Joyce’un “magnum opus”u olan Finneganın Vahı’nın Aylak Adam Yayınları tarafından yayımlanan baskısının çevirmeni Umur Çelikyay metnin çeviri sürecini ve zorluklarını K24’e anlattı...
07 Ocak 2016 14:30
James Joyce’un 17 yıllık yazma serüveninin ardından 1939’da tamamladığı ve çevrilemezliğiyle bilinen Finnegans Wake adlı kitabı, şimdiye kadar Fransızca, Almanca, Japonca, Hollandaca, Korece, Portekizce, Lehçe, Çince ve Yunanca dillerine tercüme edildi. Joyce’un “magnum opus”u olan Finnegans Wake , ülkemizde de iki ayrı çevirmen tarafından iki ayrı yayınevi tarafından yayımlanacak. İlki Aylak Adam etiketiyle raflardaki yerini alan Umur Çelikyay’ın çevirisi (terscümesi). Fuat Sevimay çevirisi ise birkaç ay içinde yayımlanmış olacak. Biz de önce 30 yıldır profesyonel olarak çevirmenlik yapan ama adını Finneganın Vahı çevirisiyle duyduğumuz Umur Çelikyay’la Şairler Kahvesi’nde buluştuk ve kendisiyle bu terscüme macerasını, kelimeleri, dilin sınırlarını, çevirmenliğini, James Joyce’u ve “tuhaf metin” Finneganın Vahı’ndaki tuhaflıkları konuştuk.
Kendinize çevirmen değil de Türkçeleştiren diyorsunuz... Bunu biraz açar mısınız?
Ben çok daha gençken, belki 10-12 yaşlarındayken, Ankara’da Fransız okulunda okurken Latince dersi aldım iki sene. Fransızca hocamız veriyordu Latince dersini de. Latinceyi, çeviri yaparak öğreniyorsun. Grammar Translation Method dedikleri şekilde. Hoca bize, “İki türlü çeviri vardır,” derdi: Birine “thème” deniyordu, tema; ötekine de “version” deniyordu. Latinceden Fransızcaya çeviri yaptığın zaman ona çeviri denmiyordu asla, her zaman “version” deniyordu. Bu hep kafamda kalmış. İşte Kaya (Tokmakçıoğlu – Aylak Adam Yayınları Genel Yayın Yönetmeni) ile oturduğumuz zaman bu işin başına, bunu yapmaya karar verdiğimizde, Kaya bunun için “Bir çeviri denemesi olabilir, bir uyarlama olabilir ancak,” dedi. Ben de öyle düşünüyorum çünkü okurun çok daha büyük bir lüksü var; okur, okuyup geçer, kafasını kaşır, anlamadım der, atlar. Halbuki çevirmen boşverip geçemez; bir şeyi oraya sabitleştirmek zorunda.
Tabii, bir de çevirmen belki on farklı okur gibi davranmak zorunda...
Tabii ki. O zaman ne oluyor, olası yüzlerce anlamı varsa dört tane kelimenin.. çünkü yapıyor adam (James Joyce) bunu. Adam öyle tuhaf şeyler seçmiş ki. Bir gün, sırf denemek için şunu yapacağım: Finnegans Wake’ten bir paragrafı alıp altı yedi olası şekilde çevirip karşılaştırmak amacıyla yanyana koyacağım, bunu denemek istiyorum. Bu bana, Fransız yazar Raymond Queneau’nun küçük, sıradan bir hikâyeyi, 99 biçimde anlattığı Biçem Alıştırmaları adlı kitabını hatırlatıyor.
Ferit Edgü’nün de benzer bir kitabı vardı, Yazmak Eylemi’ydi adı sanırım.
Onu bilmiyorum ama doğrudur. Sonuçta kitabın bir paragrafı için bu yapılabilir. Hangi yönlere gidebileceğini görürsün. Tema seçebilirsin belki, şuna öncelik vereceğim deyip onun üstüne gidebilirsin. Onun için böyle bir olasılıklar silsilesi olunca biz de Türkçeleştirmek olarak yaklaştık.
Bir çeviri alternatifi aslında bu, öyle değil mi?
Bir çeviri uyarlaması, bir çeviri olasılığı aslında.
Peki “terscüme”?
