Tarihi ve dünyayı anlamak için: Toplumsal cinsiyet tarihçiliği

Kadınların birey olarak değil de kitlesel şekilde tarih sahnesine çıkmaları kapitalist üretim ilişkileri dönemine denk düşer. Fakat buradan kadınların kapitalizmde otomatik şekilde özne olarak kabul edildikleri sonucunu çıkarmak yanlış olur

23 Ağustos 2018 12:30

Feminist yazında kaç zamandır gender (toplumsal cinsiyet) teriminin kullanışlılığını yitirip yitirmediği tartışılıyor. İnsanın biyolojik açıdan belirlenmiş özelliklerinden farklı olarak toplumsal açıdan bindirilmiş rolleri olup olmadığı değil mesele; daha ziyade, bu kavramın kullanışlı olup olmadığı tartışılıyor (ya da en azından benim çıkarsayabildiğim bu). Bu tartışmanın da feminizm tarihindeki birçok zihin gıdıklayıcı tartışmalardan biri olup olmayacağını zaman gösterecek, yine de ben kavramın hâlâ paha biçilmez değere sahip olduğunu düşünenlerdenim. Bu bağlamda, Sonya O. Rose’un geçen aylarda raflardaki yerini alan Toplumsal Cinsiyet Tarihçiliği Nedir?1 kitabı yazına kıymetli bir katkı mahiyetinde. 

Toplumsal cinsiyet tarihi ve toplumsal cinsiyet tarihçiliği

Öncelikle bahsi geçen kitabın başlığındaki ayrıma değinmek gerekiyor. Toplumsal cinsiyet tarihi ile toplumsal cinsiyet tarihçiliği ya da hemen hemen aynı anlama gelmek üzere feminist tarihçilik arasında ince bir ayrım yapmak şart. Toplumsal cinsiyet tarihi bir izlek işiyken, toplumsal cinsiyet tarihçiliği bir perspektif işidir; toplumsal cinsiyet tarihi bir konu olarak toplumsal cinsiyeti, daha dar anlamda kadını ele alır; toplumsal cinsiyet tarihçiliği ise bu tikel konunun ya da izleğin ötesine geçip, onu bir mikyas olarak kullanarak tarihi toplumsal cinsiyet perspektifinden ele alır.

Kuşkusuz ikisinin çıkış noktası ortak. Sebebi çok açık: Tam da kadınlar çok yakın zamana kadar biçimsel eşitliğe bile layık görülmedikleri, çok çeşitli şekillerde ezildikleri ve haklardan mahrum yaşadıkları için. Gilbert ve Gubar’ın fevkalâde tespitini tekrar tekrar anmakta yarar var: “Ataerkil Batı kültüründe metnin yaratıcısı/yazarı bir babadır, bir atadır, bir dölleyicidir, kalemi [penis kelimesinin de kökü olan pen] penisi gibi yaratıcı bir güç aleti olan estetik bir patriyarktır.”2 Dolayısıyla feminist tarihyazımının ortaya çıkabilmesi için öncelikle kadınların ellerine kalemi almaları, keza buna paralel olarak, hatta gelmeden önce, kadınların toplumsal hayata kitlesel hâlde katılmaları gerekiyordu.

Kadınların birey olarak değil de bir toplumsal grup olarak, kitlesel şekilde tarih sahnesine çıkmaları kapitalist üretim ilişkileri dönemine denk düşer. Fakat buradan kadınların kapitalizmde otomatik şekilde özne olarak kabul edildikleri sonucunu çıkarmak yanlış olur. Piyasanın ihtiyaçları kadınları çalışma hayatına ve dolayısıyla toplumsal hayata çekmiş olsa da, biçimsel eşitliğin kabul edilmesi ve kadınların bu rolün kısmen de olsa karşılığını almaya başlamaları birkaç yüzyıl daha almıştır (dünyanın bazı bölgelerinde henüz bu zaman dilimi bile yeterli olmamıştır). Üstelik bu gecikmeyi Avrupa ya da Batı dışı dünyayla da sınırlı görmemek gerekir. Dahası, verilen destansı mücadeleler olmasaydı, bu süreç daha da uzayabilirdi.

1872’de İngiltere’de Times’da yayımlanan bir mektup, durumun vahametini anlatabilir. Gazete editörüne hitaben kaleme alınmış “Samimi İngiliz Kadını” imzalı bir mektup “Kadınlar Hayvan mıdır?” başlığını taşıyordu. Bu meçhul kadın, mektubunda bazı insanlara daha az insan muamelesi yapılmasına ateş püskürüyor, hatta bazı kadınlara hayvandan daha kötü muamele edildiğini söylüyordu. Meramını şöyle ifade etmişti:

 

KADINLAR HAYVAN MIDIR?

