The Irishman dolayısıyla Netflix

Netflix algoritması sizin sinema seyir zevkinizi anlamak için uğraşıyor ve sonra size önerilerde bulunuyorsa, ileride sizin zevkinizi de manipüle edebilecek demektir. Edemez mi?

Netflix’in yapay zekâ içerdiği iddia edilen kişiye özel içerik tavsiye robotu beni hâlâ çözemedi. Sanırım çözemeyecek de… Zira aile izleme ayarlarına göre, bizim çocuklar, yaş kısıtlaması yüzünden seyretmemeleri gereken dizilere, hep annesi ve benim hesabımdan girip eriştiklerinden, önceden belirlenmiş teamüllere uymayan eğilimler yaratıyorlar. Kafası karışan sistem, benim için “bu ne garip bir izleyici” diyor ve apışıp kalıyor. İçimdeki çocuğun, hem de ergen kız çocuğunun etkisini ve derinliğini anlayamıyor zavallı.

Ustaların son buluşması diye tabir edilen bir sinema filminden yani The Irishman’den bahsederken aslında Netflix denilen “on demand” platforma getireceğiz konuyu. “On demand” teriminin Türkçe karşılığı “isteğe dayalı”. Aslında “Talebe binaen” de denebilir ama “talebe” genelde eski toprakların “öğrenci” olarak kullandıkları bir kelime olduğundan ve bizim kız da aktif bir öğrenci olduğu halde bu platformu her daim takip ettiğinden aklım oraya gidiyor. (Ne yapalım işte, baba korumacılığı: O dizileri nasıl seyretmiş, nasıl anlamış?)

Ayrıca başka bir paralel uzayda, hazır Soner Yalçın para kazanmak için bizleri öldürmek isteyen “kızamık aşısı” üreticilerinin korkulu rüyası olmayı biraz erteleyip, bu sefer Netflix gibi platformlara takılmış vaziyetteyken... Diyor ki “Netflix son dönemlerle ısrarla, komplo teorileriyle harmanladığı ezoterik dizilerle “yığınları” bir geleceğe hazırlıyor.” – Yığınlar kelimesi tırnak içine alınmakla kalmamış, ayrıca koyu harflerle öne çıkartılmış.

Ben de “Soner Yalçın” modeli katıksız bir komplo teorisyeni olsam kendimden başkasının komplo teorisi üretmesini istemem! Yani komplo teorisi üreticiliğinde bile rekabet çok çetin. Fakat Soner Yalçın’ın bu kesif rekabette ortaya koyduğu performansa dayanamıyorum, örneğin yazısında “mehdi” derken Adnan Hoca ve Hasan Mezarcı örneklerini verdikten sonrasını getiremedim. Dayanabilen okur.

Yine de siz sarf ettiği “ezoterik” kelimesine takılmış olabilirsiniz. Uzun bir süre kapalı kalan Vikipedi, bakın ne diyor bu terim için: Ezoterizm, bir konudaki derin bilgilerin ve sırların ehil olmayanlardan gizlenerek, bir üstat tarafından sadece ehil olanlara inisiyasyon yoluyla öğretilmesidir. Vikipedi’de görmeye alıştığımız imlâ hatalarını ben düzelttim ama bir de şimdi “inisiyasyon”u açıklamak lazım. Kısaca “müritlerin, uçamayan şeyhi uçurması” diye özetlesek yerinde olur. Kısaca Yalçın, gizli bir tarikat şeyhinin yolunu izlediğini iddia ediyor Netflix’in.

“Kızamık, suçiçeği filan ölümcülmüş, beni ilgilendirmez, ilaç şirketleri daha da zengin mi olsun” deyip çocuğunuzu aşılatmadınız, Corona virüsü için de aşı yerine –alternatif olduğu gibi üstüne üstlük organik olan– üzüm sirkesinin sizi koruduğunu filan düşünüyorsunuz, mehdilik propagandası yaptığından Netflix aboneliğinizi kapattırmak üzeresiniz… Demek ki artık konuya gelebilirim: Bu yazıda Netflix’in ne korkunç bir canavar olduğundan bahsedilmeyecek. (Aslında daha çok ilgi çekebilirdi öyle yazsam). Ben Netflix’in sinemanın sadece tüketilme şeklini değil ayrıca üretimini de değiştirdiğini anlatacağım. Artık her evde birbirine girmiş X, Y, Z, Alfa, Beta kuşaklarının hep birlikte sinemaya bakış açılarını nasıl farklılaştırdığından bahsedeceğim. (Belki işin bu kısmı daha da korkunç, onu bilemem.)

Netflix sinemayı bitiriyor mu? Yoksa tam tersine sonsuz bir finansman sağlayarak filme çekilemeyecek eserlerin var olmasına imkân mı sağlıyor? Netflix sinemaya katkı sağlayacak ve onu dönüştürecek ama sinemayı beyazperdede seyretmek artık nostaljik bir aktivite haline mi gelecek?

Türkiye’de her köşe başındaki döviz büfelerinin, halı sahaların, VHS Betamax video kiralama dükkânlarının ve hatta lokmacıların eriyip gidivermesi gibi Netflix yüzünden sinema salonları bütün dünyada tarihe mi karışacak?

Şu da sorulabilir: Verdiğim diğer örneklerin hayatımızdan çıkması bizi çok mu olumsuz etkiledi, her köşe başında lokmacı olmaması hayat kalitemizi düşürdü mü? Peki sinema seyretmek için beyazperdeye mahkum kalmamak bizi olumsuz mu etkileyecek?