Kaya, Almanca kitaba ben de Fransızcasına bakıyordum sık sık. Sağlama yapmak amacıyla bu kitaplara başvurduk çünkü bazen Kaya’ya, “Ya Kaya, çakıl taşı çiğniyor gibi hissediyorum,” diyordum. O kadar tuhaf şeyler yazdım ki kendim garipsiyordum. Sonra açıyordum Fransızcasını, bakıyorum adam benden daha fazla uçmuş diyordum, o zaman rahatlıyordum. Almancasında yine bu tercüme-çeviri hikâyesiyle ilgili olarak –Kaya daha iyi anlatır tabii, ben Almanca bilmiyorum, benim dilim Fransızca- çok tuhaf bir kelime oyunu vardı Almancasında. Fransızcasında da vardı. Fransızcasında şöyle yazmışlar: Fransızcada çeviri “traduction,” bu “contraduction” demiş. Biz bunu konuşuyorduk Kaya’yla, ben de “Aaa terscüme,” deyip gülmüştüm, öyle kaldı ondan sonra. Sonuçta bunun için yaptığımız da bir terscüme çalışması. Yine Fransızca çevirisinde “traduction” (çeviri) yerine “contraduction” (tersçeviri) ve “intraduction” (içeviri) diyor, bu hem ters çeviri hem de çevrilememe durumunu anlatıyor. Yapılamazı yapmaya çalışmanın bir esprisi de var orada, o yüzden “terscüme” dedik, başka bir sözcük oyunu bulamadım.
Bu bağlamda başarılı bir karşılık olmuş ama.
Bakalım... İnternette [Aylak Adam’ın] basın bültenini kopyalayanlar bazı yerlerde düzeltmişler onu, “s” kaybolmuş, “tercüme” denemesi olarak kalmış.
Buna farklı bir isim koyma çabasını konuşmak istiyorum. Çeviri ya da tercüme demeyelim de terscüme diyelim diyorsunuz ama aslında bu bir çeviri, bunu böyle kabul ediyorsunuz, değil mi? Sonuçta bir metni Türkçenin sınırlarını zorlayarak, kendi dilinize aktarıyorsunuz, yeniden kuruyorsunuz.
Tabii ki. Elbette buna tercüme diyoruz, bazı yerlerde çeviri dedik zaten. Aslında biz kapıyı açık bırakmak istiyoruz, bu yapılacak tek şekli değildir, tek versiyonu değildir, kapı açık kalsın. Başkaları da yapsın. Onun dışında dediğim gibi bazen o kadar eğip bükmüş ki dili, onu dört beş şekilde anlayabiliyorsun, belki bir seri terscüme olabilir, onu vurgulamak istedik ama tabii ki eninde sonunda bu bir çeviridir. Ama olası çevirilerden biridir. Sonuçta oturup bambaşka bir şekilde yazılmadı.
Kaynak metniniz var...
Evet, kaynak metnin bir versiyonuna bir şekilde yorumlanarak sadık kalındı. Ama onun üzerinden uçarak gitmedik. Sen de çeviri öğrencisisin bilirsin, çok tuhaf denemeler vardır. Mesela Charles Baudelaire’in şiirlerinin bir yığın İngilizce çevirisi var, adamlar eğlence için bir şiiri alıp altı yedi farklı şekilde çevirmiş. Aynı şiiri biri düzyazı gibi çevirmiş, biri kafiyeli, biri yeni kelimelerle, biri eski kelimelerle... Bunu yapmanın bir sürü yolu var. Sonuçta aklımdaki de bu.
Metne yavaş yavaş girmek istiyorum..
Tabii, daha önce söylemedim galiba, şunu söyleyebilirim, kendi seçimlerim için, yaptığım, büktüğüm kelimeler dahil olmak üzere, her birisi için hesap vermeye hazırım. Eğer kitabın bir yerini herhangi birisi açıp “Umur, bunu niye böyle yaptın,” diye sorarsa, her şeye cevabım var.
Tüm kararlarınızın gerekçeleri hazır yani?
Hazır çünkü uğraştım. Bazen kendi kendime İngilizce konuşurum ben, o zamanlar “Don’t second guess yourself,” dediğim olmuştur. Bazen metnin içinden geçerken “Ya niye bunu böyle yapmışım,” diyorum, sonra açıyorum metni, açıklamalı sözlüklere bakıyorum, sonra tamam, diyorum. Yine aynı şekilde, aynı düşünce silsilesinden geçip aynı yere varıyordum yani.
Peki metinde ne tür zorluklar var?