TIMES EDİTÖRÜNE

Bayım,

Kadınların erkeklerle eşit olup olmadığı tartışması hiç dinmemiştir. Kadınların ruhunun olup olmadığı belirsizliğini koruyor, ama en azından hayvan olduklarının kesin olarak kabul edilmesini beklemek çok mu fazla olur? … Birçok saygıdeğer üye oy hakkına ilişkin yasalarda “erkek cinsinin kastedildiği kelimelerin geçtiği her yerde kadınların da kastedildiği unutulmamalıdır” diyen yasa teklifine itiraz edebilir, ama başka bir yasada “‘hayvan’ kelimesinin geçtiği her yerde kadınların da kastedildiği unutulmamalıdır” ibaresinin yer almasına itiraz eden olabilir mi? Gazeteniz aracılığıyla, affınıza sığınarak, [parlamentodaki] 650 temsilciye seslenmek istiyorum: Aranızda bu tür bir yasa teklifinde bulunacak tek bir kişi yok mu? O zaman en azından kedilere, köpeklere ve kadınlara yönelik barbarlığa eşit bir ceza gelmiş olurdu…

Saygılarımla,

Samimi Bir İngiliz Kadını

 

Samimi İngiliz Kadını’nın kızgın olmasının sebebi, İngiltere’de hayvanların kadınlardan daha çok yasal hakka sahip olmasıydı. “Gerçekte kadınlar hayvanlar âleminin geri kalanından çok daha kötü durumdaydı. Köpeklere, atlara ve büyükbaş hayvanlara eziyeti yasaklayan mevzuat kadınlara eziyet etmeyi yasaklayan mevzuata kıyasla çok daha caydırıcıydı. Samimi İngiliz Kadını hepsi erkek olan parlamenterlerin kadınlara oy hakkı vermeye hazır olmadığının farkındaydı. Bu yüzden kalbinin en derinliklerinden gelen çığlık kadınların bari ‘hayvan olmasına’ izin verilmesiydi.”3

Peki, erkekler gibi çalışma hayatına ve toplumsal hayata katılmaya başlamış olan kadınların burjuva demokrasisiyle geçen yılların ardından bu en ileri ülkede bile görülen melalinin sebebi neydi? Sebep bizatihi kapitalizmin dinamiklerinde saklı. Kapitalizmin potansiyelleri ya da kâğıt üzerinde bakıldığında yapabilecekleri ile yaptıkları arasında, öyle böyle değil, derin bir uçurum var. Bunu bir adım daha ilerletirsek, kendisine yarar sağlayacak ilerici adımlarla ilişkisinden de bahsedebiliriz: Bu müspet adımlara yaklaşmaması, hatta çoğu zaman bunlara direnmesi, diğer sınıfların ve toplumsal grupların bu devrimci adımları burjuvaziye zorla dayatması. Kadın sorununda da durum farklı değildi.

Toplumsal Cinsiyet Tarihçiliği, Sonya O. Rose, çev.: Ferit Burak Aydar, Can Yayınları

Kapitalizm bir toplumsal-ekonomik sistem olarak yerleştikten yüz yıl sonra bile, yani kabaca yirminci yüzyıl dönemecinde kadınların dünyada oy hakkı şöyle dursun, bir üniversiteden diploma alma hakkı bile yoktu. Kadınlar ne kalemi ne de kontrolü ellerine almalıydı. Dolayısıyla kadınlar birer özne olarak, kalabalıklar hâlinde tarih sahnesinde çoktan yer almaya başlıyor olsalar da, tarihi hâlâ erkekler yazıyordu. Toplumsal cinsiyet tarihçiliğinin ortaya çıkması için başka bir tarihsel momente daha ihtiyaç vardı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu süreç nitel bir atılım gerçekleştirdi. Bunun en önemli sebebi sosyalist-komünist düşüncenin geçen yüzyılın ortalarında Stalinizmin etkisiyle itibar kaybetmesiydi. Önce 1933’te Almanya’da Nazilerin iktidara resmen buyur edilmesi, ardından İspanya İç Savaşı’nda –sadece Stalinistlerin de değil, reformist sosyalistlerin ve anarşistlerin de– ihaneti ve nihayet II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında SSCB’nin kapitalist devletlerle (veya örneğin İtalya’da kralcılarla) içli dışlı olması ve diğer ihanetleri başka bir dünya fikrine –geniş kitleler arasında kesinkes yaşandığını söyleyemesek bile– entelektüel çevrelerde itibar kaybettirdi. Sorunun Marksizmde olduğuna, üretim biçiminin temelinde sorun aranmasında olduğuna hükmedilmiş, Marksist analizden kaçış başlamıştı. Entelektüeller için savaş öncesinde kendilerini sosyalist-komünist kimlikleriyle ifade etmek revaçtayken, sonrasında başka ideolojilerden medet ummak moda hâline geldi.

