"Miss Holokost Survivor / The Pageant belgeseli bize toplumsal ve bireysel hafızanın hakikat ile kurduğu karmaşık ilişkisi üzerine, hafızanın duygu ve duygulanımlarla olan ilişkisi üzerine ve duygulardan arınmış, sıradanlaştırılmış bir hafızanın neye benzeyebileceği üzerine ilginç bir tanıklık sergiliyor."
24 Aralık 2020 18:00
2020 yılı İstanbul Film Festivali’nde seyirciyle buluşan, Eytan İpeker’in yönettiği ve yapımcılığını Yoel Meranda’nın üstlendiği Miss Holokost Survivor (The Pageant) adlı belgesel, hafıza üzerine, özellikle de travma içeren hafızanın sıradanlaştırılması üzerine çok şey anlatıyor.
Hafızamızın sadece veri depolamadığını, bu verileri kimi zaman silerek, kimi zaman çarpıtarak, kimi zaman da basitleştirerek ya da sıradanlaştırarak deforme ettiğini Freud’un Breuer’le birlikte 1895’te kaleme aldığı Histeri Üzerine Çalışmalar adlı kitabından beri biliyoruz. Histeriklerin anılarından ötürü acı çektikleri ve bu acıyı bedensel belirtilerle ifade ettikleri tespitlerinden hareket ederek Freud ve Breuer konuşma tedavisi yoluyla sağaltım yolunda ilerliyorlardı. Tabii bu sağaltım hastanın kendi hakikatiyle, kendi ruhsal hakikatiyle yüzleşmesi sayesinde gerçekleşiyordu. Hakikat unsuru Freud’un tüm yapıtını ve onu takip eden psikanaliz çevrelerinin kuram ve pratiklerini etkileyecek, çağdaş psikanalizin de temel taşını oluşturacaktır. Freud’un yapıtına hâkim olan hakikat unsuru özellikle unutmanın farklı veçhelerini temel alacak, bastırma ve bölme gibi savunma mekanizmaları, bilinçdışının kendine özgü işleyişi bu unutmanın belli başlı sorumluları olacaktır.
Bireysel hafızaya yönelik bu tespitlerin toplumsal hafıza için de geçerli olduğunu gözlemliyoruz. Unutma, yok sayma, çarpıtma gibi hafıza oyunlarının her toplumda zamanının politik ve ideolojik hedeflerine uygun bir şekilde sahnelendiğine tanık oluyoruz. Her toplum belirli bir zamanda kendi hedeflerine uygun bir şekilde hafızasını kullanacak, onu kendi hedefleri doğrultusunda değiştirecek, dönüştürecektir.
Ama bir de çağımızda tekno-kapitalizmin tüm araç ve gereçlerinin ortaya çıkardığı farklı bir hafızaya, gösteri temelli toplumsal bir hafızaya tanık oluyoruz. Bu hafıza ağıtlarda yaşayan bir hafıza değil. Müzelerdeki kimi resim, belge ya da anlatılarla sabitleşen bir hafıza da değil. Bu göstermeye ve izlemeye yönelik küreselleşen bir hafıza. Bu hafızanın bir özelliği de gösterdiği her türlü öteberiyi sıradanlaştırması, basitleştirmesidir denebilir. Kimi olayların duygulanımsal ve heyecansal yükünü hafifleten, duyguların yükünden arınmış bir hafıza ile karşı karşıyayız.
Miss Holokost Survivor belgeseli de bize toplumsal ve bireysel hafızanın hakikat ile kurduğu karmaşık ilişkisi üzerine, hafızanın duygu ve duygulanımlarla olan ilişkisi üzerine ve duygulardan arınmış, sıradanlaştırılmış bir hafızanın neye benzeyebileceği üzerine ilginç bir tanıklık sergiliyor.