Ben bunu yazmaya kalktım, herhalde metinden biraz uzaklaşınca daha rahat yazacağım. Yapmaya çalıştığım bazı şeyler var: Öncelikle yüzeyde görüneni yansıtmaya çalıştım. Bir örnek vereyim. Bölümlerden birinde çok tuhaf bir başlangıç yapıyor yazar. “Who do you no tonigh, lazy and gentleman?” diyor. Burada bir kere, “ladies and gentleman”ı, “lazy and gentleman” yapmış, bu espri daha sonra, başka şekillerde, kılık değiştirerek devam ediyor, onu da hesaba katman lazım. Web’deki gloss’a baktığım zaman, bunun bir karşılama söylemi olduğunu söylüyor: “How do you do tonight, ladies and gentleman?” O şekilde tercüme edebilirdim ama ben gördüğümü tercüme etmek istiyorum, buradaki yamukluğu, büküklüğü yansıtmam lazımdı. Şimdi “Who do you know tonight?” için acaba “Kimi tanıyorsunuz?” mu yazayım? Ama “Who do you no” diyor “know” demiyor, ben de onu, “Kimi tanıyoksunuz?” yaptım ve “lazy and gentleman”ı da “tembeleydi ve centilmen” (s. 195) yaptım. Orada tuttu, çoğu zaman böyle şeyler yaptım. Çünkü görünürdeki tuhaflığı yansıtmam gerekiyordu. Onun dışında bu mümkün olmadığı zaman, eğer bir kelimenin iki anlamı varsa o zaman iki kelimeyi birden kullandım. Kimi zaman kelimeleri birbirine bindirdim, buna akordiyon diyorum. Kaza yapmış araba gibi soktum kelimeleri birbirine. Kimi zaman da yansıtamadık bile.
Örnek verdiğiniz cümleye geri dönelim...
Cümlenin ilk kısmındaki “Kimi tanıyoksunuz buyakında” ifadesinde “tanıyoksunuz”u çok düşündüm. Hani “no”yu da kullanmak istedim ve “tanıyorsunuz” yerine “tanıyoksunuz” dedim ama diğeri “tonigh,” “tonight” değil.
Ben buraya “bu geç” yazmıştım, “bu geçe” yazdım ama sonra “bu yakında” oldu. Bence bunun tuhaflığını ancak böyle yansıtabilirdim. Bilmiyorum, başka yolu da vardır ama.
Elbette vardır, başka çevirmenlerin başka yorumları, başka çözümleri de olabilir. Şu şekli, sizin gerekçelerinizle makul görünüyor...
Bana hep çeviri yaparken not tutmamı söylüyorlardı. Metne hiç çevirmenin notu filan koymadık zaten, ölüm olurdu okur için. Bana hep onu diyorlar, “Neden not tutmadın, insanlar nereden bilecekler?” Ama işte o zaman vaktim olmazdı bunu bitirmeye.
Ama yine de ileride bunları yazmayı düşünebilirsiniz. Hem okurlar için hem çeviribilim akademisyenleri için...
Evet evet, doğru. Ama kitabın yazılışını yıllarca uzatırım gibi geliyor bana. Çünkü ben durmam açıklama yazmaya başlarsam, onu da biliyorum.
Metindeki zorluklara devam edelim. Başka örnekler verebilir misiniz?
Zaman zaman “Hani bunu nasıl derim,” dedim. Zaman zaman Farsça kullandım, özellikle rakamlar geldiğinde. Aklıma hep tavla oynayan babam geldi. Metinde ölçü birimleri vardı, Osmanlı ölçü birimlerine baktım, uyanı var mı diye. Bir de onun miktarını ayarlaman lazım. Zaman zaman denk ifade bulduk. Bazen tutuyor ama bazen bıraktık. Bazen de hepsini bıraktık, ben buradaki sesleri aktaracağım sadece, dedim. Hatta yaptığım en kaçık şeylerden bir tanesi şuydu: Metnin bir yerinde bir dua var, Lord’s Prayer. Burada “O pura e pia bella!” diyor. Bu İtalyanca, buna dokunmadım ama devamında şöyle diyor: “in junk et sampam or in secular sinkalarum, heads up.” Ben burada durdum ve gülmeye başladım çünkü ben bunun ne olduğunu biliyorum, tesadüf eseri. Bu şey, Latince bir dua, orijinali de şöyle: “Et nunc, et semper, et in saecula saeculorum.” Bu standart bir dua aslında, Latincesini göstereyim: “Gloaria Patri, et Filio, et Spiritui Sancto,: Sicut erat in principio, et nunc, et semper, et in saecula saeculorum. Amen.” Türkçesinde “Babaya, oğula, kutsal ruha selam. Eskiden var olan, şu anda var olan ve her zaman var olan. Ve yüzyılların yüzyıllarında. Amen,” diyor. Şimdi, buradaki bu sesleri tutmam lazım, Türkçeye benzetmem lazım, oysa ben bunu dinlerken –bu bir ilahidir- hep aklıma gelen şeyi oraya yazdım ve uydu. Burada Türkçesinde ben şöyle çevirdim: “O puar e pia bella! Et nunk et senpam ya da sıkıla sıkılıyorum aman.” (s. 265) Bu ekstrem bir şey, seslere sadık kalmam lazımdı, aynı zamanda duayı tanıyan birinin bu Türkçenin içinden onu görmesi lazım. Ama bu herkese hitap etmeyecek bir şey.
Sizin de gözünüzden kaçabilirdi. Bunu bilmiyor olabilirdiniz.
Evet, işte o yüzden, bu bir versiyon.
