalemine nasıl ulaşmış, bunu da okumuş oluruz, onu okurken.
Raşit Kemal annesini yitirdiğinde, deneyimle kazanılan büyü kalmış ve çoğalmış olmalı. Ki o yüce kadından miras aldığı anlatıyı aynı büyünün içinde taşıdı. İnsanın bütün tarihini ve bilincini uğuldatan destanları aynı büyülenmişlikle, bir “şiirsel yurtsama” ile. Ama işi hiç de kolay değildir; bu kez kurşunlu, soğuk, kaydedince bir daha değişmez matbaa harflerinin anlayış merhametine sığınan modern bir yazar olarak deneyimleyecektir. Sözlü Kültür ile Yazılı Kültür arasındaki ezeli çatışmanın tam biri biterken ötekine doğru hızlı dönüşümüne, tanık olmuştur; tam da tarihin yeni bir kırılma anında. Biz onda yazının sözlü kültürü de içerme yeteneğine, en eski destan ile modern edebiyatın ahenkli bir buluşmasına tanık oluruz. Tanıklığımız, sıradan değildir; bizi büyüler, çocukken annesini dinlerken kendi büyülenmişliği gibi.
Büyü, büyüleme, büyülenme teması, onun yazar olarak kendini yaratırken neyin endişesini yaşadığı da düşündürüyor. Örneğin böyle bir yazarın, “anam gitti destanların söndüğü çağa kaldım; bu çağa destanın dilini nasıl taşırım da kaybımı azaltırım?” sorusunu kendine sormaması mümkün mü? Çünkü matbaa icat edildiği günden bu yana sözlü kültürden kalma dilin çoğaltılabilir yazıya geçmesi taş çatlasa 500 yıllık. Bilinen kadarıyla 150 bin yıllık (Afrikalı Lucy- Turkana Gölü) [19] insanlık dilini yazı dilinin kurgulu mantığına dönüştürmeden nasıl anlatabilirim diye sormaktan kaçınabilir mi? Eline kalemi artık yazmak için aldığı günden bu yana sorup düşünen yazarın da öyküsüdür Binboğalar Efsanesi. Antik çağ yadigârı bu diller ve sesler karmaşası, Türkçenin modern dilinin yaratıcılarından birinin kalemine nasıl ulaşmış, bunu da okumuş oluruz, onu okurken.
Destancı anneden, yazar Yaşar Kemal’e nasıl bir doğum gerçekleşebilir? O seslerin ve sözlerin içini, biçimini, aklını, mantığını, duygusunu yamultmadan, modern aklın soğuk laboratuarlarına ruhu yok sayılarak indirgenmiş bir denek yapmadan, ezmeden, boğmadan, nasıl duyabilirim ve duyurabilirim? Mimetik çatışmanın, etkilenme endişesinin, bir “adanmışlık” formudur Yaşar Kemal? Ama bu çatışma hangi koşullarda yaşanmaktadır?
Ulusların her birinde zorda kalmışlığın destanına çok benzeyen bu aşiret öyküsü, modern çağda yalnızca edebî kudretiyle değil, sosyal bilimler için de belgesel bir değer kazanıyor. Çünkü bütün sosyal bilim dallarını meşgul edecek bir model için gerçek bir malzeme, edebî bir form sunuyor. Romanın yayım yılı 1971. Henüz 5- 6 Mayıs 1972 yaşanmamış, Denizler henüz idam edilmemiştir, herkesin yüreği ağzındadır; Binboğalar Efsanesi bu ortamda gün yüzüne çıkıyor. Geçmişteki her şey ne kadar bugün gibi görünüyor yazara; belki de büyünün kaynağı burada, bu zaman aşırı durumdadır. Özellikle bugünün gerçeği içinde. “Geçen yıl Amerikada çıkmış bir Ermeninin anılarında yazıyordu: O kadar çok köpek, o kadar çok çocuk kalmıştır ki ortalıkta, sanki bütün dünya çocuktan köpekten ibarettir sanırsın. Çünkü, diyordu, köpeklerin sürüleri yok olmuş, sahipleri sürülmüş savaşta ölmüş öldürülmüş. … Mezopotamya çölü, Güney Doğu, Doğu Anadolu savaşta öldürülmüş, sürülmüş Ermenilerin, Kürtlerin, Türkmenlerin, Azerilerin, Yezidilerin, Nasturilerin, Asurîlerin, Süryanilerin sürüleri yokolmuş köpekleri, babasız anasız kalmış çocuklarıyla dolup taşmıştı.” (YKKA Anlatıyor. S. 21).
