"Gayet açık ki Alan Mikhail sadece yöneticilerin ve seçkin kahramanların 'tarihi yaptığını' varsayan modası geçmiş bir 'büyük adam' tarihçiliğini çok kaba bir şekilde hâlâ uyguluyor. Böylece kahramanı Sultan Selim’i 16. yüzyılın ana aktörlerinden olan ve eylemleriyle 'dünyayı değiştiren' Kolomb, Martin Luther ve Niccolò Machiavelli ile karşılaştırıyor."
21 Eylül 2020 14:45
Yale Üniversitesi tarih profesörlerinden Alan Mikhail geçenlerde Osmanlı sultanı Yavuz Sultan Selim’in popüler bir biyografisini yayınladı. God’s Shadow: Sultan Selim, His Ottoman Empire, and the Making of the Modern World (Zıllu’l-Allah: Sultan Selim, Onun Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Dünyanın Kurulması [(Liveright, 2020]) başlıklı bu kitap küresel tarih yazıcılığına “yaratıcı, hatta devrimci” bir katkı yaptığını tevazuyla ileri sürüyor. Kitap, son zamanlarda Yavuz Sultan Selim üzerine başka genç araştırmacıların yazdığı benzer çalışmaların görmediği geniş bir basın ilgisine mazhar oldu. Popüler bir kitap olarak God’s Shadow’un (bundan sonra GS) yazarı, yazarın ajansı ve bunların sebatkâr destekçileri tarafından yürütülen etkili bir tanıtım kampanyasıyla desteklendiği düşünülürse bu çok da şaşırtıcı bir durum değil. Kitap yayınlandıktan sonra, ajansı ve destekçileri Mikhail’e kitabının özetini ve ana iddialarını yayınlayabilmesi için bolca imkân sundular. Örneğin 20 Ağustos 2020 tarihli Washington Post gazetesinin “Bizi Yapan Tarih (Made by History)” kısmında, “Amerika’yı Değiştiren Osmanlı Sultanı (The Ottoman sultan who changed America)” başlığıyla Mikhail tarafından yazılan ve altbaşlığında “Amerika’nın, Protestanlığın ve kahvenin ardında bir Müslüman tarihi” yattığı gibi sansasyonel bir iddia ileten bir makale yayınlandı. Yetkin tarihçiler tarafından yazılan az sayıdaki kitap eleştirisinin bu heyecanı paylaştığı ise pek söylenemez. Tam tersine bu eleştirmenler kitabın çok sayıda maddî ve mantıkî hata ile vahim yorum yanlışı içerdiğini; bugüne kadar öncelikle 18. yüzyıl Mısır’ında çevre tarihi üzerine çalışmalarıyla bilinen Mikhail’in bırakın Osmanlı İmparatorluğu’nun dünyaya etkisini, onun 16. yüzyıl başındaki tarihini yazacak donanıma da aslında pek sahip olmadığını ileri sürdüler. Aynı eleştirmenler, yazarın bazı önemli noktalarda teyit edebilmek bir yana, kolayca teşhis edilebilecek kaynaklara dahi dayanmadığına da dikkat çektiler. Bu tür yanlışları rahatça ortaya çıkarabilecek olan normal bir hakemli yayın sürecinden kaçınmanın bazı “avantajlarının” olduğu anlaşılıyor.
Mikhail’in Washington Post’daki yazısının görünürdeki niyeti “Osmanlı imparatorluğunun ne olduğundan haberi bile olmayan Amerikalıları” Osmanlıların son derece önem arz ettiğine ve Osmanlı tarihinin incelenmeye değer olduğuna ikna etmektir. Bizlerin bu niyete bir itirazı yok. Aynı şekilde, İslam’ı Batı’nın “tehditkâr ötekisi” olarak görmek yerine müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki çeşitli ve karmaşık tarihsel ilişkileri dikkate alma yolundaki görüşüyle de bir meselemiz yok. Bizi rahatsız eden şey, Mikhail’in bu görüşleri savunurken kullandığı yöntemlerin ve önerdiği argümanların tarihçilik mesleğinin ciddiyetinden uzak olmaları. Henüz yetkin bilim insanlarının pek az eleştirel tahliline tabi olmuş olan Mikhail’in kitabında birçok sorunlu noktaya değinilebilir, ama biz burada sadece birkaç meseleye odaklanacağız. Gerçekten de eğer kitaptaki her hatayı ve her şüpheli yorumu sistematik olarak çürütmeye kalksaydık, birkaç yüz sayfalık bir metin ortaya çıkabilirdi.