Bunlar sinema endüstrisi içinde tartışılıyor tabii ki: Mesele Cannes’da alevlendi ve Berlin’deki Altın Ayı film festivaline katılan filmleri gösteren 180 sinema salonu sahibi, kültür bakanlığına başvurarak “Netflix’in büyük festivalleri ve film ödüllerini tanıtım platformu gibi kullandığını” ileri sürdüler; örneğin Berlinale'de Altın Ayı için yarışan Isabel Coixet’in Elisa ve Marcela isimli filmi Netflix yapımıydı, o filmin “yarışma dışı gösterilmesini” talep ettiler.

Sanat sanat için midir? Yoksa halk için mi?

Cevap: Tabii ki sanat para içindir. Öyle soruya, böyle cevap. Zaten ne yani, Edebiyat-ı Cedîde’den miyiz ya da II. Abdülhamid döneminde, Servet-i Fünûn adlı dergide mi yayınlanacak bu makale? Yüksek ihtimal Google Chrome ya da Safari kullanacaksınız. O yüzden sıkıcı edebiyat derslerinde hocanın bile okumadığı kompozisyon konusu değil bu yazdıklarımız der, geçeriz. Dünyanın en önemli sokak sanatçısı olan Banksy'nin İngiltere parlamentosundakileri şempanzeye benzeterek resmettiği eseri Devolved Parliament açık arttırmayla 9.8 milyon sterline satılmıştı…

Ha bir de aynı Banksy’nin lüks açık artırma mekânında satışı yapılır yapılmaz, yani fiyatı kesinleşir kesinleşmez uzaktan komutla çerçeveye gizlenmiş kâğıt imha makinesi tarafından –nedense sadece yarısına kadar– öğütülen tablosunun 1.8 milyon dolara gittiğini unutmayalım. Banksy kendi Youtube hesabında tablonun bütünüyle öğütülmesini planladığını iddia ediyor, provalarda öyleymişmiş. Eser kendini yarıya kadar imha ediyor ama fiyatı iki katından fazla artıyor bu minik şov sayesinde. Falan filan.Sanatın sivri ve şaşırtıcı hallerini saymakla bitiremeyiz: Sanat bazen yıkıcıdır. Bazen de... Duvara bantlanmış muz konusuna değinmediğimi fark ettiniz sanırım. Geçiyoruz.

İnternet teknolojileri yıkıcıdır

Martin Scorsese, Netflix’te yayınlanan son filmi The Irishman’i “telefondan” izlememeleri için izleyicilere çağrıda bulundu. Akabinde zaten yeteri kadar içeriğe boğulmuş şımarık kullanıcı “onu filmini Netflix’e satmadan önce düşünecektin sen” diye çemkirdi. İçerik tüketicisi zaten artık üzümü yemeyi değil, bağını bile sormadan bağcıyı dövme peşinde.

Biz “sinema, beyazperdede izlenir” sözüne omuz silkenlerden değiliz, biline.

Bilenler bildi, bilmeyenlerse acıyla idrak etti: İnternet teknolojileri yıkıcıdır. Hem de bu yıkıcılıktan nasibini alan sektör, gelecekte nasıl yıkılacağını, darbenin ne şiddette ve hangi hızla geleceğini tahmin bile edemez çoğunlukla. Çok azı hazırlıklıdır ve değişime ayak uydurabilir.

Sinema filmi izlemek için evden ayrılmak, salon neredeyse oraya ulaşmak, efendim en önemlisi trafikte zaman harcamak… Bitmedi, ucuz sayılmayacak bileti satın almak. Yer seçmek, film beğenmek. Reklamlara katlanmak… Sinema salonuna gitme angaryasını, farklı bir sosyal aktivitenin parçası haline getirmek gibi bir şansınız yoksa yani “partnerinizle, ailenizle ya da arkadaşlarınızla sosyalleşme” ihtiyacını karşılama gibi hayatî bir görev yerine getirmemişseniz, çok zahmetli bir aktivite olduğu ortada. Bir de tabii, gittiğiniz yer büyük ihtimalle kendi başına bir salon olmayıp AVM’nin bir köşesindeki bir sinema salonu olacak…

Netflix nasıl doğmuştu?

Net, Internet’in kısaltması, Amerikalılar filmlere kısaca “flicks” diyorlar. Firma önceleri DVD kiralayan ve sonra da DVD’leri posta yoluyla müşterilerine dağıtan bir kurumdu. Sonra içerikleri Internet üzerinden bir platformla dağıtmaya başladı.

CD ve sonrasında DVD... Hâlâ kullananlar var mı? Birer kayıt aracı olarak bu ortamların bazı sorunları vardı: Bir kere evdeki DVD yazıcılarla veri yazılan DVD’ler çok narin. Fotoğraflarımı yedeklediğim yazılabilen DVD üzerindeki gümüş renkli tabakanın, güneş görmediği ve çok iyi koşullarda saklandığı halde 5-6 yıl sonra kendiliğinden elime sim gibi yapıştığını görünce paniklediğimi hatırlarım. Google Fotoğraflar’a yedeklemiş olduğumdan çok dertlenmedim. Yine de yüksek çözünürlüklü olanlardan kaybım olmadı değil.  Ondan sonra 2 Terabyte kapasiteli hard disklere mahkum kaldım. Pahalı gibi gözükse bile DVD’den çok daha verimliydi.  Verimli olmasına verimli, ama evde bir disk sunucu (NAS Server) kurmam gerekiyordu. İçindeki diskler ayrı para, bu alet ayrı para.