Başka ne tür zorluklar vardı peki?
Zaman zaman cümlelerde özne yok ya da keyfi sözdizimi değişiklikleri var. Onu niye yaptığını ya biliyorsun ya tahmin ediyorsun ya da asla anlamıyorsun. Özneyi yakıştırmak zorunda kaldığın oluyor. Onun dışında tarihsel yerlerin isimleriyle çok sorun yaşadım, tarihi isimler var. Onları bükmüş, isimler orijinal şekillerine benzemiyor, genellikle gloss’lara bakarak buluyorsun, orada kalıyorsun. Bazen öyle bakıyorsun, acaba bir şey demek istiyor mu, diye soruyorsun, “Bir kelime var mı orada? Bunu olduğu gibi yazacak mıyım? Çevirecek miyim?” Bu çok sık çıktı karşıma. Onun dışında metnin başında, ilk sayfada “passencore” kelimesi geçiyor, bu mesela Fransızcada “not yet” (henüz değil) demek. Bu Paris’te yazılmış bir metin, Fransızca bu adamın kapısının arkasında, bunu düşünerek ben onu Fransızca bırakmadım, çevirdim. Akış için “not yet” ifadesi gerekiyordu.
Sonuçta kaynak metnin hedef kitlesinin Fransızca aşinalığıyla Türkiye’deki okurların Fransızca aşinalığı aynı paralelde değil...
Belki de. O akış için böyle bir çözüm gerekiyor gibi geldi bana. Devamında da mesela birkaç örnek daha vereyim: “fr’over the short sea” diyor, “kısa deniz”i ben Manş denizi diye düşündüm, gloss’ların içinde “çalkantılı deniz” de yazıyor ama aynı zamanda “ufak deniz” de yazıyor. Ben bunu “çalkantılı deniz” (s. 31) diye bıraktım. “the scraggy isthmus of Europe Minor” vardı mesela, Asya Minör’ü biliyoruz, Küçük Asya ama Küçük Avrupa’yı çok fazla bilmiyoruz. Ben buna “Avrupa Minör” (s. 31) dedim. Buradaki “scraggy isthmus”u da “cılız kanal” yapmışım, bunlar günlük hayatta kullanılan kelimeler değil tabii ki. Celal Üster’in söyleşisinde de bahsettiğim yarımadam hikâyesi ilginç oldu. Şimdi “penisolate” hem yarım ada (peninsula) demek hem izole kelimesi var içinde hem de penis var. Ben “yarımadam” diyerek hem yarımadayı hem de yarım bir adamı yansıtmaya çalıştım. Bir yığın cinsel gönderme de var içinde, tabii ki. Bazı yerlerde kırpıklıklar var. Bazı durumlarda bulduğumuz çözümler o kadar ekstremdi ki okumayı bozuyordu, o zaman olduğu gibi bırakmayı yeğledik.
Çünkü bir de akıp giden bir hikâye olduğunu unutmamak gerekiyor herhalde...
Evet. Şunu göstereyim bir de: “ikızkardeşler” (s. 31). Bunun İngilizcesi “sosie sesthers” idi, buradaki “sosie” kopya demek, diğeri tabii ki “sisters” yani kızkardeşler. Bir de tabii bütün bunların ne kadar vakit aldığını tahmin edebilirsin. Aynı ifadeye dönecek olursak, bu “sosie sesthers”ta, “sosie” için “double” ya da “identical twin” diyor, Fransızca bir kelime. Bu benim için “ikiz”e onay oldu. “sesthers”a gelirsek burada Van Easter’dan bahsediyor, Van Easter, Jonathan Swift’in sevgililerinden birinin adı, hatta Vanessa ismi oradan geliyor, gerçek bir isim değil Vanessa. Sonra bir kelebeğin adı oluyor, o başka. Adam zaman zaman aynı kavramı karşına dört beş kere çıkarıyor. Ondan kaçamıyorsun. Bu ifadenin tamamı şöyleydi: “sosie sesthers wroth with twone nathandjoe”, ben bunu “ikızkardeşler ikisi bir yerde nathanlajoe’ya” (s. 31) yapmışım. En sık bahsedilen, genellikle insanların kitapta karşılaştığı ilk uzun kelime de şudur: “(bababadalgharaghtakamminarronnkonnbronntonnerronntuonnthunntro varrhounawnskawntoohoohoordenenthurnuk!)” Burada bir yığın gök gürültüsü var, bu on kere geçiyor metnin içinde ve bunu muhtelif kelimelerle yapıyor. Ben bunu kısmi olarak çevirdim, Türkçesi de şöyle: “(bababadaldalgargaragökgürültüsütakamminaonnkonnbronntonnerronntuonnthunntrovarrhounawnskawntoohoohoordenenthurnuk!)” (s. 32).
