"Türk olduğumu dayattıklarında Türk olmaya itirazım var, Türk olmadığımı dayattıklarında Türk olmamaya itirazım var. Devletin ve devlet ideologlarının bana ‘normal, eşit vatandaş’ dışında herhangi bir gözle bakmamaları gerektiğine inanıyorum. Benzer şekilde, ille 'Türkçe edebiyat değil, Türk edebiyatı yazıyorsun' diye dayatıldığı zaman, itirazım var."
07 Aralık 2020 17:25
“Minör edebiyat” kavramına ilk olarak Laurent Mignon’un “Bir varmış, bir yokmuş ... Kanon, edebiyat tarihi ve azınlıklar üzerine notlar” adlı makalesinde[1] rastgelmiştim, yıllar önce. Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin Kafka üzerine yazdığı kitapta geliştirdiği bu kavramın “minör bir dilin edebiyatı değil, daha ziyade, bir azınlığın majör bir dilde yaptığı edebiyat” anlamına geldiğini görmüş, çağdaş Fransız felsefecilerine karşı yoğun bir alerjim ve antipatim olduğu için konuyla uzun boylu ilgilenmemiştim.
İlgilenmemiştim ama kavramdan pek hoşlanmamış, Deleuze ile Guattari’nin niyeti ne olursa olsun “minör edebiyat” ifadesinin “önemsiz”, “ikincil” şeklinde anlaşılacağını düşünmüştüm. İngilizce yazan Polonyalı Joseph Conrad’ı önemsiz olarak nitelemek ne komik olur diye gülümsemiştim.
Makalede benim de adımın geçmesi rahatsız etmemişti beni. Geçtiğimiz 120 yılda sadece üç majör edebiyatçı[2] üretmiş minör bir ülkenin majör olmayan bir şairi olarak düşünmüşümdür hep kendimi. Büyüyünce majör olmayı amaçlıyorum, ama henüz olamadığımı biliyorum.
“Minör edebiyat” kavramı yıllar sonra bu hafta yine çıktı karşıma: K24’te Ahmet Ergenç’in “Türk mü Türkçe mi: ‘Bak bu asansör Türk’” yazısında. Ergenç kavramı tam gereğince kullanıyor ve şöyle diyor: Bu kavram “tam da Türk edebiyat-Türkçe edebiyat tartışmalarının temelinde yatan şeyi açıklıyor: Majör ya da resmî dile ‘etnik olarak’ ait olmayan ama yine de o dilde yazanların edebiyatı. Bu tanıma ‘anadili’ yani evde konuşulan ‘saklı’ dili Türkçe olmayıp Türkçe yazan Ermeni, Kürt, Arap, Rum vesaire ‘kökenli’ bütün yazarları sokabilirsiniz.”
Evet, isteyen sokabilir, ama ben hayatım boyunca kendimle ilgili kimlik tartışmalarından hep uzak durmaya çalıştım. Türk müyüm, Yahudi miyim, başka bir şey miyim? Türk edebiyatı mı yapıyorum, Türkçe edebiyat mı, başka bir şey mi? Hiçbir zaman, hiçbir şekilde ilgimi çekmedi bu sorular. Cevaplamak, cevaplamaya çalışmak ihtiyacı duymadım hiç.
Türk müyüm? Elbette değilim, atalarımın Orta Asya’yla, Altay Dağları’yla, Orhun Yazıtları’yla hiç alakası olmamış. Yahudi miyim? Kuşkulu. Yahudi bir ailenin çocuğu olduğum açık, ama Yahudi diniyle, âdetleriyle, kültürüyle alakam yok, “Yahudi dili” diye bir şey de zaten yok.
Neyim o zaman? Bence 1960’ların çok dilli, çok dinli, çok kültürlü, kozmopolit orta sınıf İstanbul’unun, daha sonra Anglo-Sakson kültürü ve Marksizm ile yoğrulmuş bir çocuğuyum. Buna bir isim, bir sıfat takmak niye gerekiyor, bilemiyor ve bu ihtiyacı hissetmiyorum.
Genellikle hissetmiyorum. Ama bazen, isim takmak değil de, zorla takılan isme itiraz etmek ihtiyacı hasıl oluyor. Bazı Kemalist mağara adamlarının beni işlerine gelince “Türk” olarak, işlerine gelmeyince “yerli yabancı”, “kanun Türkü”, “vatandaşlık itibarıyla Türk” olarak adlandırmasına itirazım var. Türk olduğumu dayattıklarında Türk olmaya itirazım var, Türk olmadığımı dayattıklarında Türk olmamaya itirazım var. Devletin ve devlet ideologlarının bana ‘normal, eşit vatandaş’ dışında herhangi bir gözle bakmamaları gerektiğine inanıyorum.
Benzer şekilde, ille “Türkçe edebiyat değil, Türk edebiyatı yazıyorsun” diye dayatıldığı zaman, itirazım var.
Bu dayatıcılar, “Türk edebiyatı” ifadesini sorgulayarak işi yokuşa sürenlerle karşılaştıklarında şöyle derler: “Yahu, bu topraklarda yaşayan herkes Türk’tür, ne var bunda? Kardeş kardeş yaşayıp gidiyoruz işte, hepimiz Türk’üz, hepimiz Türk edebiyatı yazıyoruz.” Cahil midirler, yalancı mı, hem cahil hem yalancı mı, bilemiyorum elbet. Ama yalancı değil, cahil oldukları varsayımıyla, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının “Türk” konusunda yazıp çizdiklerini okumalarını, sonra da Cumhuriyet tarihi boyunca Türk/Müslüman olmayanların başına gelenleri incelemelerini öneririm. Bu okuma ve incelemeler sonrasında da “Türküm, doğruyum, çalışkanım” diye tepinmeye ve mutluluk duymaya devam edeceklerdir kuşkusuz, ama ben Türk değilim, mutlu olamıyorum, kusuruma bakmasınlar.
Marx ve Engels 1848’de, Manifesto’da şöyle yazar:
“Eski yerel ve ulusal içekapanıklığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini çok yönlü ilişkiler ve ulusların evrensel karşılıklı bağımlılığı almaktadır; üstelik yalnızca maddi üretimde değil, düşünsel üretimde de. Tek tek ulusların yarattığı düşünsel ürünler herkesin ortak malı olmaktadır. Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık her geçen gün biraz daha olanaksızlaşmakta ve çeşitli ulusal ve yerel edebiyatlardan bir dünya edebiyatı doğmaktadır.”
Ulusal dar kafalılık her geçen gün biraz daha olanaksızlaşıyor, ama Misak-ı Millî sınırları içinde henüz tamamen olanaksızlaşmadı.
•
GİRİŞ RESMİ:
Flu, 2018, Nurcan Gündoğan, 30 X 120 cm.
(Toto Karaca, Sami Hazinses, Adile Naşit, Vahit Öz, Nubar Terziyan)
[1] Pasaj, sayı 6, Kasım 2007-Mayıs 2008, s. 35-43. http://repository.bilkent.edu.tr/bitstream/handle/11693/50648/Bir_Varmis_Bir_Yokmus_Kanon_Edebiyat_Tarihi_ve_Azinliklar_Uzerine_Notlar.pdf?sequence=1&isAllowed=y
[2] Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Edip Cansever.