Sonra bulut teknolojilerine daldım. Keşke o eski vizyoner ulaştırma bakanımızı, bulut bilişim konusundaki “… hikmetine fazla şeyapmamak lazım” sonuç cümleli öğüdünü dinleyeydim! 

Dinlemedim onu, fazla şeyaptım, hâlâ bulut veri depolamaya ve ona erişmek için hızlı bir internet altyapısına para bayılıyorum. 

Tabii ki mimari projelerimi ve onların yardımcı dosyalarını saklamak daha kritik bir konuydu. Zaten asıl görevi bulut teknolojilerini geliştirme ve ülkenin daha verimli kullanmasını sağlamak olduğu halde “fazla şeyapmayın” diyen bu bakan, başbakan oldu, Cumhurbaşkanı yardımcısı oldu filan ama sonra İBB  Başkanı adayı oldu. Seçimi kaybetti ve sonra erteletti ve ikinci seçimde 800.000 fark yedi.  Fazla şeyapmadı, bu hezimeti ona yine ballı bir makam tahsis edildi çünkü. 

Teknoloji ne iyidir ne kötüdür ne de nötr… 

Fazla şeyapmadan sinemaya döneyim ben. Sinefil miyim bilmiyorum ama sıkı film izleyicisiyimdir. Ama asıl özelliğim, seyrettiklerimi kolay kolay unutmamam. Bir de, çok sevdiğim filmleri bir daha seyretme takıntım. Artık evde konumlar değişti, ailede sinemayla ilgilenen sadece ben değilim. Çevrelerini anlamak için sinema filmlerini metafor kaynağı olarak kullanmaları olası, Almanca ve İngilizceyi akıcı konuşan iki adet kız çocuğu sahibi olarak, onları Youtube’daki hafif içerikten kurtarmak gerekiyordu. Bu ihtiyacı ne DVD ile ne hard disk ile karşılamak mümkündü, ne de evde çok para harcayarak kuracağım bir medya sunucusu ile…

Yani her içeriğe istediğiniz her an, hemen erişmek arzusu yüzünden ister istemez dijital platformlara mahkum kaldık. Herkes gibi!

Ve herkes bizim gibi talepkâr olunca, sadece Netflix dünyadaki Internet veri dolaşımın %15’ini işgal eder hale geldi. Bu inanılmaz bir oran!

Yazının girişindeki büyük resme tekrar bakınız. Netflix'in tüm dünyaya hizmet eden sunucu odalarından biri bu... Netflix'in kendi tahminine göre, bir saatlik bir 4K Ultra HD video için ortalama 7 GB veri aktarmak gerekiyor. Bir saatlik akış, tahminen ve kabaca 0,1025 kWh elektrik tüketmekte... Yani et için yetiştirilen büyükbaş hayvanların çıkardığı gaz yüzünden küresel ısınma endişesi duyulurken, Netflix filmleri seyrederken harcanan elektrik de az zarar vermiyor çevreye...

Nasıl müzik piyasası kişilerin kendi seçimleriyle şekillenen özel kullanımlara doğru üretimi çeşitlendiriyorsa (Spotify’ın kişiye özel “radyosu” yani çalma listeleri artık normal radyodan daha çok kullanılır hale geldiyse) film seyretme alışkanlıkları da sinema üretimini etkiler hale geldi. Yani eski süreç değişiyor. Eskiden yapımcı filmi yapar, seyirci bunu seyrederdi sonra gişe hasılatı iyiyse yapımcı bir film daha çekerdi. Yapımcı ne tür film yapacağını, seyircinin ne seveceğini takip eden algoritmalara sorarak anlıyor artık.

...Fakat pahalı olduğuna eminiz. Dönüştürücü olduğuna da!

Tavuk da internetten, yumurta da… Yani Netflix sizin sinema seyir zevkinizi anlamak için uğraşıyor ve sonra size öneriler veriyorsa ileride sizin zevkinizi de manipüle edebilecek demektir. Edemez mi? Neyin seyredilip seyredilmeyeceğine karar vermiyor gibi görünür, her şeye siz karar veriyormuş gibi zannedersiniz ama son tahlilde daha baştan neyin çekilip çekilemeyeceğine karar verir. Yani kendi istediğini destekler, istemediği içeriği fonlamaz. Aslında size seçim hakkı tanımaz. Desteklediği yapımlar bir anda Netflix yapımı oluverir. Sinema pahalı bir iş kolu. Fonlanmamış bir sinema endüstrisi sürdürülebilir değildir. Sinemacıların seçenekleri sınırlı: Ya gişeden ya DVD kiralarından ya o filmin pelüş oyuncakları ve plastik figürlerinden gelenlerle idame edecekler ya da Netflix gibi bir fonlama aracına ihtiyaç duyacaklar. Netflix önünüze ne geleceğini kendi baştan seçmişse siz özgür irade ile bir şey seçmiş sayılır mısınız?

Netflix’in algoritması sadece kendi istediklerini önünüze sunar ve size çoktan seçmeli bir haliniz olduğu hissini tattırır. Fakat seçenekleri de o belirlemiştir zaten. Hangi özgür irade, hangi özel seçimler? Şu dünyada K24 tek kritik sitesi olsaydı, içinde yeteri kadar yazı olsa bile bu yazıyı okumak zorunda kalırdınız. Fakat bakın, buraya kadar okuduğunuza göre gerisi de gelecektir. Ha gayret… Bu sizin seçiminiz en azından!