Film 2016 yılında İsrail’in Hayfa kentinde düzenlenmeye başlanan ve dört yıldır düzenlenen bir güzellik yarışması üzerine. Ama bu güzellik yarışması bildiğimiz güzellik yarışmalarının hiçbirine benzemiyor. Soykırımdan kurtulan kadınların yarıştırıldığı, ilk anda bir tür yabancılaşma hissi veren, tuhaf bir yarışma. Yarışmayı düzenleyenler soykırımdan kurtulan kadın ve erkeklerin yaşadığı bir huzurevinin yöneticileri. Bu girişime Hıristiyan Evangelist bir kurum sponsor olmuş, Sara Netanyahu gibi İsrail’deki sağ ve milliyetçi politikaların figürleri de yarışmaya siyasi bir aura katıyorlar. Bu siyasi boyut filmin daha çok sonlarına doğru belirginleşiyor. Zaman ve hafıza, tekil hafıza ile toplumsal hafıza arasındaki fark, iç dünyaya ait tekil hafıza ile dışarıya şaşaalı bir biçimde gösterilen Holokost hafızası arasındaki uçurum gibi konular filmde çok ince bir biçimde işlenmiş. Bu incelik sadece Holokost hafızasının sıradanlaştırılmasına karşı bir taşlama değil, trajik hafızaya karşı bir saygı duruşu da aslında. Arka plandaki müzik de bu trajiğe saygı gösterecek bir yavaşlıkla, bir ağıt gibi eşlik etmekte.
Eytan İpeker'in yönettiği, Miss Holocaust Survivor'ı konu alan The Pageant adlı belgeselin afişi.
Film sahne projektörlerinin aydınlattığı ışıltılı bir sahne sekansıyla başlıyor. Yarışmanın cereyan edeceği aydınlatılmış geniş alanla başlayan film hemen sonra bir kumaş dükkânında yarışmacılar için dikilecek fularların kumaş seçimi sahnesiyle devam ediyor. Huzurevi yöneticisi kadın mor ve hardal renkli bir kumaşın sahnede ne kadar güzel olacağını, göz alacağını ve gösteriyi estetik olarak zenginleştireceğini söylüyor, beraberindeki arkadaşını ikna ediyor. Pazarlıklar ediliyor. Pazarlık esnasında bu kumaşların Holokost’tan kurtulan kadınların ve erkeklerin yaşadığı bir huzurevinin düzenlediği bir yarışma için olduğunu, bu yarışmanın da sponsorları sayesinde kuruma kaynak sağladığını anlıyoruz. Daha sonraki sekansta kamera 2013 yılında aynı yarışmada birinciliği elde etmiş pamuk saçlı, zarif hatlı, derin bakışlı, 90’larında bir kadın Shoshana Kolmer’e odaklanıyor. Eli alnında, “Nesini anlatayım Holokost’un?” dercesine bir hali var. Görüşmenin sessizliği aslında korkunç olanın üzerine kelime koyulamayacağını da ustaca anlatıyor. Kamera yavaşça odasının resimleri üzerinde geziniyor. Kürk mantolu gençlik fotoğrafı da muhtemelen Holokost öncesi yaşamına ait. Sabit bakışı yaşlılarda sık sık rastlanan durgunluğa işaret etmekten çok belirli bir âna odaklanması ve o ânı en iyi şekilde dile getirmenin yolunu aramasıyla ilgili sanki. Nitekim yaşlı kadın bu uzun sessizliği bozuyor ve kampta Nazi askerlerinin onları çalıştırmak için söyledikleri yalanları anlatıyor: “Çalışırsanız anne-babanıza kavuşacaksınız!” “Oysa,” diye devam ediyor Shoshana, “biz onların nerede olduklarını biliyorduk.” Çalıştırılma koşullarına da değinen Shoshana, askerlerin gecenin 1’inde onları uyandırıp sabahın 4’ünde başlayacakları çalışma için dondurucu soğukta beklettiklerini de ilave ediyor. Donup kalıyoruz.
Bu sarsıcı görüşmenin akabinde, yine yarışmanın vuku bulacağı podyumda bir grup yaşlı kadının koro çalışmasını izliyoruz. Yaşlı kadınlar yorgun ama istekli bir şekilde, koroya canla başla katılıyorlar. “Sağ kurtulmayı başardım, düşmanlıktan, husumetten…”
The Pageant'tan bir sahne.
Akabinde, yine aynı minvalde, yarışmanın organizasyon aşamalarından biri karşımıza çıkıyor. Huzurevinin sekretaryasında cereyan eden bir telefon görüşmesine tanık oluyoruz. Romanya’daki bir kamptan kurtulan bir kadın telefon ediyor. Görüşmeci kendisine bu yarışmanın sadece bir güzellik yarışması olmadığını, iç dünyanın güzelliğiyle de ilgili olduğunu, hayatta kalabilmekle, güçlü olmakla ilgili olduğunu söylüyor. Yarışmaya katılması için teşvik ediyor.
