Etnik ya da türlü sebeplerle maruz kalınan ayrımcılık bir bireye salt mağduriyet mi getirir? Toni Morrison, Tanrı Çocuğu Korusun adlı yeni romanında bu soruya yanıt arıyor
17 Kasım 2016 13:55
2015 yılında aldığı Amerikan Ulusal Kitap Eleştirmenleri Birliği, Ivan Sandrof Yaşam Boyu Ödülü’nün ardından, geçtiğimiz günlerde Amerikan edebiyatına katkılarından ötürü, Don DeLillo ve Philip Roth gibi yazarların da zamanında kazandığı PEN/Saul Bellow Ödülü'nü Toni Morrison aldı. Hâlihazırda bir adet Nobel Ödülü de bulunan Toni Morrison, artık edebiyat ödüllerinin kraliçesi unvanını ziyadesiyle hak ediyor. Erken dönem romanları The Bluest Eye (En Mavi Göz, 1970) ve Beloved (Sevilen, 1987), yazarın çoğunlukla tarihsel bir kurgu içinde işlediği ırk, aile, kimlik gibi temaları mesele edindiği yazın dünyasının başlıca örnekleriydi. PEN/Saul Bellow Ödülü'nü kazanması üzerine, gerekçe olarak Bayan Chloe Anthony Wofford'un (gerçek adıdır) siyahî deneyimi, bilinci ve yaşamı, zekice ve cesurca açığa çıkararak başlı başına bir Amerikan estetiği ortaya koyduğu kanısına varıldı. Morrison'ın siyah olmak, kadın olmak, insanlık ve evrensel değerler üzerine yeni kapılar açarken, cesur bir tavrının olduğu tartışmasız. Nitekim, Amerikan Kütüphaneler Birliği 2016 yılında "Banned Books Week" (Yasaklı Kitaplar Haftası) kapsamında bugüne dek en çok yasaklanan kitapları açıkladığında, Morrison'ın "en kışkırtıcı" romanları olan En Mavi Göz ve Sevilen listenin ilk onunda göze çarpıyordu.
Toni Morrison'ın novella olduğunu söyleyebileceğimiz, 2015 tarihli ancak Türkçeye bu yıl Sel Yayınları tarafından kazandırılan yeni eseri Tanrı Çocuğu Korusun, diğer romanlarının aksine, yazarın günümüzde geçen ilk romanı. Romanın kadın kahramanı, annesi ve babasından daha 'siyah' doğduğu için küçüklüğünden beri dışlanarak büyüyor ve kendisine verilen adı, “Lula Ann”i redderek, yetişkinliğinde “Bride” ismini alıyor. Bride'ın rüştünü ispat etme hikâyesinin temel alındığı roman, geleneksel anlamda bir “Bildungsroman” (büyüme romanı) olmasa da karakterin çocukluk hayaletleriyle baş etmesini drama unsuru olarak kullanıyor.
Farklı “ben anlatıcılarla” ve bir ölçüde üçüncü tekil anlatıcıyla kurulan roman, Bride'ın annesi Sweetness'ın anlatımıyla başlayıp yine onunkiyle sona eriyor; bu anlamda doğumdan başlayan bir döngünün, Bride'ın bireysel çemberinin tamamlamasının amaçlandığı görülüyor. Romanın her daim itiraf eden ve kendini savunan karakteri olan anne Sweetness, doğduğu andan itibaren kızına aldığı mesafeyi, kilisede İncil'lerin dahi beyazlar ve siyahlar olmak üzere ayrıldığı acımasız bir dünyada kızını 'korumak' adına oluşturduğunu tüm içtenliğiyle anlatmaya çabalıyor. “İçtenlikle” konuşuyor, zira kızının kendisine “anne” demesine içinin elvermediğini, küçüklüğünden itibaren kendisine “Sweetness” olarak hitap ettirdiğini itiraf etmekten çekinmiyor. Bride'ın çocukluğunda siyahların konumunun, siyahların çok kazanan yıldızlar, siyasetçiler olabildiği bugünün dünyasından çok farklı olduğunun altını çiziyor.
Anne- kız geriliminin kız cephesindeki Bride, annesinin kendisiyle kurduğu mesafeye rağmen onu korumaya çalıştığı 1980'lerin dünyasında, daha küçücükken ırkçılığın ve ayrımcılığın acı tadını belirgin bir biçimde duyumsuyor. Henüz anlamlarını bilmese de, “zenci”, “kaltak”, “marsık”, “zift”, “gündüz feneri”, “goril”, “öcü” gibi kendisine sarf edilen sözcükler, daha ilkokul sıralarında canını yakmaya başlıyor. Büyüme sancısı zaten başlı başına meseleyken, Çavdar Tarlasında Çocuklar'ın Holden'ını andırır bir biçimde, parkların içindeki yapay göllerde süzülen yaban ördeklerini sorguluyor: Onları bahçe kuşlarıyla kıyasladığı bu sekans, karakterin bireysel sorgulamasını yazarın kimi zaman daha başarılı bir şekilde icra ettiğini de belirtmemiz gereken simgesel dokunuşlar taşıyor.