Netflix bu maddi güçle sinemayı da şekillendirirken yani sizi ruhunuz duymadan yönlendirirken, kullanıcıların saat kaçta neyi seyrettiğinden tutun, uzun filmleri kaç parçada izlediğinden (The Irishman pek bir uzun) hangi ülkede neyin popüler olduğundan, neyin artık daha az tercih edildiğine kadar daha aklınıza gelen gelmeyen her konuda bilgileri derler, sentezler.

Zaten çevrenizde size sinema filmi ya da dizi önerisi veren biri olmadığında mecburen Netflix’ten yardım alacaksınız. DVD ya da kaset; o kadar fazla filmi arşivlemek de mesele zaten. Size böyle arşivi olan birinin tavsiye vermesi de büyük yük. O kadar filmi kategorize edip hatırlamak da mesele…

Bu yüzden ben Netflix öncesi bir Excel dosyasında tuttuğum sinema filmi bilgilerini artık bir Pinterest panosuna koydum. Bu panoda bazı yapımların sadece isimsiz afişleri var. Bir göz atın belki aynı filmlerin üzerinden geçmişizdir.

Beyazperde kararıyor mu?

Beyazperdeyi yani klasik sinema salonlarını mesnetsiz yere övüp koruyacak değilim. Haydi sinema salonları yıkılmadı, Emek Sineması hâlâ ayakta diyelim. Sinema salonuna gidenler değişmedi mi? Bana sorarsanız, salonda dakikada bir cep telefonunu kontrol edenlerden bıktığım için sinemaya gitmiyorum ben. Para vermişsin, bilet almışsın, karşında devasa bir perde, film oynuyor, pür dikkat izlemen lazım ki ufak bir detay dahi kaçırmayasın. Fakat o da ne, film ne kadar heyecanlı olursa olsun dakikada bir akıllı telefonunu kontrol etme ihtiyacı duyan seyirciler var. Sen perdeye odaklansan bile yanındakinin önündekinin, beyaz beyaz parlıyor suratı. Konserde sanatçıların millete cep telefonunun ışığını açtırıp, selfi çektirmesi gibi salonun yarısının suratları parlıyor. Salonda tüm film boyunca telefonuna bir kere bakmamış seyirci bulmak mümkün değil neredeyse. Sinemaya kadar gidip, filmi seyretmek yerine salonda tanımadıkları izleyicilerle, wifi üzerinden online oyun oynayanla karşılaştım ben.

Şu anda bulunduğum yerde (Silikon Vadisi, Kaliforniya) efsane sinema salonları var. Hâlâ araba içinden film seyredilebiliyor mesela. Arabanı park ediyorsun, radyonu açıyorsun sadece oraya hizmet eden bir FM frekansında arabanın ses sistemiyle film seyrediyorsun. Ya da normal koltukların iki katı genişliğinde tamamıyla yatabilen (evet bildiğin yatarak) ısıtmalı soğutmalı –ve hatta masaj yapan– deri koltukların zevkine varabiliyorsun.

Ancak dediğim gibi, sinema salonuna gideceksem o akşam, pijamaları çekemeden elbiselerin üstünde ve dünyadan kopuk üç saat zaman ayırmak gerekiyor. Salona ulaşmak için bir de trafikte geçen zaman. Eh trafiği çekmeyeyim dersem, geç saatteki seanslara gidiyorum o zaman da eve geç vakit gelme durumu var. Hem de ne geç. Siz de son seanstan çıktığınızda, kapanmış bomboş bir AVM’den, yemekçilerin olduğu en üst kattan bodrum katlardaki arabanıza yorgun argın yürümek zorunda kalmışsınızdır.

Dalga geçiyorum ama beyazperde fetişistliği çok anlamsız bir takıntı değil tabii ki. Hem bu yazıyı size Interstaller’ı IMAX’te seyretmek için işi gücü bırakıp öğle vakti sinemaya giden biri yazıyor… Sonra bir arkadaşımla ikinci kez gittim o özel salona. Hans Zimmerman’ın müziği eşliğinde Chirstopher Nolan’ın, patlamış ve uzay boşluğunda dönen uzay istasyonuna aynı hızda dönerek kenetlenme sahnesinde kendimden geçtim. Patlama anı uzaydaki kameradan görüntüleniyor. Doğal olarak ses yok. Kenetlenme seansı seyirciye o kadar aktarılıyor ve gerilim de gerilim. Müziği bu salonda çalınsın diye yapılmış.

Sonra Cooper diyor ki, dönme hızını analiz et, bağlanacağız. Yahu sadece Cooper değil sen de dönüyorsun o salonun içinde. O ne müthiş gerilim… Kenetlenme sonrası gerginliğin bitmesiyle dişlerini ve yumruğunu sıkmayı bırakırsın. Şimdi ufacık bilgisayar ekranından ve kötü hoparlörden bu gerilim nasıl aksettirilsin? İnanın ben de bağımlısıyım özel olarak beyazperde için üretilmiş filmlere ve onların seslendirilmelerine.

Hatta bakın dayanamıyor ve aynı filmdeki “Dalga sahnesi”ni aşağıya ekliyorum. “Bunlar dağ değil” diyorlar ya. Hani bir de “Bir saat yedi yıl burada” diye başlıyorlar işe.

Böyle şovlar için sinemaya gitmek lazım. Çok özel içerikler için, elbette çok özel anlar ve imkânlar sunulmalı: Örneğin hayatımıza sinema girdikten sonra bir sanat dalı olarak tiyatro bitti mi? Ya da fotoğrafçılık çıkınca resim sanatı yok mu oldu? Hayır. Dijital platformlar çıktıktan sonra devasa beyazperde bitmeyecek. Bunu görmek, tahmin etmek çok zor değil.