Yine hazırlıklar aşamasında katılımcıların saçlarının yapıldığını, podyumda manken gibi yürümeleri için provalar yapıldığını izliyoruz. Bu hafiflikten, “Soykırımdan yeniden doğuşa” deyişinin göze çarptığı Soykırım Müzesi’nin içine doğru çekiliyoruz. Trajikle hafifliğin yan yana ilerlediği, tuhaflık hissettiren anlardan birine tanık oluyoruz.
Ve kamera yeniden iç dünyaya, tekil hafızaya doğru bakışını çeviriyor. Huzurevindeki bir diğer yarışmacı pansiyoner kadınla, Sophie ile görüşme de bir önceki gibi aynı yavaşlıkla, iç dünyaya aynı duyarlılığı yansıtıyor. Sophie 2,5 ay önce kaybetmiş olduğu kız kardeşi Chava’dan söz ediyor. 4 kardeşlermiş, Chava da en küçükleriymiş. Bir önceki yarışmanın da birincisi Chava imiş. Sophie “Yaşlılardan güzellik kraliçesi olmaz dediler, ama ismi öyle kaldı” diye ekler. Kız kardeşinden daha çok konuşmak istemesi yas sürecinin bir parçası gibi. Kendisine güzellik yarışmasına katılmak isteyip istemediği sorulduğunda ise kamera önünde konuşmaktan hoşlanmadığını ama bunu kız kardeşinin anısına ve huzurevinin finansmanına katkı sağlamak için kabul ettiğini vurgular. Kamera Chava’nın eşyalarının kutulara konmasına odaklanır. Yas ve beraberindeki ayrılık duygusu, havadaki ağır melankoli, aile fotoğrafları üzerinde ağır ağır gezinen kamera, filmin ritmiyle uyumlu olarak devam etmektedir. Yarışmaya sponsor olan Hıristiyan kuruluşlarının konuşmaları bu duygusal ritmi bozar. Sophie anlatmaya devam ediyor. Anne-baba savaşın ilk yıllarında tifodan ölmüşler. Romanya’daki 4 yıllık bir kamp hayatından sonra, 1944’te İsrail’e gelmişler.
Yarışmanın provasının olduğu sahneye geri dönülüyor. Her yarışmacı öncesinde organizatörlere hayat hikâyelerini ve soykırımdan nasıl kurtulduklarını anlatıyor. Organizatörler bu anlatıları ve yarışmacıların fotoğraflarını bilgisayara kaydediyor. Daha sonra bu anlatıların kısa bir özeti yarışmacıların ellerine veriliyor. Bu kısa özete itiraz edenler oluyor. Kişisel, duygu yüklü anlatı ile gösterilmek istenen, haberleştirilen anlatı arasındaki bir çatışmayı izliyoruz. Bilgisayarın hafızası bu çatışmanın galibi oluyor. Hayat hikâyeleri, travmalı bellek kısaltılıyor, biçimlendiriliyor, duygularından arındırılıyor. Ne de olsa yarışmayı sunacak kişinin çok fazla vakti yok!
1941 doğumlu bir diğer aday savaşı anne-babasının anlatıları üzerinden yaşadığını söylüyor. Bir diğeri ise yaşadıklarını anlatmaya hazır olmadığını söylüyor. Bu anlatıların kısaltılıp bilgisayara girilmesi, her yarışmacıya bir numara verilmesi gibi unsurlar filmin iç dünyadan ve onun içerdiği duygu ve duygulanımlarından çıkıp gösteri dünyasına doğru bakışını hızlandırıyor.
The Pageant'tan bir sahne.