Mikhail’in kitabı, kitaplarının standart bir akademik eleştiri süzgecinden geçmeyeceğine güvenen yazarların tuhaf iddiaları ileri sürmek için “küresel tarih” alanını mazeret haline getirdikleri talihsiz bir eğilimden nasibini alıyor. Bunun pervasız bir örneği Fransa’da Romain Bertrand’ın, diğer uzmanların eserlerinden devşirip aceleyle Rive Gauche üçüncü dünyacılığı paketine sardığı ödüllü kitabı L’histoire à parts égales (Le Seuil, 2011) adlı kitabıdır. Bertrand Fransa’da, küresel tarih yazıcılığında ya kaygısızca tasarlanmış L’histoire mondiale de la France (Le Seuil, 2017) gibi ansiklopedilerin ya da İngilizce yayınlanmış eserlere dayandığı halde onlara pek az referans veren kitapların oluşturduğu bir akım yarattı. İngilizce konuşulan dünyada yine bir Yale tarihçisi Valerie Hansen tarafından The Year 1000: When Explorers Connected the World – and Globalisation Began (Scribner, 2020) başlıklı popüler bir kitap yayınlandı. Bu kitapta Hansen aynı Mikhail gibi turist broşürlerinden alındığı kanısı uyandıran genelgeçer egzotik pazaryeri tarifleri verir. (Mikhail’e göre acı kırmızı Hint biberi Selim’in Trabzon’unda, bu biberler Amerika’dan Hindistan’a gelmeden çok önce bulunuyordu: GS, s. 67). Hansen ayrıca, Milâdî 1000 yılında dünyanın etrafının denizden ilk defa dolaşılabilmesinin Vikinglerin (veya Eski Norveçlilerin) Kuzeydoğu Amerika’ya varması –ve hatta konunun uzmanlarının desteklemediği bir fikri öne sürüp Maya’larla ilişkiye geçmesi– sonucu olduğunu iddia eder. Yetkin tarihçilerden Noel Malcolm’un The Telegraph (19 Nisan 2020) gazetesinde yayınlanan eleştirisinde söylediği gibi:
“Hansen, 1000 yılında Eski Norveçlilerin ‘küresel çemberi kapattıklarını’ ve ‘bir cismin ilk defa bütün dünyanın etrafını dolaşabildiğini’ coşkuyla iddia ediyor. Ama birisi şu soruyu sormalı: Arkeologlar Newfoundland’da Vikingler’e ait bronzdan bir Buddha heykeli bulsalar bile, bu bize küresel dolaşım sürecinin başlaması konusunda gerçekten bir şey söyler mi? Bu ‘sürecin’ temel kısmı Kolomb’un seferlerine kadar başlamadı. Eğer Vikingler orada uzun süre kalmış olsalardı bile, ilişkiye geçebilecekleri büyük bir Kuzeydoğu Amerika ticaret ağı bulamayacaklardı. Küreselcilik bir kıtanın kıyısında iğne ucu batışına benzer bir temastan mutlaka daha fazlası demek olmalıdır.”
Wall Street Journal’ın 17 Eylül 2011 tarihli sayısında Kolomb uzmanı Felipe Fernández-Armesto bu konuda daha önce yayınlanan kitaplara, özellikle Carol Delaney’nin Kristof Kolomb üzerine olan kitabına kuşkuyla yaklaşan tenkidinde söz konusu yazarların “araştırma yapmada yetersizlik, eleştirel bakış açısından yoksunluk ve Kolomb’unkine benzer bir küstahlık” gösterdiklerini ifade etmiştir. Fernández-Armesto ayrıca Delaney dahil olmak üzere bu yazarların “yolculuğa dibi su akıtan teknelerde yelkenlerini hızlı rüzgârlar yerine sıcak hava ile doldurarak çıktıklarını” söyler. Fernández-Armesto’nun eleştirdiği yazarlar prestijli üniversitelerin tarih bölümlerinde kürsü sahibi profesyonel tarihçiler değildi. Yine de Alan Mikhail, kitabının Kolomb’u zorlama bir şekilde Osmanlılara bağlamaya çalıştığı hacimli birinci bölümünde, Carol Delaney’nin yukarıda adı geçen eleştirmen tarafından “tutarlı bir anlatıya ya da mantıkî bir kronolojiye kayıtsız” kaldığı söylenen Columbus and the Quest for Jerusalem (Free Press, 2011) adlı kitabına dayanır. Anlaşılan uzman eleştirmenlerin ne dediği Mikhail’i hiç ilgilendirmemiş.