Nihayet, 1945 sonrasında, daha doğrusu 1950’lere doğru, ABD öncülüğünde kurulan yeni dünya düzenine de değinmek gerekiyor. ABD’nin Soğuk Savaş projesi sadece silahlanmak, bombalamak, savaşmak üzerine kurulu değildi; Soğuk Savaş döneminde yirmiden fazla ülkeyi bombalayan ABD, bununla sınırlı kalmadı ve bir ideolojik bombardımanı da başlattı. Ne idüğü belirsiz bir anti-komünist ajandayla, geniş bir ideolojik ağ da kuruldu ve öncelikle düşman SSCB’yi anlamayı ve etkisiz hâle getirmeyi amaçlayan bir akademik ve entelektüel ortam yaratıldı. Entelektüellerin zaten Marksist ideolojiden giderek uzaklaştığı ortamda, kapitalizmi sorgulamayan ideolojilere belli oranda alan açıldı. Geniş kitlelerde yeni mücadelelere heves de artmışken, feminizm ve bilahare toplumsal cinsiyet tarihçiliği bu çatlaklardan sızarak kendine bir yer buldu.

Toplumsal cinsiyet tarihçiliğinin artıları

Toplumsal cinsiyet tarihçiliğinin gelişimi, toplumsal cinsiyete odaklanarak tarihi ve dünyanın genelini anlamayı kolaylaştırmasıdır. Bunu kendi kişisel tarihimden bir örnekle somutlaştırmam belki daha yararlı olabilir.

İspanya İç Savaşı çalışmaya başladığım ilk dönemlerde, ben de konuyla az çok ilgilenen herkes gibi kadın milis ve savaşçı kadın fotoğraflarına sık sık rastlıyordum. Safımızın haklılığına dair bir büyük anlatı oluşturmak adına çok önemli bir malzemeydi; tek kelimeyle, gurur vericiydi. Öyle ya, İspanya’da faşist cephede kadınlar geleneksel kalıplara (anne, erinin arkasındaki tamamlayıcı vb.) sıkı sıkıya oturtulmaya çalışılırken; İspanya Devrimi’nde kadınların milislerde yer almaları ve genel olarak sokağı zaptetmeleri, tarihsel olarak erkeklere tahsis edilmiş alanda, üstelik erkeklerle yan yana bulunmaları çok ciddi bir meydan okumaydı, gerçek bir devrimdi. Fakat çok geçmeden bu büyük anlatıda birkaç sorun olduğunu gördüm.

Kendisini toplumsal cinsiyet tarihçisi olarak adlandırıp adlandırmadığından bağımsız olarak, toplumsal cinsiyet meselelerine odaklanan bir kadın tarihçi, Mary Nash milis kadınların bir “efsane” olduğunu söylüyordu. Kadınlar cepheye gitmiş, bizzat muharebelere de katılmışlardı, ama milis kadınlar istisnaydı; kadınlar cephede genellikle bakıcılık ve yemek pişirme gibi geleneksel rollerle sınırlanmıştı. Mary Nash bugüne kalan kadın milis fotoğraflarının neredeyse hepsinin çatışmanın ilk dönemlerinde çekildiğini, bir azınlık teşkil ettiğini ve “propagandif” amaç taşıdığını söylüyordu.4 Bu fotoğraflar kadınların savaştığını göstermez, erkekleri kadınlardan ibret alıp korkaklığı bırakarak gönüllü olmaya teşvik etme amacı taşırdı! Zaten bir süre sonra, istisnasız tüm cumhuriyetçi örgütler bu tür yardımcı görevlerle iştigal eden kadınların cephe gerisine gönderilmesini savunmuştu; çok azı cephe hattında olmaya devam etmişti.