Ve yarışma günü, yüksek volümlü disko müzik eşliğinde podyumda, projektörler altında ellerindeki numaralarla sıralanan kadınları görüyoruz. Gösteriyi öne çıkaran saygısız bir müzik ve bu saygısızlığa ilaveten Sara Netanyahu ve beraberindekiler salona aynı saygısızlıkta hızlı bir giriş yapıyorlar ve hikâyesini anlatan kadının sözü kesiliyor. Gösteri tüm ihtişamıyla devam ediyor ve milli marşla sonlanıyor. Milli marş söylenirken neredeyse eş zamanlı olarak ortalığın toplanmaya başlamasına, yerlerin süpürülmesine de odaklanan kamera bu sonlanmadaki çabukluğu da kayıt altına almak ister gibidir. Sıradan bir günün sıradan bir sonlanışı gibi dercesine…
Sıradanlaştırma üzerine birkaç söz söylemek gerekirse…
Sıradanlaştırma terimi psikanaliz kuramına ait bir kavram değil ama terimin işaret ettiği olguya psikanalitik bir bakış derinlikli bir anlayış katabilir düşüncesindeyim. Bu kavramın kaynağı Hannah Arendt’in Eichmann in Jerusalem adlı kitabındaki “Kötülüğün Sıradanlığı” mefhumu. Ateşli tartışmalara, kimi zaman bağlamından kopartılarak acımasız eleştirilere maruz kalmış bu mefhum, kalıpların, klişelerin, emirlerin dışına çıkmadan düşünemeyen insanların büyük kötülükler işlerken yaptıkları canavarlıkları basite indirgemelerini anlatıyor denebilir. Eichmann’ın Nürenberg Mahkemesi’nde yaptığı savunmanın tutanaklarından hareket eden Arendt, zaman zaman Eichmann’ın ifadelerinin kahkaha attıracak gülünçlükte olduğunu ifade etmiştir. Örneğin Arendt, Eichmann’ın savunmasında Yahudiler’e karşı bir kötülük işlemediğini, aksine onlara çok iyi davrandığını, sadece bir tek kere, Viyana Yahudi cemaati başkanına karşı kendini kontrol edemeyip tokat attığını ve kendini bu konuda affetmediğini söylerkenki sığlığına, bizim jargonumuzla patolojik narsisizmine gönderme yapar. Eichmann’ın 4 milyonun üstünde Yahudi’nin kamplara gönderilmesinin lojistiğinin baş sorumlusu olarak savunmasındaki “Emirlere uydum”, “Kamplarda neler olup bittiğini bilmiyordum” türünden klişe ifadeleri sadece hakikate karşı değil, onunla iletişim kuranlara karşı da bir zırh oluşturuyordu. Hatta bu zırh Eichmann’ın ifade biçimindeki basmakalıplığı ve otomatizmi sözcüklerin kendisine karşı da işliyor ve onu sorgulayanları da muhtemelen bezdiriyordu. Büyük kötülükler işleyen küçük insanların sıradanlığı arasındaki tezatın gülünçlüğüne gönderme yapan Arendt aslında düşünme mekanizmaları yassılaşan, tek boyutlu bir insan türünden bahsetmektedir. Bu insan sebep-sonuç ilişkilerini sadece kendi açısından düşünecek kadar egosantrik, iyi ile kötü arasında fark yokmuşçasına hareket edecek kadar düşünme yetisinden yoksundur.
Bu basmakalıplık ve bilinçsizlik hemen aklımıza yaşamları bir şeyleri yapıp etme konusunda odaklanmış, bir anlamda düşünemeyen, rüya göremeyen, hayal kuramayan ve duygulardan kopuk, işlemci bir ruhsallığa sahip, organik şikâyetlerle başvuran hastalar getirir. Bu da ayrı bir konudur ama düşüncenin yassılaşması ve sığlaşması sıradanlaştırma mekanizmasının tam kalbindedir. Bu mekanizmanın özünde de duyguların devreden çıkması yatar.