Ayrıca K24'te geçen yıl yayınlanan söyleşisinde Jak Şalom'un dediği gibi: "Sinema salonları birer kamusal alandır. Onları boş bırakmayalım." Kamusal alanın boşaltılması bütün dünyada iktidarların işine yarar.

Ama kamusal alanda nasıl sebat edeceğiz? Seyredilecek görülecek çok yapım var olmasına var ama biz de sinemadan çıkamayacak kadar zengin, işsiz veya genç değiliz. Şimdiki aktif seyirci kuşağı zaten hayatından bezgin. Genellemek istemiyorum ama sinema hakkında konuşan, yorum yapan ve tartışan genç o kadar az ki çevremde, bir yerde karşılaşsam zavallı çocuğu sorguya çekiyormuşum gibi oluyor.

Çocuklar için artık uyaranlar da farklı. Şimdiki kuşağın “Hele bir önüme gelsin de ben o içeriği tüketip tüketmeyeceğime canım isterse karar veririm” şımarıklığı belirgin. İçerik olarak hiçbir sıkıntı çekmiyorlar. Toplamda edebiyat çöküntüye mi uğradı, dert değil; zaten kitap okumuyorlar. Popüler müzik endüstrisi uzun zamandır doğru dürüst bir yapım ile karşımıza çıkmıyor. Fakat müzik dinleyicisinin bunu dert ettiğimi görmedim. Ne varsa işte olduğu kadar. İçerik sıkıntısı zaten yok, içeriğin kalitesine takılan da yok.

Hem neden umurlarında olsun ki? Internet ve yeni teknolojiler, müziğe, kitaba, taşımacılığa ve her sektöre ayrı ayrı etki edecekti de sinemanın beyazperdesine mi etki etmeyecekti? Netflix gibi platformların yıkıcılığından beyazperdeyi korumak için bazı çabalar da var ayrıca. Fransa’da sinemalarda gösterilen film, ancak üç yıl sonra başka mecralarda yayınlanabiliyor. Cannes bundan sonra sadece Fransız Sinema salonlarında gösterilmiş filmlere yer verecek. Aynı şekilde Oscar ödülleri için filmin New York ve Los Angeles sinema salonlarında en az bir hafta oynamış olma şartı aranıyor.

Mısırlı bilet

Paris’te Berlin’de sorun olur da bizde olmaz mı? Ülkemizdeki sinema salonlarında pazar lideri pozisyonundaki Mars Grup ile film yapımcıları arasında bir polemik gündeme damga vurmuştu bir ara. Mars Grup Kurumsal İlişkiler Direktörü Aslı Irmak Acar "Cem Yılmaz olmazsa başka Cem Yılmazlar çıkar" deyince, Yılmaz Erdoğan da, "Yeni bir Cem Yılmaz çıkaracağını söyleyecek kadar şaşırmış bu hanımefendiyi ben çıkaramadım. Cem’in söylediklerine katılıyor; bu ayarsız, şuursuz yaklaşımı kınıyorum" dedi. Sonra Şahan Gökbakar da "Bu gidişle yeni Cem’ler, yeni Yılmaz’lar çıkana kadar anca boş salonlarda sadece mısır yenip sohbet edilecek gibi duruyor" şeklinde bir beyanat verdi. Acayip bir dayanışma izledik.

Araştırılınca ortaya çıktı ki olay “mısırlı bilet”. Yani seyirciden alınacak para. Bu içerikler parayla üretiliyor ve doğal olarak yapımcılar böyle ayakta duruyor. Sinema salonları yapımcılara az para verip fiyatı tavana vurdurmak için mısır ve içecek promosyonu yaparak bilet ücretini manipüle ettiler ya… Yapımcılar buna tepki verince, geliri onlarla paylamak yerine şunu demek istediler aslında: “Bize yerli ya da yabancı içerik bir şekilde gelir, biz içerik bulmakta zorlanmayız, tekeliz”. Sonra Yılmaz Erdoğan da Sazan Sarmalı isimli filmini vizyona girdikten 15 gün sonra Netflix’e verdi. İlk 15 günde o filme bilet alıp gidenleri düşünsenize... Bir zamanlar Anadolu’da hariç Yılmaz Erdoğan’ın oynadığı bir filme sinema salonuna gitmemiştim ve bunda da tercih etmedim.  Filmi Netflix’te izledim ve… ne yazık beğenmedim.