Konu böylesi şaibeli küresel tarihler olunca, eleştirmenlerin eleştirecek kitap bulması kolay. Ama biz burada esas olarak Alan Mikhail’in kitabına ve kitaptan basına taşan kısımlarına yoğunlaşacağız. Gayet açık ki Alan Mikhail sadece yöneticilerin ve seçkin kahramanların “tarihi yaptığını” varsayan modası geçmiş bir “büyük adam” tarihçiliğini çok kaba bir şekilde hâlâ uyguluyor. Böylece kahramanı Sultan Selim’i 16. yüzyılın ana aktörlerinden olan ve eylemleriyle “dünyayı değiştiren” Kolomb, Martin Luther ve Niccolò Machiavelli ile karşılaştırıyor (GS, s. 304). Bu tarih görüşü, kişi kültünü kabul etmeyen tarihçiler tarafından çoktan terk edilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1510’larda genişlemesi bir kişinin işi değil, pek çok karmaşık siyasi ve askeri sistemin etkileşiminin bir sonucudur. Ayrıca bir askerî fatih ile siyaset felsefecisini sanki ikisi de bir nevi tarihsel “Çok Satanlar” listesine aitlermiş gibi karşılaştırmak saçmalıktan başka bir şey değildir. Einstein, Mao Zedong’dan daha fazla mı “dünyayı değiştirdi”? Bunlar, tam da bizim birinci sınıf öğrencilerimize tarih üzerine düşündüklerinde kaçınmaları gerektiğini öğütlediğimiz tipte sorular. Ama Mikhail bir kere bu yola girdikten sonra, “akıllı bir siyasi stratejist” (GS, s. 211) olan tek bir kişinin Protestanlıktan Amerika’nın İspanya tarafından fethine, hatta kahvenin küresel yayılımına kadar her şeyden sorumlu olduğu gibi bir görüşe kapılıyor. Bunu yapabilmek için de gerçekleri çarpıtmak, zamanın ve mekânın kurallarını eğip bükmek, hatta bazen büsbütün yalanlara başvurmak zorunda kalıyor.
Okuyucuya belirli bir bağlam sunmak açısından, bizim bugün çoktan unutulduğunu zannettiğimiz “İlkçilik (primordialism)” türü bir yaklaşımı Mikhail’in tarih yazıcılığı için gerekli gördüğünü söyleyebiliriz. Şarlken’in hayat hikâyesine ilk Hint-Avrupa kavimlerini anlatarak başlamak gibi, Mikhail bize binyıllık bir yaklaşım sunuyor:
“İleride Osmanlıları oluşturacak olan insanlar, Çin’den başlayıp Orta Asya’yı boydan boya geçerek Akdeniz’e kadar sürecek olan Batıya doğru yürüyüşlerine 6. yüzyıl gibi erken bir tarihte başlamışlardı. Bu yolculuğa neredeyse bin yıl istikrarlı bir şekilde devam ettiler.” (GS, s. 5)
Bu “destansı bir hikâye” olabilir, ama Osmanlı siyasi teşekkülünün ortaya çıkış süreci için hiç de anlamlı bir başlangıç teşkil etmez. “Çin’den Batı’ya yürüyüş” ile de –burada muhtemelen Türklerin askerî “özüne” gönderme yapılıyor– yazar, Çin’in etrafında bir yer” demeye getirir, ki Avrasya tarihini gerçekten dert edinenler bundan Türkçe’nin en eski yazılı kaynaklarının bulunduğu Dış Moğolistan’ı anlamalı.
O zaman bu meselenin temel unsurları nedir? Mikhail, kahramanı Selim’in olabilecek her yönde etkide bulunmuş olduğunu temenni ediyor. Mesela Asya ve Hint Okyanusu meselesine bakalım. Osmanlılar gerçekten de 1516-17’den sonra dolaylı da olsa Hicaz’a ve Kızıldeniz’e hükmettiler. Buradaki kargaşanın ardında rol oynayanlar arasında olsalar da Selim’in “Akdeniz, Hindistan ve Çin arasındaki ticaret yollarını tekeline alarak küresel egemenliğin anahtarlarını elinde tuttuğunu” (GS, s. 305) söylemek tamamıyla yanlıştır. Sadece 1510’larda değil, on altıncı yüzyılın tamamında gayrimüslim tacirler de dahil olmak suretiyle Asya’nın değişik bölgelerinden çok sayıda tüccar bu yollarda gidip geldiler. Selim’in doğuya doğru Hint Okyanusu’ndaki sınırlı genişleme hevesi parlak Fransız tarihçi Jean Aubin’in yazdığı ve Mikhail’in görünüşe bakılırsa okumadığı bir makalede dikkatlice ele alınmıştır. Zira Mikhail yanlış bir şekilde Selim’in Batı Hindistan’da da bazı topraklara sahip olduğuna ve Şubat 1519’da “otuz gemi ve binlerce gemiciden oluşan” büyük bir donanmayı Hint Okyanusu’na gönderdiğine inanmaktadır (bu yorum Sanuto’nun günlüklerinin vahim bir şekilde yanlış okunmasına dayanmaktadır. Halbuki Sanuto eserinde bunun tam tersini söyler.) (GS, s. 328). Ancak Mikhail’in tuhaf görüşleri bunlarla sınırlı kalmıyor. İddialarının aksine, Selim “Eski Dünya’nın bütün önemli deniz ve okyanuslarındaki limanlar”a sahip olmamıştı (GS, s. 305). Mesela şöyle mühim istisnalar vardı: Atlantik’in tüm Doğu kıyısı, Baltık Denizi, Basra Körfezi, Bengal Körfezi, Kızıldeniz hariç Batı Hint Okyanusu’nun tamamı, Güney Çin Denizi, Japon Denizi vesaire. Osmanlıların sadece üç denizde limanı vardı: Karadeniz, Akdeniz ve Kızıldeniz. Yani Mikhail’in bu konuda söyledikleri, basit coğrafya bilgisini bile tepeden bakarak görmezden gelen laflardır, gülünecek derece manasız denilse yerindedir.