Nasıl çalışıyordunuz bu çeviriyi yaparken?
Evde iki tane büyük ekranla çalışıyordum. Bir tanesinde orijinal metin duruyordu. Elimde kitap, dizüstü bilgisayarım önümde, bir tane büyük klavyem vardı. Bir diğer büyük ekranda da Word dosyam açıktı. Öyle çalışıyordum.
Sonic yani sesle ilgili örnek verebilir misiniz biraz da?
Verelim, mesela şu cümlede, “What clashes here of wills gen wonts, oystrygods gaggin fishygods!” Buradaki “gen,” “against” olmalı, iradeye karşı yapmazlık gibi. Oystrgods hem ostorogot kabilesi hem de istiridye tabii ki. Bunu şöyle yapmışız: “Ne çarpışıyor burada istek ile ahlaksızlık; istridigotlar balıgotları boğazlıyor.” (s. 32) Burada sesleri benzettik. Burada “oystrygods gaggin fishygods” derken “god” hem Tanrı anlamındaki “god” hem de “goth”. Buradaki “oystrygods” tabii ki “ostorogot”u çağrıştırıyor, benim “istrigotlar” çok uzaktan da olsa “ostorogot”u çağrıştırıyor, biraz tarih bilmek lazım. Benim çok güldüğüm bir kısım var, onu göstereyim. “Ayakucuna baş sallamak vapsente göz kırpmaktan iyidir. Yolsa, o alaycı ukala gibi, cebel ile çnigen denizi arasında bedevi işi vısvas gider geliriz.” (s. 34) Burada “yolsa” diyor, “yoksa” demiyor çünkü Joyce da “otherways” diyor, “otherwise” demiyor. Ama anlaşılacak mı anlaşılmayacak mı bilmiyorum. Bunun orijinali de şöyleydi: “Otherways, wesways like that provost scoffing bedoueen the jebel and the jpysian sea.” Buradaki “bedoueen” kelimesi hem “between” (arasında) hem de “bedevi” olarak kullanılmış. Hatta “gypsian” da “jpysian” olmuş, o yüzden “çnigen” oldu o da. Tabii “jypsian”da şey de var, “Egypt” kelimesinden geliyor aynı zamanda, onu yansıtamadım mesela.
Kayıplar da olmuştur herhalde...
Bir de “Ne demek şimdi bu?” diyorsun kendi kendine. Okuduğun zaman gereksiz yere gelip dolanan bir adamın hissini veriyor. Buradaki “vısvas” hikâyesi de şöyle, orijinal cümledeki “wesways”e benzettik, ama bu şeytana bir gönderme: “epitaph of the devil”. Aslında orijinal cümlede “between the devil and the deep blue sea” (iki arada bir derede) deyimine de gönderme var ama o kaybolmuş mesela, onu yapamıyorsun, bu yüzden versiyon. Bir örnek daha vereyim: “Then we’ll know if the feast is a flyday.” Buradaki “flyday” tabii ki aslında “friday” yani cuma. Ama “flyday” olduğu için ben onu “ucuma” yaptım, uçan bir cuma, ucuma: “Sonra bileceğiz şölenin bir ucuma gününde olup olmayacağını.” (s. 34) Tabii öyle bir metin ki mesela bu kelimede editörün “-u”yu düzeltmek gibi bir derdi vardı, hemen durdurup hata olmadığını söyledim. Böyle şeyler de oldu bu kitap boyunca. Ya da gerçekten yanlış yazdığım bir kelime olmuş, Kaya bu sefer bana “Bu bir hata mı, yoksa kasti mi,” diye sordu, çok vakit kaybettik tabii bunu yaparken. Bu “flyday” için “sinekgünü” de diyebilirsin, “uçuşgünü” de diyebilirsin, işte anlamlardan iki tanesini taşısa yetiyor bana, belki de.
Peki ya araştırma süreci...
Resim yapmaya ya da müzik yapmaya benziyor. Bir tanesinde karar kılmak zorundasın. Biraz önceki “flyday” örneğindeki gibi hem cuma hem sinek hem de gün kavramını veriyorsa “ucuma” dedim ve geçtim. Oradaki tuhaflığı yansıtmam lazımdı, açıklama yoluna gitmemeliydim. Uydurmamam lazım, yaptığım her şeyi açıklayabilmem lazım, benim kriterlerim bunlardı. Zaman zaman öyle şeyler geliyor ki tercüme edemiyorsun, Türkçeleştiremiyorsun, bırakıyorsun, öyle kalıyor. “Treacle Tom” diyor mesela, onu “Röntgenci Tom” (s. 35) yaptım, buldum ama onu anlamayıp öyle bırakabilirdim de. Ya da “Shize?” diyor mesela, güzel espri değil mi? Ben ona “Şayze mi?” (s. 35) demişim, ben burada sesi çevirdim mesela. Aynı cümlenin devamında “orra whyi deed ye diie? Of a trying thirstay mournin?” diyor. Bunun ilk ifadesinde muhtemelen “why did you die?” demek istiyor. Devamındaki “thirstay” ise “thursday” morning mi yoksa “thirstay morning” mi? Bunu şöyle yapmışız: “Hadi ne vardı ölecek şimdi, bu susamış, çetin yas sabahında?” (s. 35) Burada “susamış”ı “thirsty” için yaptık ama perşembe yok mesela, bunlara üzülüyorum ama yapabileceğim bir şey yok. Burada bir de hem “morning” var hem de “mourning” yani yas var. Burada bir yas hikâyesi de var çünkü. Bak çeviride ikisi de var.