Peki, bu aşamada duyguların hafıza açısından neden önemli olduğu konusuna gelirsek…
Duygularımız insanın yaşamakta olduğunu hissettiren en temel unsurdur ve hafızamız duygularla örülüdür. Bir şeyleri hatırladığımız zaman, onu duygularıyla hatırladığımız zaman bir psikanaliz tedavisinin başarılı olduğuna şahit oluruz. Keza tarihsel travma içeren bir olayı bir kişiden onun duygularıyla birlikte dinlediğimiz zaman o anı bizim hafızamıza kazınır. Bu da son yıllarda sözlü tarih çalışmalarının toplumsal hafızayı nasıl zenginleştirdiğinin bir kanıtıdır. Duygular yaşamımızın başından itibaren onları kapsayacak bir Öteki olduğunda söze ve anlama dönüşür, tıpkı bir annenin bebeğiyle kurduğu ilk ilişkide olduğu gibi. Başlangıçta salt heyecandan, iç içe geçmiş korku, dehşet, sabırsızlık, nefret gibi duygularla boğuşan bebek aynı zamanda memnuniyet, aşk, doyum gibi duygularla da tanışır. Anlamın oluşması için de başlangıçtaki duygu ve duygulanımları içeren coşkusal hayatın bir öteki tarafından kapsanması ve uygun yanıtlarla dönüştürülmesi gereklidir. Her bir duygunun beraberinde de bir yaşantı vardır; bir anlam, bir anı vardır. Bu yaşam boyunca böyle süregider. Duygularla yaşantılar yan yanadır. Ama başlangıçta duygu vardır. Duygunun söze dönüşmesi için o duyguyu düşlemleyen bir Öteki’nin varlığını gerekli kılan W. R. Bion, Freud’un duygulanımlar yoluyla hatırlayan histeriklerle yaptığı çalışmayı ilerletmiş ve duygu hayatına çağdaş bir boyut kazandırmıştır. Bu boyutta duygu ile zihin arasındaki radikal düalizmin yerine duygunun zihinsel hayatla kol kola girdiği yeni bir ruhsallık modeli karşımıza çıkmaktadır.
Tekrar belgeselimize dönecek olursak, duygulardan arınmış bir hafızayı değersizleştirme yoluyla gözler önüne seren Miss Holokost Survivor belgeseli de bir anlamda görselliği hâkimiyeti altına almış tekno-kapitalist çağımızın zihinsel hayatımızı maruz bıraktığı özel, ikincil bir travmaya işaret etmektedir. Travmayı duygulardan arındırmak, değersizleştirip gösteri haline getirmek de ayrıca bir travma değil midir?
S. Ferenczi’nin bu konudaki tespitleri aydınlatıcıdır ve zamanımız için de geçerlidir. Travma konusunda yeni teknikler geliştirmiş olan Ferenczi, travmanın gerçekliğinin çevre tarafından yadsınmasının nasıl ayrı bir travma teşkil ettiğini ileri sürmüş ve rüya üzerine tespitleriyle de bunu göstermiştir. Şöyle ki, travma deneyimini hatırlamayan ama bunu sık sık rüyalarında yaşayan kişi aslında tekrarlama yoluyla bu deneyimi iyileştirme, anlaşılır kılma çabasındadır. Ferenczi “travmatolitik işlev” adını verdiği rüyanın bu travmayı iyileştirme işlevini yerine getirememesi durumunda ise rüyanın kâbusa dönüştüğünü ileri sürer. Rüyalarımız yaşam deneyimlerimizi imge, ses, duyum ve duygulanım yoluyla, farklı bir düzenlenişle bize yeniden sunar. Bu yeniden sunum çocukluk yaşantılarını da büyük ölçüde içerir. Kimi travmaların da bizim haberimiz olmadan ruhsallığımıza kazındığı, saf bilinçsiz bir şekilde varlıklarını devam ettirdikleri ve rüyalarda tekrarlayıcı bir biçimde gündeme geldiği tespitlerinden hareketle, Ferenczi bu tekrar eden rüyalar ile aslında rüyayı gören kişinin travmayı farklı biçimlerde ruhsal olarak “çalıştığını” anlatır. Rüya bu çalışmayı yerine getiremeyince, yani duygu ve duyumlarını işleyemeyince kâbusa dönüşür ve kişi dehşetle uyanır.
Duygulardan arındırılmış gösteri dünyasıyla da aynı analojiyi kurmak olası görünmektedir. Zihinlerimiz yaşantılarımızı duygularla deneyimlemek isterken, bunu deneyimleyeceğimiz ruhsal ortam, duyguların eşlik ettiği ruhsal ortam gittikçe yok olmakta ya da değersizleşmektedir.
Bu da bir kâbus değil midir?
•
KAYNAKÇA
Bion, W. R., (1962) “Bir Düşünme Kuramı”, Tereddütlü Düşünceler içinde, çev. N. Erdem, Metis, 2017.
Ferenczi, S. (1931-32), “Réflexions sur le traumatisme”, Oeuvres Complètes Psycahanalyse (vol. VI, s. 139-147) içinde, Paris, Payot, 1982.
Freud, S. (1895), Histeri Üzerine Çalışmalar, çev. Dr. E. Kapkın, Payel, 2006.
GİRİŞ RESMİ
Miss Holocaust Survivor: 83 yaşındaki Rita Berkowitz...