Ki bu film bizim evin orada çekildi. Kaldırımdan yürüyorum, stajyeri koymuşlar oraya, yürüyenlerin önünü kesip diğer kaldırıma geçin diyor. Yol da sahil yolu. Işık yok, ta yaya geçidine geri döneceğim. Niye? Film çekiliyor. Eh, bana mı çekiliyor? Sizin izniniz var mı bu yolu kapamaya? Var. Göster! Böyle lalettayin gösteriyor. Belgeye üstünkörü bakmam yeterli oldu. Bak dedim, burada kaldırım kapatabilirsiniz yazmıyor, şu zamanlar arası şu bölgede çekim yapabilirsiniz yazıyor. Kızıyor, sanata destek vermem gerekirken ülkenin hayat damarlarından birini koparmışım gibi davranıyor. Gören de Sazan Sarmalı sayesinde nefes alabiliyoruz zanneder. Koçum bu havada milletle kavga etmen için seni buraya bekçi dikmişler ama inşallah yevmiyeni verirler dememe izin vermeden, yarattığım tehlikeyi yüzüme vuruyor. Ya kameranın bakış açısına giriverirseymişim. Girersem girerim, yönetmen bu sahneye olağan kaldırım yolcusunun ya da figüranın girmesini istemiyorsa ona göre önlemini almalı. Karşı kaldırım kolay geçilecek bir durumda olsa seninle uğraşmam, işim var ve hiç itiraz etmem, geçerim. Zaten, senin bu kutsal saydığın filmden önce başka bir dizi çekim ekibi bu kaldırımı işgal etti iki gün önce. Bu yolda o kadar çok film ya da dizi çekiliyor ki, biz burada oturanlar, bıktık artık, yeter. Dünya sizin etrafınızda dönmüyor, biz mahallemizde yürüyemez, evimize gidemez olduk. Bu kaldırım benim, ben buradan yürürüm. Dedim ve geçtim. Ben geçerken kimsenin bir şey çektiği de yok belli. Çocuğu oraya koymuşlar. Koyun gibi milleti geri çevirtiriyorlar. Orada oturmayan yayaların çoğunluğu “A aa hangi kanalda yayınlanacak bu” diye soruyor. Figüran olur muyum diye heyecanlananlar da vardır, kim bilir…

Yanlış mıyım? Doğruyum. Kimse yapımcılara Mars Grup Direktörü gibi “yanlış yerden” posta koymamalı. Posta koyacaksan ve gerçekten haklıysan da düzgün koyacaksın. Hep söyledim ve kendi başarısını gereğinden fazla gören herkese (kendim de dahil) söyleyeceğim: “Senden büyük internet var”. Bunu bir tek, şimdi artık yakınında yaşadığım ve oradakilere iş yaptığım için arada sırada merkez kampüsüne uğradığım Google’da çalışan arkadaşlarıma demiyorum. Şimdilik.

Sinema salonunda Sazan Sarmalı’na gidip de o kadar para verdikten, 30 dakika reklam seyrettikten iki gün sonra filmi evde, Netflix’te görseydim işte o zaman Mars Grup direktörüne değil, Yılmaz Erdoğan’a kızardım.

Özetle: Birilerine “görürsün sen gününü” demek isterken, şeytanla ortaklık yapmış oldu Yılmaz Erdoğan. Netflix ile yatağa girmek iki böbrekten olup diyaliz masrafına da eyvallah demek sayılabilir. Kolay iş değil. Koskoca Scorsese filmimi telefonda seyretmeyin diye yalvarıyor baksanıza…

Evet, Netflix’in asıl amacı sinema salonlarını bitirmek değil, kendi algoritmasını oturtmak ve ona göre içerik yaratılmasını sağlamak.

The Irishman

Kadroya bakın: Robert De Niro, Al Pacino, Joe Pesci, Harvey Keitel. Eh, yönetmen de Martin Scorsese. Hem de on yıla yakındır bu filme hazırlanıyormuş.

Çok uzatmaya gerek yok. Scorsese’nin 1976’da Taxi Driver’ı, 1980’de Raging Bull’u, 1990’da Godfellas’ı, 1995’te Casino’yu , 2002’de Gangs of New York’u, 2004’te The Aviator’u, 2006’da The Departed’ı, 2009’da Shutter Island’ı , 2013’te The Wolf of Wall Street’i çektiğini söylemek yeter.  Amerikan tarihinde sinema ile suç ve zenginlik ilişkisinin en iyi resmini Scorsese çekmiştir.

The Irishman için akılda kalan en önemli özellik belli ki oldukça yaşlı oyuncu (Pesci ve De Niro 76 yaşındalar) kadrosunun genç rollerde de kullanılması. Nasıl, tabii CGI denilen bilgisayar efektleri ile. Filmin bütçesini şişiren ve Netflix’in ortaya çıkmasını sağlayan detay o.

Benim hususi fikrim şu. Olmamış pek. Zorlama olmuş yani. Filmi izlerken onların genç hallerini hiç göremedim, hem de hiç! De Niro 9 adet Scorsese filminde oynamış, eh ben de evveliyatı biliyorum, ben de 46 yaşında biri olarak sinema ile haşır neşir oldum. İstendiği kadar efekte abanılsın, ben bu adamları yeni bir filmde “genç” olarak göremem ki... Sonra genç hallerinde hareketleri –nedense– pek bir yavaş. Ters hareket yaptı diye kızının patronunun elini kırması sırasında ve diğer aksiyon sahnelerinde iyice belli oluyor.

Aynı Robert De Niro, Baba filminde, Vito Corleone’nin gençliğini yani aslında makyajla yaşlandırılmış Marlon Brando’nun ABD’ye ilk geldiği zamanki halini canlandırmış ve efsane olmuştu.

 Makyaj ve efektle yaşlandırma olabiliyor da 40 yaş gençlendirme olmuyor. Vücut hareketleri ve mimikler buna izin vermiyor.

Bakın UP diye bir animasyon filmi vardı. Oradaki amca gibi olmuş Robert De Niro’nun ağız mimiği. İstediğin kadar gençleştir, Vito Corleone’nin genç hali olamıyor. Robert De Niro’nun yaşlandıkça suratına oturan bir somurtkan tipi ve gözlerini çok kısarak gülmesi var ve devamlı kafasını sallıyor. En ince detaya kadar seyirci görsün diye film yapıyorsun ama bunları görme… Olmuyor işte.

ILM denilen firma da sıkı para almış bu işten. Ancak film ödüllere aday oluyor. Golden Globe’da 5 ayrı dalda ödüle aday gösterildi. Yaş haddinden Oscar'dan emekli oldu ama...