Bu kitabı çevirme fikri nasıl ortaya çıktı?
Benim fikrim değildi. Anladığım kadarıyla Aylak Adam Yayınları bunu uzun süredir yapmak istiyormuş, bir de kitabın telifi de dolunca çevirtme kararını almışlar. Benim arkamda 30 yıllık profesyonel çevirmenlik deneyimi var. Ben edebiyat dışında her şeyi çevirdim. Petrol anlaşmalarından arkeoloji kazılarına, kullanma talimatlarından lokanta menülerine kadar istisnasız her türlü metni çevirdim. Genellikle zor metinlerdi ve bütün zamanım sözlüklerin içinde geçti. Edebi çeviriyi de kendim için, keyif için yapıyordum. Bilgisayarlarda bir yığın kendi kendime yaptığım çeviriler var.
Kimleri çevirmek istersiniz peki?
Bir gün Wallace Stevens ya da Charles Olson’ın bütün şiirlerini çevirmek istiyorum. Amerikan modernistlerine takıntım var çünkü. Onlar da bayağı zor şeyler. Özellikle Wallace Stevens beni uçuran bir şair, dili acayip komplike. Finnegans Wake kadar zor değildir ama işte küçük bir şeye başka türlü özen gösterirsin. Bu kitap [Finnegans Wake] bana geldiğinde Kaya’ya söz vermek istemedim, “Bir sayfa yapayım, öyle bakalım istersen,” dedim. Oldu, onun kafasındakine de uydu sanırım. Bir de ekiple de iyi anlaştık, biz birbirimizi tanımıyorduk önceden. Frekanslarımız tuttu çeviri konusuna gelince. Dediğim gibi benim aklıma gelecek ilk kitap bu olmazdı, hatta belki ben kitap çevirmeyebilirdim.
Çeviri dışında siz bir şeyler yazıyor musunuz?
Evet, çevirmenliğimin dışında yazarlığım da var. Ben kendim için de şiir yazıyorum üniversiteden beri. Joyce’un yaptıklarının bir benzerini, daha küçük bir boyutta da olsa ilk şiir kitabımda yaptım, öyle bükülmüş şeyler çok var. O bana çok tuhaf gelmiyor. Benim şiir kitabım İngilizceydi, şu an hiçbir yerde yok sanırım, bende bir iki kopya olmalı. Ben Joyce’un uzmanı değildim, çok bulaşmamıştım, bu şekilde bulaşmış oldum. Kendi şiir kitabımda çekinerek yaptığım şeyleri hatırlıyorum da adam burada yüz katını, hatta bin katını yapmış.
Editörlük çalışması nasıl oldu? Künyede görüyorum: Yayına hazırlayanlardan Kaya Tokmakçıoğlu İngilizce ve Almancasından okumuş, Nil Sakman İngilizcesinden okumuş. Son okuma yapanlar arasında da Merve Tokmakçıoğlu, Gökhan Sarı ve Gül T. Temur görünüyor...
Ben metinleri tamamladıkça, 20’şer sayfalık kısımlardı belki, Nil’le Kaya başına oturdular, üstünden geçtiler, not yazdılar uzun uzadıya. Zaman zaman, bayağı uzun uzun tartıştık. Bazen ben ikna oldum, bazen onlar beni ikna ettiler, değiştirdik. Zaman zaman ben çok tuhaf şeyler yazdım, dediğim gibi çakıl çiğnemeye benziyordu, onları yumuşattık. Bazen de bıraktık çünkü zaten metin tuhaftı. Ya da Fransızcasını, Almancasını açıp baktık, onların da yeteri kadar saçmaladıklarını görünce biz de devam edebildik. Çeviri çalışmasının ötesinde çok titiz bir gözden geçirme yapıldı.
Peki nasıl bir hikâye anlatılıyor bu kitapta?