Destanların insan kadar eski bir yaş yaşamasını şuna bağlayabiliriz: Destancı, zafer değil ağıt da yazmış olsa (ki en fazlası ağıttır; destanın, şiirin kökü de ağıttır der Yaşar Kemal), içindeki ateşi bir yeni kahramana ulaştırmak için olayın yeniden ama zamanın uyurgezer dilini uyaran bir biçimde söyler. O kahraman yeniden ortaya çıktıkça hem kahramanlık çağının diline hem anlatı zamanının kültürüne hem de zaman denen şeye kahramanın müdahalesine uyar.
Onu daha ilk gençliğinde keşfeden Abidin ve Arif Dino kardeşler, okuması için yüzden fazla klasik kitabı hediye ederler. Koca koliden çıkan kitaplar arasında üç kopya Don Kişot vardır. Raşit Kemal, fazla diye iki Don Kişot’u Arif Dino’ya geri götürür, bir yanlış olmuş galiba diye. “Arif Dino, yanlışlık değil, dedi. Ömrünün sonuna kadar durmadan bu kitabı okuyacaksın, diye sana üç tane aldım, dedi. Ve Don Kişotlarımı gerisin geri eve götürdüm. (…) Onu okuduğumda 17 yaşındaydım… Don Kişot okuyunca yeni bir dünya buldum.” (YKKA, sf.97. Not: Şanssızlığı yalnızca şu olmalı ki, okuduğu çeviri ne yazık ki Roza Hakmen’in değildi. Elbet olanaksızdı bu, demek biz ondan daha şanslıyız. MT)
Yaşar Kemal, bireyi yaratan koşullar ve koşulları yaratan birey konusunda en az Cervantes kadar keskin bir maddeci tarih bilinci taşır kuşkusuz.
Destan çağının anlatısından büyülenmiş olan Mahzun Yüzlü Şövalyemiz (Don Kişot) kendisindeki kahramanı destan türü kitaplarda okuyarak bulmuştu. Bulmuş inanmış ve onlardan biri olmaya çıkmıştı. Pek biraz geç başlamıştı; hem kapitalizm denen “yoz çağ” artık gelmişken, hem de artık delirmişken. O tür deliliğin gizlenmiş anlamını yeni bir toplum doğarken Miguel Cervantes görmüştü. Kendisi 12 yıl Osmanlı zindanlarında esir kalmıştı, doğunun hikâyelerin bin bir türlüsünü dinlemiş, batılı belleğine yazmıştı. Don Kişot’un eylemine her adımda şaşıp kalmıştı ama kahramanının samimiyetine, tutarlı düşüncelerine, adalet duygusuna hayrandı. Çağının çarkı, çarkın saati geçmişe değil güne bağlı, yüce bir amaca değil, parasal çıkara bağlıydı; çoktan gecikmişti Mahzun Yüzlü Şövalyemiz. Cervantes ne yapsın; o kahramana “gülünç” bir ağıt yazdı. Onunki de bir kayıp öyküsüydü. Jale Parla (kitabın önsözünde) anlatır (YKY baskısı), ilk önce sıradan eğlence kitabı sayılan yapıtın kahramanı Don Kişot’un babasıydı ama daha sonra roman sanatının babası sayıldı.[20]
Yaşar Kemal’in romanlarında son çaresi kendi ilahi kudretine inanmak olan Don Kişot türü kahraman çoktur. Kendisi gibi çaresizlerin peşinde kurtarıcı olarak gezmeye başlayan Taşbaşoğlu’dur örneğin, Yer Demir Gök Bakır’da. Acıklı ve gülünçtü Taşbaş, ama yazarı onun hallerini Cervantes gibi gülünç kılıyor gibi gelmiyordu bize; çok eski bir trajediyi bu çağın dilinde yazıyordu. Benjamin’in Leskov’u yorumladığı gibi, Yaşar Kemal’in annesinden edindiği deneyime bağlılığının bir kanıtıdır bu alılmama biçimi. Ama yalnızca bu değil; annesinden edindiği “etkilenme endişesi”ni (“büyülenirdim” diyor) yaratıcılığa dönüştürmesinin de bir kanıtıdır. Yaşar Kemal, bireyi yaratan koşullar ve koşulları yaratan birey konusunda en az Cervantes kadar keskin bir maddeci tarih bilinci taşır kuşkusuz. Haydar Usta’yı daha tanır tanımaz, koşullarını da bilmeseydik, Allah ile arkadaşı gibi konuşmasını Don Kişot’un Dulsinea ile konuşmasına, sitemli yalvarışını, Mahzun Yüzlü’nün aşka yalvarışına benzetebilirdik. Ama modern aklımız buna dair çok çetrefil kanıtlar biriktirmişti; onu ne kadar sevsek de nihayet divane bulacaktık. Bu yolla yarım anlamak, elbet ki anlamak olmayacaktı.