Biraz da filme bakalım. Çok fazla üyesi olan –ki filmde illegal yoldan sendikaya üye kaydetme meselesi de işleniyor– sendikanın başındaki adam 1975 yılında ortadan kayboluyor. Bu filmde İtalyanlar arasında İrlandalı birinin, tetikçilik dahi yapabilecek sadakate sahip bir adam olması ve en sonunda sadık olduğu güven verdiği kimseyi ölüme götürmesi konu ediliyor.

Scorsese kişileri ve rolleri de değiştirmiş. Pesci alışık olduğumuz rollerinde söz dinlemez, kural yol yordam bilmez, sinirli ve ani hareketler yapan güvenilmez biriyken, bu filmde sağduyunun sesi ve herkesi idare ediyor. Genelde hep lider olan Robert De Niro ise Frank Sheeran rolünde ne söylenirse yapan ikinci adam rolünde. Yaşlanarak huzur evinde ölecek kadar kimsenin öldürmek istemediği bir piyon alt tarafı.

Gerçekte Frank Sheeran çok yapılı bir adam olduğundan Robert De Niro Zeki Müren’in sahne ayakkabısıyla dış çekimlerde rol almış.

Film çok uzun!

Meramını kısa yoldan anlatmak her zaman daha iyidir. Acemi yazar lafı uzatır, bazen okuyucuyu sıkar, gereğinden uzun film de izleyiciyi sıkar. Bu film de pek bir uzun – bu yazı gibi.

“Sen şimdi yazıyı kısa tutabildin mi, film uzun diye çemkiriyorsun?” diyebilirsiniz. Doğru, benim yazı da uzun ama ben her hafta 880 karakter yazı yazabildim. Bu Martin’in filmleri ise devamlı uzuyor. Dört saate doğru gidiyor.

.

Filmi şöyle baştan bir daha seyredince fark ettim, her detayın uzun uzadıya verilmesine ne gerek vardı? Bir davette Frank, uzaktan iki kişinin konuştuğunu görüyor. Öyle endişeli şekilde bakıyor filan. Niye ki? Haydi bütçe sıkıntısı yoktu Scorsese’nin ve tabii kimse ona bir şey diyemiyor ama bu kadar ince detaya girmesini anlayamadım. Vardır herhalde bir hikmeti, beni aşıyor sanırım.

Filmin uzunluğu da beyazperde için sorunlu; tam 3 saat. Bunun girdisi çıktısı en az 3.5 saat. Seansları ayarlamak kolay değil. Bu durumda Scorsese filmin uzunluğu sebebiyle de ister istemez yapımcıyla papaz olacaktı. Sebep, aktörleri zaman tüneline sokup genç hallerine döndürmek üzere kesenin ağzının görsel efekt uzmanları için açılması değil sadece…

Paramount projeden çekildi ve 2017’de Netflix ile anlaşıldı. Scorsese’nin, BFI Londra Film Festivali’nde söylediği şu:

“Uzun formdaki TV içeriğinin, sinema olacağını düşündüm, ama değil. Bu farklı bir sunum deneyimi: Bölüm 3, 4, sonra 10'a gidebilirsiniz; bir hafta bir bölüme, bir diğeri hafta farklı bölüme. Korunması gereken şey, ideal olarak bir izleyici ile tekil deneyimdir.”

Uzun formdaki TV içeriği dediği şey dizi olsa gerek. Açıkçası Scorsese sinemasını takip ederim ama Scorsese’nin kafasında ne tür bir düşünce olduğunu tahmin edecek kadar da uzmanı değilim. Aralarında neler geçtiğini Amerikanvari iş ilişkilerini ancak bununla ilgili bir film yapıldığında ya da kitap yazıldığında öğrenebiliriz. Ya da öğrenmesek de olur.

Filmde geçen sendikanın mafya ile olan ilişkileri ve hatta ABD Başkanları ile olan güç mücadelesini hatta ve hatta Kennedy suikastını çözümleyecek değilim. Benim burada ilgilendiğim şey şu: Kaprisli ve oturaklı bir yönetmene “Ne istersen öyle olsun” diyen Netflix’in sinema deneyimimizi değiştirmesi. Hem de kökten.

Ben filmi üç parçada seyrettim. Mesai saatlerim pek biçimsiz. Yazı yazarım, çizim yaparım, serde mimarlık var. Artık kitapları da parça parça okuyorum. Irishman’i üç seansta bitirdim ama araya hafif bir dizi ve belgesel de sokuşturdum. Irishman tekil deneyimim de bozulmadı.

Netflix de bunu istiyor. O anki modunuza göre içeriğe yumulmanızı istiyor ama sakın benden ayrılma diyor, başka yere bakma. Platform dışına çıkma. Ne kadar bölersen böl, yeter ki hiçbir yere gitme.

Ellerinde bu filmi tek seferde bitiren kullanıcı istatistiği de vardır. Örneğin The Irishman’e kendi hesabımdan başladım ve tabii 3 saat zaman ayıramadım, sonra bir daha aynı hesaptan devam ettim ve en son eve geldiğimde başkası tam bitirirken onunla, onun hesabından sonunu seyrettim. Netflix kendi hesabımdan bitirmediğimi ‘görüp’ defalarca mail attı. Israr kıyamet. Bitir de bitir!