Dolores IbarruriDevrimin kazanımlarına karşın, Halk Cephesi’nin burjuva niteliği kadın sorununa yaklaşımına da yansımıştı ve kadınların toplumsal hayata katılımının önüne ciddi engeller dikiliyordu. Bir defa, çocuk bakımı ve ev işlerinin yükü kadınların omuzlarından alınmamıştı, kolektiflerde kadınlar ile erkekler arasındaki ücret farklılıkları sürüyordu ve kadınların komitelerde yönetici ya da sorumlu mevkilerde yer almasının önünde engeller vardı; bu hâliyle kadınların gerçekten özgürleşmesi mümkün değildi.

Fakat konumuz açısından en önemlisi, bu olumsuzluklar devrimin seyrine dair genel bir çıkarım yapmayı sağlıyordu. Toplumsal cinsiyet izleğinin izini sürerek, devrimin med-cezirlerini, devrimin gerileme ya da yenilgi eğrisini takip etmek mümkündü. Devrimin gerileyişiyle birlikte Halk Cephesi kanadında da kadının geleneksel rolünü vurgulama eğilimi iyiden iyiye güçleniyordu. Tıpkı Rusya’daki Stalinist karşıdevrim döneminde boşanmanın zorlaştırılması, kürtajın tamamen yasaklanması, çocuk doğurmanın erdemlerinin vurgulanması, okullarda annelik ve ev kadınlığı derslerine geçilmesi gibi; İspanya’da da 1937ʼde hız kazanan karşıdevrim, kadını benzer şekilde geleneksel rollerine iyiden iyiye hapsetti. İspanya Devrimi’nde kadınlar dendiğinde akla gelen ilk isim olan Stalinist Dolores Ibarruri, nâmıdiğer La Pasionaria kadınların cepheden dönmeleri ve savaşa evlerinde, iş yerlerinde katkı sunmaları çağrısında bulunuyordu.5 Geleneksel ordu ve eski düzen, yani karşıdevrim demek erkeklerin egemenliği demekti ve kadınların özellikle de o dönemde tali roller dışında bir rolü olamazdı; anlayış buydu.

Toplumsal cinsiyete odaklanmanın sadece tikel bir konuya eğilmek değil, o tikel konudan hareketle genele dair çıkarımlar yapılmasını sağlayan bir sıçrama tahtası olduğunu görmüştüm. Bu durum her tikelin genele dair bir sözünün olması klişesiyle değil; kadın sorununun yakıcılığı ve toplumsal alanda tuttuğu büyük yerle alakalıydı.

Toplumsal cinsiyet tarihçiliğinin açmazları

Öyle ya da böyle, henüz kabaca yarım asırlık mazisi olan bir alana kusur bulmak haklı olarak kolaycılık diye görülebilir. Ama iki başlık yapısal bir soruna işaret ediyor.

Sonya O. Rose’un kitabında çeşitli vesilelerle vurguladığı üzere, toplumsal cinsiyet tarihçiliği diğer alanlarla “ortak iş yapıyor.” Rose, deyim yerindeyse, toplumsal cinsiyet tarihçiliğinin âdeta teleolojik bir şekilde diğer ezilenlerin tarihçiliğiyle iç içe geçer hâle geldiğini anlatıyor. Bu açıdan, örneğin yukarıda bahsi geçen “Samimi Bir İngiliz Kadını”nın hayvan benzetmesi bugün yersiz kaçacaktır. Toplumsal cinsiyet tarihçiliğinin gelişimi ve ilerleyişi bu meseleyi artık kadın-hayvan ikili karşıtlığı üzerinden ortaya koymuyor. Başka bir deyişle, bugün hayvanlarla böyle bir mukayese yapıp “hayvanlara bile” diyecek bir toplumsal cinsiyet tarihçiliği ya da iş oraya geldiyse feminist yoktur.