Binboğalar Efsanesi de kahramanlar çağının bir tükeniş öyküsüdür demiştik. İngiltere’de kapitalizm başlarken, Thomas Moore, kırdan kente göçenler için “koyunlar insanları yedi” demişti. Kırdaki yün eğiren çıkrık kırılmış, yerini kentteki canavar makineler almıştı. Binboğalar’daki ya da çeltik tarlarındaki tam anlamıyla İngiltere’deki durum da değildir. Doğada özgür bireyin kentte plepleştirilmesine benzer göçebelerin durumları. Tarihin kırılma anlarından biridir bu.
“Çukurovayı getirdi gözünün önüne. Bir güz gecesini... Karanlıkta tekmil ova yıldız yıldız yanıyordu. Tarlalarda homurtularla akıp giden koca demir yıldızlar, koskocaman, demirden yıldız böcekleri... Gem vurulmuş akarsular, yollar, yollarda akıp giden, insanın başını döndüren yıldırım gibi beygirler... Toz duman, sıcak, ter, sıtma, bela... Bir acayip kurumuş adamlar... Yarı çıplak yanmış kadınlar. Hele kadınlar, hele çırılçıplak...”
“Çimenli yeşil gözlerinin akı gittikçe çoğalıyordu.” (Romandaki ilk bölümden)
Sözlü kültürün tansıklı diliyle, yazılı dilin, modern aklın ölçülerine sıkı sıkıya sarılmış dili(miz) arasındaki köprüyü, logos ile mitos arasındaki “kopuk zincir”i, yeniden onarıp kuran görünür bir teknoloji var Binboğalar’da. En eski ile en yeniyi bir anda buluşturan bir teknoloji. Açıklamayı deneyeceğim, ama Walter Ong’un yardımıyla. “Katettiğimiz yolu (sözlü-yazılı kültür çatışmasındaki- mt), en iyi “Homeros Sorunu” tarihçesini izleyerek açıklayabiliriz. İki bin yılı aşkın bir süredir araştırmacılar, bilerek ya da bilmeyerek, sezi, yanlış bilgi ve önyargılarıyla kendilerini Homeros’u incelemeye adamışlardır. Sözlü ve yazılı kültürün taban tabana zıtlığı, ya da zihnimizde yazı matbaanın etkisiyle oluşan kör noktalar, en belirgin olarak bu bağlamda su yüzüne çıkmıştır. Başından beri Homeros destanlarının ne olduklarını görmemizi kendi kendimize koyduğumuz yasaklar engellemiştir.