Bu bir epik şiir bence ya da kocaman bir şaka. Bu, birbirinden kırpık, birbiriyle alakası olmayan bir yığın hikâye aslında. Zaman zaman bir ailenin hikâyesi olmaktan çıkıp İrlanda tarihine, medeniyet tarihine, insanlık tarihine dönüşüyor. Zaman zaman da kasap muhabbetine, biracı muhabbetine dönüyor. Bazı yerlerde çamaşırcı kadınların muhabbetine ve dedikodusuna dönüşüyor. Kadın sesini duyuyorsun, ben onu da Türkçesinde yansıtmaya çalıştım. Metnin çoğu yerinde bir yemek muhabbeti, sürekli bir tıkınmaca gidiyor. Sürekli somon, balık, balıkçılık, et, ekmek, bira konuları dönüyor. Bir yerde sadece alkol dönüyor, sayfalar dolusu listeler var, ben üç gün boyunca sadece liste çevirdim. Bir yerde bir kadın sesi olduğu belli olan bir ses vardı, onları yansıtabildim, onlar çok başarılı oldu bence. Ben bir yazar olarak baktığımda, en önemli şey bir yazarın kendine ait bir sesi olması gerekir. Daha alt sesleri taşıyabilmesi lazım, yazarın kendi sesini saklayabilmesi lazım ve Türkçede onu yapabildiysek, insanlar gülebiliyorsa buna, başarılı olduk demektir. Çünkü metin, komik bir metin.
Okurlar Türkçesini okurken İngilizcesini merak edip sizin kelimelerinizin hangi kelimelerin karşılığı ya da çözümü olduğunu düşünecek sanırım.
Ama dediğim gibi şöyle bir tuhaflık var, kaynak metni aç bak, anlatıcının sesini aynen verdim. Mühim olan o, hiçbir şeyi çözmedim, aktardım onu. Belki o daha zordur, bilmiyorum. Anlatmaya çalışmak daha zor olabilir. Benim için zor olan buydu. Bir de tabii, bu çok uzaylı bir dil mi, çeviri mi, başka bir şey mi? Ama orijinaline baktığımda orijinali de öyle tuhaf bir dil, onu da hesaba katmak gerekiyor.
Kitabın adı neden Finneganın Vahı oldu?
Kitabın adına baktık, öncelikle Finnegan’s mı Finnegans mı olduğundan emin olmak istedik. Yani Finnegan’ın mı yoksa Finneganlar mı olacaktı? Ama bu net değil. Bir de “wake” var. Bu arada kitabın Fransızcası “Veillée Pinouilles” olmuş. Ufak fino. Bu benim çok tuhafıma gitti, açıklayamıyorum. “Veillée” kavramının ise uyanmak, nöbet tutmak, ölü başında durmak, yas tutmak anlamları var. “Vah”ın kendi başına bir anlamı olmasa da bağlama oturuyor.
Hangi dilleri biliyorsunuz? Metinde çok gönderme olduğu için onları nasıl takip ettiğinizi merak ediyorum...
Evet, çok var. Latince var, metnin içinde Esperanto var, yapay diller var. Ben Esperanto çalışmıştım. Biraz Almanca var, kulaktan dolma, çok fazla değil. Biraz Arapça var çünkü hem Ürdün hem Suudi Arabistan hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nde yaşadım. Dile karşı doğal bir yatkınlığım var ve gerektiği zaman nereye bakacağımı çok iyi biliyorum. Ben bir de 10-12 yaşlarındayken sözlük okurdum, baştan sona kadar. Etimolojisini de öğrenerek, hangi dilden geldiğini de merak ederek. Tamamen meraktı. Hep çeviri yapmak zorunda kaldım. İlk öğrendiğim dil Fransızcaydı, dört beş yaşlarımdaydım o zaman. İngilizceyi daha sonra, 14-15 yaşlarımda öğrendim. Benim şansım, çocukluğumdan beri hep, birden fazla dilin konuşulduğu ortamlarda bulunmak oldu. Başka bir dil bilmiyor olsaydım, tek dil biliyor olsaydım, büyük ihtimalle bunu yapamazdım. Metinde 70 tane dil var, Türkçe de kullanıyor yazar ama sözlüklerin Türkçe dediği birçok sözcük aslında Türkçe değildi, bu çok ilginçti.
Yabancı mıydı aileniz?
Yok, ben Ürdün’de doğdum. Suudi Arabistan’da, Belçika’da, Amerika’da büyüdüm. Babam Dışişleri Bakanlığı’ndaydı, bayağı dolandık. Hacettepe’de Amerikan edebiyatı okudum, öncesinde Amerika’dayken de mühendislik okumuştum. 40 yaşıma gelince Birleşik Arap Emirlikleri’ne taşındım, orada hocalık yaptım beş sene. Sonra kendimi burada, İstanbul’da buluverdim.
Peki şunu konuşalım bir de, kim okur bu metni? Neden okur?