Yayın platformları rekabeti

Netflix’in abone sayısına sulananlar da var. İlk akla gelenler Apple ve Amazon. Bazı başka platformlar da pastadan pay kapma peşinde. Youtube bile kişisel video yayınında dünya lideri olduğu halde Yotube TV adı altında daha uzun metrajlı içerik sunma işine göz kırpıyor. Bazen Nuh Nebi’den kalma bir film öneriyorum. Netflix’te olmuyor tabii. Tavsiye ettiğim kişiler tüm diğer platformlarda aramaya başlıyorlar. Hangi film neredeydi diye bir site açsak köşeyi döneriz vallahi!

Yayın platformları çıldırmış vaziyette. Yapımcılarsa bu cennet ortamı kullanma peşinde. Almanların Dark isimli dizisi sadece Almanca anlayanları değil tüm Dünya seyircisini büyüledi. Dogs of Berlin de başarılı sayılabilir. Ben hiç sevmesem de La Casa De Papel İspanyolların övünç kaynağı. Eh, bizde de yerli yapımlar var. Biri Ayasofya’yı diğeri Göbeklitepe’yi harcayıverdi. Ayasofya’yı kullanan Hakan: Muhafız’ın Türkiye’de Netflix abone sayısını pek artıramadığı biliniyor. Fakat 10 milyon izlenmeyi geçince dizinin ikinci sezonu çekildi. Ben ancak ilk sezona dayanabildim. Muhafız’ı gerçekten sevmek istemiştim ama mümkün olamadı. Atiye’ye ise hiç başlamadım. Yakında bir Osmanlı dizisi başlayacak.

Netflix sayesinde Türkiye’de 2 saatlik bölümlerle ancak Hint, Yunan ve Arap yabancı izleyicisine hitap eden ve aslında başarılı sayılan dizi yapımı sektörü yeniden palazlanabilir. Masum ve Şahsiyet ise diğer platformların bence daha başarılı ürünleri. Onlar Netflix’te olsaydı işler değişirdi.

Şahan Gökbakar’ın Recep İvedik serisi her zaman iyi gişe yapıyor. Hatta kötü içeriğin daha kötü kopyası Cumali Ceber bile çekildi. Gökbakar’ın Netflix ile anlaştığı, karşılığında 3.5 Milyon Euro alacağı söyleniyor. Recep İvedik 5, sadece bilet satışlarıyla 85 milyon TL para kazanmış film. Ben de artık ne konuşuyorsam? Atiye’yi beğenmiyorum bir de…

Netflix parça pinçik film seyretmeyi ve sonra sadece kendi yapımlarıyla seyirciyi etkilemeyi yakın zamanda başaracak gibi. TV’yi sıkıcı bulan, evde pijama, mikrodalgada patlatılmış mısır, diyet gazlı içecek bağımlıları için Netflix ayrı bir vakit geçirme, eğlenme ve iş gücü kaybı yaratacak gibi gözüküyor.  Film yapılsın önüme düşsün…

Peki bunun nesi tehlikeli? Nesi yıkıcı? Tehlike şurada: Kullanıcı içeriği çok daha kolay tüketmeye başlayacak, yeni içeriklerin de gişe sıkıntısı olmayacak, rakip platform kapmasın diye seyredilenler yavanlaşacak. Star Wars serisi, Pixar Animasyonları ve diğer sinema ile ünlenmiş karakterler ya da kültlerden eser kalmayacak. Platform bizi veritabanlarındaki Büyük Verinin (Big Data) verilerine göre şekillendirecek gibi. Bağımsız sinemanın ne kadar dayanacağını bilmiyoruz.

Bir saatlik film bile 3-4 parçada seyrediliyor. Dizi denen yapımlar 10 bölüm, 12 bölüm halinde tek bir günde piyasaya sürülüyor. Netflix’in en büyük yapımcı ve tekel olma şansı var. Göreceğiz.

Eleştirenler yok mu?

Yok desem inanır mısınız? Netflix’i pek eleştiren yok. Ricky Gervais Golden Globe 2020’yi sunarken sivri diliyle herkesi soktu ama Netflix’i sokamadı. Hatta tam tersine: Netflix’in ve kendisinin reklamını yaptı. Evet, kendisinin Netflix’teki After Live isimli dizisinin bu törenden daha eğlenceli olacağını söyledi. “Netflix sen her zaman kazanırsın” demeyi de ihmal etmedi. The Irishman içinse:

“Bu gece burada birçok büyük ünlü var. Yani, efsaneler, ikonlar… Şu masada Al Pacino, Robert de Niro, Bebek Yoda – Oh, hayır bu Joe Pesci.” deyiverdi.

Ricky törende herkese laf attı, peki bu kadar sivri dilli olmasına rağmen neden beşinci kez sunumu o yapıyor? Çünkü sistem öyle çalışıyor. Netflix’in en çok tutan yapımı, Netflix ve türevlerini yerin dibine sokan bir dizi ya da film olabilir. Netflix kendi bünyesinde bunu yayınlayabilir ayrıca. Kapitalist şirketin dini, milleti, kutsalı olmadığı gibi muhtemelen bir yayın etiği politikası da yok.

Unutmadan şunu da belirtmek isterim ki, Ricky bu esprileri yapmadan iki gün önceki kırmızı halı seromonisinde “Unutmayın bunların hepsi şaka” diyerek, hem yapacağı sunumun reklamını yapmış, hem de affedilme yolunu açmıştı. Aynı şekilde ödül töreni konuşmasında da aynı uyarıyı yaptı. Zaten biliyoruz ki bu şakaların hepsi onu işe alan ekip tarafından önceden kontrol edilip onay verilenler. Ricky’nin sert ve kural tanımaz gıcıklığı gayet planlı programlı. Tıpkı Netflix gibi.