Eski çağlardan günümüze dek, İlyada ve Odysseia, batı kültürünün gelmiş geçmiş dinsel olmayan en üstün, en gerçek ve en coşkulu şiir örneği sayılmışlardır. Ve her devir daha önceden bahşedilen bu üstünlüğü açıklamak için destanları, kendi devrinin şairlerinin yazdıklarından ya da yazmak istediklerinden daha üstün yazma eğilimini göstermiştir. Romantizm akımıyla “ilkel” kültür, esef edilecek bir kültür devri olmaktan çıkıp, zengin bir kültür aşaması olarak yorumladıktan sonra bile, araştırmacılar ve okurlar yaşadıkları dönemde kendilerine yakın buldukları değerleri ilkel destanlara yakıştırmayı sürdürmüşlerdir. Bu kültür şovenizmini kıran ve kabul edilegelmiş şiir ve şair kavramlarıyla ters düşse de “ilkel” Homeros destanlarını özgün biçimleriyle ilk ele alan, klasik edebiyat uzmanı Amerikalı Milman Parry (1902-1935) olmuştur.”(Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür, Metis. sf.30-32)
Milman Parry şunu bulmuştu: Destanda bellek teknolojisinin nasıl işlediğini, destan geleneğinin sözel bellekte nasıl bir güçle yer ettiğini, şiirsel tekniğin bunda nasıl bir rol oynadığını saptamıştı. “Parry’ye yol gösteren asıl kaynak, “Fransız sözlü geleneğinden kopmamış, (olan)… uzun yıllar Ortadoğu’da yaşayan Cizvit papazları” olmuştu. Sözü birleştirme tekniği belleğe nasıl bir kalıcılık kazandırıyor, bunları incelemişti Parry. Bu araştırma dilbilim ve edebiyatta büyük bir çığır açtı.
Homeros Destanının tarihsel gerçekle ne tür bir bağı vardı? Nerden bilebilirdi, kendisinden beş yüz küsur yıl önce yaşananları “kör ozan”? Homeros için, söylediği destanın yaşanmış mı hayali mi olduğu, uzun yıllar bilimi meşgul etmiş ve sonunda multi disipliner kanaat kesinleşmiştir ki, her şey yaklaşık doğru, bir tek Olimposlular yanlış. Ortak kanı şu ki: Homeros hâlâ edebiyatın iki büyük hamlesinden ilkidir (İkincisi Don Kişot). Der ki Vico: “Altın Çağda, şairler, kahramanlarla tanrıların yeryüzünde arkadaşlık ettiklerine bizi inandırırlar. Çünkü daha sonra göstereceğimiz gibi gentiller arasında ilk insanlar, basit, kaba ve imgelemlerinin güçlü tılsımı altında korkunç batıl inançlarla doldurulmuştur ve onlar, gerçekten, yeryüzünde tanrıları gördüklerine inanmışlardır. Aynı düşünce birliğinden dolayı, Doğulular, Mısırlılar, Grekler ve Latinlerden her birinin de diğer uluslardan habersiz olarak tanrıları gezegenlere, kahramanları sabit yıldızlara yükselttiler.”
Vico, bu bilgiyi bizlerden sakladığı için, (herhalde açık açık akılcı biçimde yazmadığı için) Homeros’a sitem eder: “Şimdiye kadar bilinmeden kalan Homer, uluslar arasında efsaneler ya da fabllarla dolu zamanların gerçek kurumlarını ve çok daha fazlası bilgiden ümidin kesildiği karanlık zamanın kurumlarını ve son olarak da tarihsel zamanın kurumlarının ilk gerçek kaynaklarını bizden saklamıştır.” (Yeni Bilim, sf 27)
Homeros’un mitos’uyla Sokrates’in logos’unun kavgası bu çağda da bitmemiştir. Bu kavganın en can alıcı yeri şurası: Şairler, kahramanlarla tanrıların yeryüzünde arkadaşlık ettiklerine bizi inandırabilirler mi, bu inanç boş mu değil mi ya da anlaşılıp anlatılabilir mi? sorusuna verilen yanıtlardır. Antropolojinin en fazla 200 yıllık, dilbilimin Saussure ile başlayan tarihi ve yeni bulguları da bunları sorduruyor ki, kiminin barbar, kiminin ilkel dediği bu direnen savaşçının modern mutsuzluğuna neden olan, “Devletsizlik” çağından kalmış bir Altın Çağın ütopyasıdır. İşte bu ütopya modern dilde de yaşıyor, Binboğalar Efsanesi’nde. Komün yaşantısının kalıntısı sözlü dilin içinde yazı deneyimli bir akılla yan yana yaşıyor ve her zaman çarpışıyor, bugünde bile. Bugünün içindeki bu çarpışmanın da tanıklığıdır Binboğalar Efsanesi. Örnekse, Karaçullu’nun din düşüncesi; dünyadaki bütün mazlum hakların en eski son sığınağıdır. Ama herhangi bir kavmi anlamakta uzun süre zorlanan bilimsel düşünce, araştırma merakını tüketmedi çok şükür. (Örnek 1: Devletin bütün toplumlar için bir kader olduğu yönündeki ilerlemeci kuramı yetkin araştırmalarıyla çürüten Pierre Clastres. Örnek 2: Sözlü Kültür ile Yazılı Kültür arasındaki uzlaşmazlıkların kaynağına inen Walter Ong).