Ne var ki, kadın sorununun sınıflı toplumun temellerine kopmaz şekilde bağlı olduğu gerçeği gerekli ilgiyi görmüyor. Kadınların toplumsal hayata ve çalışma hayatına çekildikleri kabaca yüzyıllık sürecin ardından eşitsizliklerin süregeldiği dikkate alındığında, hangi ideolojiyle yaklaşıldığından bağımsız olarak, Engels’in 100 küsur yıl önce ortaya koyduğu tespit hâlâ güncelliğini koruyor: “Üretken toplumsal emek dışında, özel ev işleriyle yetinmek zorunda kaldıkça, kadının kurtuluşunun, kadın-erkek eşitliğinin olanaksız olduğu ve olanaksız kalacağı açıktır. Kadının kurtuluşunun gerçekleşebilir bir duruma gelmesi için, önce, geniş bir toplumsal ölçekte üretime katılabilmesi ve ev işlerinin onu yalnızca çok önemsiz bir ölçüde uğraştırması gerekir.”6 Mutfak, temizlik işleri ve çocuk bakımı üçgeninde düğümlenen sorunların çözümünün kadınları derhal özgürleştirip kurtuluşa götüremeyeceği doğrudur, fakat kadınların sırtındaki bu yük kalkmadığı müddetçe özgürleşemeyecekleri daha da doğrudur. Bu üç sorun da üretim ilişkileriyle (bugün, kapitalizmle) doğrudan bağlantılıdır ve suya sabuna dokunmayan küçük reformlarla çözülmesi mümkün değildir. Bu köklü toplumsal sorunlar ancak farklı ezilen grupların mücadelelerini ortaklaştırdığı bir devrimci müdahaleyle çözülebilir.

Toplumsal cinsiyet tarihçiliğindeki bir diğer sorun ise, deyim yerindeyse, erkeğin boşlanmasıdır! Kadınların eziliyor, sömürülüyor ve ayrımcılığa maruz bırakılıyor olması, feminizmde kadının özne olarak rolünün vurgulanmasını doğurmuştur; bundan daha doğal bir şey olamaz. Fakat Zeynep Ergun’un Erkeğin Yittiği Yerde’deki ifadesiyle, erkeğin erkini uygularken düştüğü acınası durumun vurgulanması ya da teşhir edilmesi de bir o kadar önemlidir.

Tüm bunlar toplumsal cinsiyet izleğinin ve toplumsal cinsiyet tarihçiliği perspektifinin önünde uzun ve verimli bir yol uzandığına işaret ediyor.

Sonya O. Rose’un yazına katkısı

Sonya O. Rose Toplumsal Cinsiyet Tarihçiliği Nedir? kitabına toplumsal cinsiyet ve tarih incelemelerindeki bazı temel kavramsal meseleleri, özellikle de hem tarihin hem de toplumsal cinsiyetin nasıl tanımlandığını ele alarak başlıyor. Esasen İngiliz-Amerikan merkezli bir anlatıyla toplumsal cinsiyet tarihinin köklerinin izini sürüyor. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış bir alan olarak, o dönemin gözde ideolojilerinden, özellikle de Fransız postyapısalcılığından nasıl etkilendiğini anlatıyor.

Ardından, bir analiz kategorisi olarak toplumsal cinsiyetten yararlanarak bedenlere ve cinselliğe odaklanan tarihsel çalışmaları ele alıyor. Diğer ezilenlerin kadın sorunuyla ilişkisine eğilerek, toplumsal cinsiyet, ırk ile sınıfın, örtüşen ve kesişen kategoriler ve ilişkiler olarak görülmesi gerektiğini gösteriyor. Bu bağlamda, toplumsal cinsiyet analizlerinin büyük siyasal dönüşümlerin aydınlatılmasına hangi açılardan yardımcı olduğuna işaret ettikten sonra, toplumsal farklılığın kültürel inşasını gösteren çalışmalar ile hem “ulus”u hem de “Batı”yı tarihin devindirici gücü olarak merkezden uzaklaştıran yaklaşımların yanı sıra; biyografi ve yaşam tarihi yaklaşımları ve metin okuma tarzlarından örnekler sunularak öznelliklerin ve duyguların nasıl gün ışığına çıkarıldığı gösteriliyor.

 

1 Toplumsal Cinsiyet Tarihçiliği Nedir?, Sonya O. Rose, çev. Ferit Burak Aydar, Can Yayınları, Mayıs 2018, 200 sayfa.
2 The Madwoman in the Attic: The Woman Writer and the Nineteenth-century Literary Imagination, Gilbert and Gubar, New Haven: Yale University Press, 1984, s. 6. (Tavan Arasındaki Deli Kadın, Sandra M. Gilbert, Susan Gubar, çev.: Nil Sakman, Aylak Adam)
3 What it Means to be Human: Reflections from 1791 to the Present, Joanna Burke, Counterpoint, 2011, s. 1-2.
4 Defying Male Civilization: Women in the Spanish Civil War, Mary Nash, Denver: Arden Press, 1995, s. 51 ve 53.
5 The Spanish Civil War: A Modern Tragedy, George Esenwein, New York ve Londra: Routledge, 2005, s. 176.
6 Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Friedrich Engels, çev. Kenan Somer, Sol Yay.,1998, s. 190.