Peki, etnik ya da türlü sebeplerle maruz kalınan ayrımcılık bir bireye salt mağduriyet mi getirir? Morrison aslında romanında bu soruyu soruyor ve Bride'ın geçmişinde işlediği önemli bir suçu gerilim ve özhesaplaşma unsuru olarak yetkinlikle kullanıyor, ki bu konu romanın en can alıcı kısımlarından olduğu gibi, siyah olmanın mağduriyetini melodram soslu, tek yönlü bir mağduriyet sorunu olmaktan çıkarıyor. Siyahın en zifirî tonuna sahip olması bahtsızlığı, Bride'ın bir başkasının yaşam hakkını ihlal etmesine mani olmuyor. Bu karmaşık insan doğası, Morrison'ın yazın dünyasında her zaman konu edindiği insan oluşa dair bilgileri sorgulatıyor. Sadece Bride'ın günahlarına dair olmayan, romandaki farklı karakterlerin de etrafında gezindiği pedofili meselesi; yanı sıra ebeveyn- çocuk ilişkisi, aile sırları, ten renginin farklı tonları, ırk, para, yalan gibi konular, yazarın insan eylemlerinin güdülenme ve ortaya çıkma biçimleri üzerine tefekkürünün dışavurumları oluyorlar.
En kadim edebiyat araçlarından biri olarak roman karakterlerinin isimlerini sembolik kılmak başta olmak üzere Morrison, Bride'ın ten rengi ve bedeniyle kurduğu ilişkiyi, onun büyümeye çalışma serüveninde alabildiğine sembolik bir dokunuşla işliyor. Meyankökü şekerinden çikolata şurubuna, kremşantili ve çikolatalı sufleden kremalı kakaolu bisküviye, konu edilen siyahın bin bir türlü tonları, bu sembolik düzlemde Bride'ın geçmişten getirdiği travmalarla baş edişi ve kendi bedenini sahiplenme çabasında iyileştirici estetik değerler oluyorlar. Bride, 'zift karası' siyahlığını daha da belirgin kılmak için inadına bembeyaz kıyafetler giyiyor; “karda bir panter” kesiliyor, cinselliğini alabildiğine göze sokarak bir deniz kızı, bir tanrıça olmaya, siyahlığını “elegant” kılmaya soyunuyor. Geçmişinden güzelliği ve kariyeriyle intikam almak yolunda kendisine seçtiği mesleğin kozmetik şirketi patroniçeliği olması boşuna değil. Dolayısıyla Bride, romanda sıklıkla vurgulandığı gibi, modern dünyanın metropollerinin el üstünde tuttuğu bir “Elle kızı” olarak geçmişiyle inatlaşıyor.
Ele alınan temaların ve anlatıcıların, zamanda gidiş gelişlerin çokluğu, romanı çok katmanlı bir hâle getiriyor. Fiziksel hayatın en temelinde var olan temalar işlenirken, kimi eleştirmenler gündelik hayatın içinden çıkan, açıklanamayan en ufak bir olağandışılığı “büyülü gerçekçilik” olarak nitelendirmeye meyilliler. Romanda Bride'ın vücudunda baş gösteren; giderek koltuk altı ve vajinal bölgedeki tüylerini kaybetmesi, kulak deliklerinin kapanması gibi değişiklikler, aslında “büyülü gerçekçilik”ten ziyade yazarın birincil yazınsal aracı olarak kullandığı sembolizme işaret ediyor. Bride, çocukluk hayaletleriyle savaşıp rüştünü ispatlamaya çalışırken, hayli sembolik bir biçimde Lula Ann hâline, kız çocukluğuna dönüyor.
Romanın insanlığın daimi sorunu olan etnik ayrımcılığı ve bununla birlikte büyüme, pedofili, işlevini yitirmiş aile ilişkileri gibi önemli meseleleri gündeme getirmesi kuşkusuz dikkate değer. Bununla birlikte Morrison'ın attığı her ilmeğin kusursuz örülmüş bir “dantel- metin” oluşturduğunu söylemek zor. Özellikle yan karakterler üzerinden türlü temaya değinmeye çalışması, Morrison şânından beklenmeyecek bir yeterince işlenmemişlik hissi uyandırıyor, Bride'ın büyüme ve tamamlanma hikâyesini de zedeliyor. Bu haliyle roman, ekonomik bir yazma pratiği olan kısa romanın hakkını vermek yerine, daha çok ileride yazılması planlanan bir romanın taslağı izlenimi veriyor. Yine de çağdaş edebiyat evreninde kendi estetiğini yaratmış yetenekli bir yazarın dil maharetini ve incelikli dünyasının tadını çıkarma deneyimini es geçmemek gerekiyor.