Neyse ki destan çağından modern çağa ışınlanmış bir romancı kılığına bürünmüş bir şair var Türkiye’de. Kahramanı Koyun Dede şöyle konuşturuyor: “Dünyada her şey var. Ağaç, kuş, toprak, türlü kokular, nimetler... Toprak bereketli, toprakta yüz bin, bir milyon doğurganlık... Akla hayale sığmaz. Sular, yıldızlar... Hepsi de insan için yaratılmıştır. Bu gece yüreğinizi iyice temizleyecek, arıtacaksınız... Eğer içimizden bir insanı aşağılıyorsanız, aşağılanacak insan yoktur, bunu böylece bilin. Eğer bir insan için kötülük düşünüyorsanız, kötü düşünülecek insan bu dünyaya gelmemiştir, bunu böylece bilin. Dünyada kötülük yoktur. Kötülük uydurmadır. Dünyada iki türlü iyilik vardır. Işıktan bir değnek alın elinize, uzun bir değnek... Değneğin bir ucu çok parıltılı, bir ucu daha az parıltılıdır. İşte iyilikle kötülük arasındaki fark bu kadardır. Bunu böylece bilesiniz. Mervan kendince kötü değildi. Biz onu kötü yaptık. Bizim kötümüzdür. Yüreğinizi bu gece sabaha kadar arı tutun. Gerçeğe hüüü, dostlar... Dostluğa hüüü...”
Bu söyleyişin, bu seslenişin bir benzerini cemlerde bugün de duyarız ama bundan 150 yıl önce Kuzey Amerika yerlilerinden duyan bir bilim öncüsü vardı. Morgan.
Morgan’ı ABD’yi yönetenler dinlemese de Avrupa’da devrimci Marx- Engels dinlemiş ve toplum biçimlerinin gelişimi kuramlarına Morgan’ın emeğini dayanak yapmışlardı. Binboğalar Efsanesi ise, Morgan’ın araştırmasını şiir, destan ve romansal imgeler yoluyla, dilde, anlatıda canlandırmaktır. Ama zaten bunu edebiyat ezelden beri hep yapıyordu.
Modern çağda yeniyi yaratan, çocuk meraklı insanın hayalini kışkırtan en önemli araç teleskoptur. Pek inandırıcı değil ama bir rivayete göre Newton’un geliştirdiği teleskopun aletler içindeki rolünü, destan türünün anlatılar içindeki rolüne benzetmeyi ve bunun Yaşar Kemal ile bağını düşünmeyi deneyeceğim. Her şey gözden şu ya da bu oranda uzaktadır; o bir şeyi yakına getirdikçe onun ayrıntısında, ondan uzaklaşmak yerine, gözümüzün önündeymiş gibi gösteren teleskop, o aletten umulandan daha fazla bir düşünce, bir hayal biçimi yaratmıştı. Ağacından düşen elmanın yerçekimli hızı da parçalara bölünür olduğunda bulunan bilgi evrende her şeyin bir etki tepki içinde birbirine zincirleme bağlı olduğunu gösterdi. Bunu kutsal da az çok söylüyordu ama icat ettiği teleskopla büyülenen yeni gözün gücü yerçekimi yasasını bulduktan sonra bir daha eskisi gibi bakamadı dünyaya.