İnsanlar alacaklar, merak edecekler. Ama sonuna kadar gelecekler mi bilmiyorum. Benim için İngilizcesiyle bir farkı yok, İngilizcede de Türkçede de zor bir metin. Bir yerde okumuştum, İrlandalı bir köylü ortalama 50 bin kelimeyle konuşuyormuş İngilizceyi, inanılmaz zengin bir dil. Halbuki İngiltere’ye geçtiğinde 3-4 bin kelimeye düşüyormuş. Adamların ağızları zengin ve bu kitap o yelpazeyi yansıtıyor. İnsanlar okur mu bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum. Bunun bir önemi var mı onu da bilmiyorum. Jackson Pollock’u düşün ya da Dali’nin bazı tablolarını düşün, sence soldan sağa sinema gibi bir anlatı var mı? Aklıma Hieronymus Bosch geldi, 14.-15. yüzyıl sanatçısı. Bosch’un “Cennet” ve “Cehennem” tasvirlerini bir düşünelim. Asıl soru şu? Gerçekten bir anlatı var mı içinde?
Evet, aslında sormak istediğim oydu...
Ben 200 sayfada bazı motifler görüyorum. Büyük bir hikâye de var, Earwicker’ın yaptığı iddia edilen bir kabahat var, ondan sık sık bahsediliyor. Kadından, ailenin fertlerinden, çocuklardan sık sık bahsediliyor. Ama geleneksel bir roman formatında mı? Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum. Belki ben başka şekilde yaklaşıyorum. Ben çok mikro yaklaşıyorum haliyle çünkü yeniden yaratmam lazım Türkçede. Bosch’un “Cehennem” tasvirine bakınca bunun bir cehennem sahnesi olduğunu düşünebilirsin ama daha yakına girdiğin zaman ortaya başka bir resim çıkıyor, her yerde müzik aletleri görülüyor. Bu tabloda çok tuhaf şeyler var, çok sürrealist, 500 yıl öncesine ait bir tablo, nereden bilebiliriz ki adamın kafasından neler geçmiş. Belki de Joyce bizimle dalga geçiyordu, belki şaka yaptı ama uzun bir şaka bu. 17 sene süren bir şakadan bahsediyoruz. Ama maalesef bir cevap yok bende. Kanadalı yazar Douglas Coupland, niye kitap okuduğundan bahsederken şöyle demişti: “Kitap okuduğumuz zaman içimizdeki o susmayan, bitmek tükenmek bilmeyen sesin kaçırılmasına izin veririz. Başkası bizim iç sesimizi kaçırır,” diyor. O zaman iç sesimizi kim kaçırıyor, en sevdiğim yazarın sesi kaçırıyor. Sesini iyi tanıdığın yazarlar vardır ya. Kurt Vonnegut mesela, benim amcam gibidir, Vonnegut’un sesinin benim iç sesimi kaçırmasına izin veririm. Burada da aynı şekilde, birdenbire Joyce’un kafasının içine giriyorsun.
Peki nasıl bir tecrübeydi bu çeviri?
Şöyle bir tuhaflık var, sanki hep bunun için hazırlanmışım. Şimdiye kadar yaptığım her şey bununla ilgiliymiş gibi geliyor. Adamın metninin her tarafında tanıdığım bir şey buluyorum. Bir taraftan da kendimi iyi hissediyorum. Aynı zamanda açıp araştırıp acı çekmem gerekti, zordu çünkü. George Orwell, Neden Yazıyorum? kitabında takıntısını anlatıyor ve şöyle diyor: “Bir sahne görürdüm, onu hemen kafamda anlatmaya başlardım,” diyor. Ne görürse onu anlatmak, betimlemek takıntısı varmış adamda. Galiba benim de takıntım çeviri yapmak. Bu, çok daha zor bir metindi tabii. Dediğim gibi benim için henüz bitmiş değil.
Şimdi bu ilk kitaptı, değil mi?
Burada aslında dört kitap var. İlk kitap 216 sayfa. Yani ilk kitap metnin yüzde 34’ü gibi. Toplam üç kitap olarak basacaklar. Bir iki sene sürecektir muhtemelen.
Bu proje tamamlandıktan sonra ne yapmak istiyorsunuz?
Bundan sonra biraz kendi yazımla uğraşmak istiyorum. Genelde ortama uygun gelmeyen şeyler yazıp durdum. Şu an mesela yazdığım her şey İngilizce. Bazen sadece Türkçe yazıyorum. Hepsi kırpık kırpık şeyler.
Şu an akademide hangi görevde çalışıyorsunuz?
Şu anki işim akademik yazı eğitimi alanında, o da derinlemesine içine girdiğim başka bir alan ama çeviriden daha çok keyif aldığım kesin. Çünkü 22-23 yıldır hocayım ama 30 yıldır çeviri yapıyorum neredeyse. Hocalığımdan çok çevirmenliğim var.