Teleskop bulunmasaydı dünyayı bugün bildiğimiz gibi bilmeyecektik. Ama bize teleskop benzeri gözün bir işaretini Homeros göndermişti: Göz görmese de sözlü gelenekteki bilinç görmüştü. (James Joyce hiçbir şeyde bulamadığı uzgörüyü Homeros’ta bulduğunu söyler.) Homeros, anlattığı savaştan 500 yıl sonra yaşamış denir, elbet yaşamışsa. İlk bölüm, “Sesleniş”, tam 610 dizedir. Bütün bölüm şu duygunun ayrıntısında gizlidir. Öfke. Akhilleus’un öfkesi. Tam bir ayrıntı şiiridir bu parça. Homeros bu kadar ayrıntılı nasıl görebilmiştir?
İşte bu nedenle modern çağın Binboğalar Efsanesi gibi yapıtlarını eski çağların teleskopçusu Homeros’unkilerle kıyaslarız. Asla kopya olamayacak bu benzerlik nereden gelir? Ama daha sıkı tuhaflık, yaşananların bugün de o destanlardakine benzemesidir. Şengal’den Kobanê’ye izliyoruz. Suruç’luların ya da oraya gidenlerin dikenli teller ardından izleyenlerin hepsinin elinde teleskop. [21] Yeni Truva’ya teleskopla bakıp tüm dünyaya canlı yayın yapıyorlar artık. Destancıyı bu çağda kim dinler? Binboğalar Efsanesi’ni bugünün Ortadoğu gerçeği olarak okumak da mümkün.
Beş yüz yaşındaki kapitalizme gelene kadar tarihin kadim döneminden kalma bu tür insanlık hücreleri yağmur damlaları kadar boldu; beton kentler zalimleştikçe bu madunlar izbelerde, koyuklarda sine sine yaşadı, söne söne de kayboluyorlar. Ama ölmüyorlar. Şehre getirsen, zindana tıksan bile kolay kolay ölmüyorlar; nihayet aralarından birileri dirilip kalkıyor, 5- 6 Mayıs’ta gene bir dilek diliyor Hızır’dan. Bir başka aynı günde, Hıdrelllez’de Denizlerin asıldığını duyan işte bu göçebe gelenekli halklar, kendi kahramanlarına yaktıkları ağıtların benzerini söylemişlerdi, yiğitlerinin ardından. Bu insanlık laboratuarındaki en kadim hücreler kapitalizmin ateşinde kuruyup gitti sanmışız. Değilmiş. Ansızın geri dönüyor ve hepsi birden Karaçullu oluyorlar. Adana’da, İstanbul’da, Roma’da, Paris’te, Berlin’de, New York’ta işçi olmak, el kapsında çiftçi olmak, gittiğin her yerde aşağılanmak, horlanmak, ezilmek sömürülmek elbet bu insanlık hücrelerinin canına okumuştur. Ama kolektif eylem denen üretici güç, bize bir tarih mirası bırakmıştır. Osmanlı’nın ya da Türkiye’nin tarihini yapanlar onlardı, onları unutamayız; şehirde kanserleşmiş hücrelerinden yaka silkmeye hakkımız yok. O kolektif aksiyon durmuyor; 1960’tan bu yana şehirlerde binalar kurup tarihini yazıyorlar. Yaşar Kemal’i, Orhan Kemal’i, Latife Tekin’i edebiyata gönderen onlardır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya tarih tezini yazdıran onlardır. Psikanalize “ortak bilinçaltı” kavramını armağan eden de onların tortul hikâyeleridir. Nihayet felsefenin son büyük atağı, Deleuze ile Guattari’nin “Bin Yayla” kuramı bu toplumların soyutlamasından kök almadı mı? Antropoloji, sosyoloji, dilbilim bu toplumlara bakarak insanın kendisini anlamasına bilimsel bir bakış kazandırmadı mı? Destanlar çağında değiliz; insan aklının yıldızlara ulaştığı çağda yaşıyoruz. Haydar Usta o sihirli kılıcı, yazarının eliyle bizlere armağan ettiyse biz ne yaptık? O kılıcı bize bırakmadı mı yoksa?