Ama Mikhail’in buna benzer daha pek çok iddiası bulunuyor. Örneğin Osmanlı tarihi sahasında uzman olan birinin, değil 1510’larda, 1530’larda bile Müslümanların imparatorluk nüfusunun kesinkes çoğunluğunu teşkil etmediğini bilmesi beklenirdi. (Elimizdeki nispeten sınırlı verilere göre imparatorluktaki 3,45 milyon haneden sadece 1,6 milyonu Müslümandı). Aynı şekilde İslam tarihinde ihtisası bulunan bir araştırmacının, 1517 senesi itibariyle, Selim’in “İslam dünyasındaki dini otoritesinin rakipsiz olduğu” iddiasının son derece taraflı bir ifade olduğunu bilmesi gerekirdi (GS, s. 305). Zira Selim’in dini otoritesi yalnızca İran ve Irak’ta değil Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları Güney Asya ve Mağrip gibi yerlerde de tanınmıyordu. Mikhail bu absürt iddiasını desteklemek için Safeviler’in Selim’e gönderdiğini söylediği ama bunu söylerken atıfta bulunduğu kaynakta tespit edilemeyen birtakım mektuplar icat eder (GS, s. 443). On altıncı yüzyılın ileriki yıllarında örneğin Mustafa Âli gibi önde gelen Osmanlı münevverleri bile Safevi ve Babürlü imparatorluklarının halifelik ve hanedana dayalı hükümranlık hakkındaki duruşlarının meşruiyetini kabul eder hale gelmişlerdi. Mikhail kitabında sergilediği üzere Memluk sultanı ile Kahire’deki Abbasi halifesi arasındaki farkı bile bilmediğine göre bu gibi ufak tefek detayların kendisinin gözünden kaçmış olması şaşırtıcı değil. Doğrusu, Mikhail’in 1517 yılında Selim’e geçtiğini büyük bir güvenle söylediği Abbasi halifeliğinin, 1258’de Bağdat’ın Moğollarca işgalinden sonra hukuki açıdan hükmü pek de kalmamıştı (GS, s. 309). On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda bir dizi hükümdar hilafet makamını elde ettiğini iddia ettiyse de, son dönemde konuyla ilgili yazılmış ama Mikhail tarafından görmezden gelinmiş yetkin çalışmaların genişçe gösterdiği gibi, bu iddialardaki hilafetin Abbasilerle herhangi bir ilgisi yoktu.
Şimdi de Mikhail’in daha büyük iddia ve spekülasyonlarına eğilelim. Bu spekülasyonlardan biri Protestan Reformu’nun başarısında Selim’in bir şekilde sorumlu olduğu iddiasıdır. Mikhail’e göre bunun iki nedeni vardır ve bunlardan ilki Martin Luther’in, Katolik Kilisesi’ndeki “ahlaki bozulmanın...Osmanlıların İslam’ı dünyaya yaymasını kolaylaştırdığına” inanmış olmasıdır (GS, s. 371). İkinci neden de Katolik güçlerin Osmanlı korkusu nedeniyle “Protestanlığın ilk kıpırtılarını bastırmaya yetecek kadar asker gönderememiş olmaları”dır. Burada ima edilen, Avrupa’ya İslam korkusu saçtığı ve tehdit oluşturduğu için Selim’in “hakkının” verilmesi gerektiğidir. Halbuki Mikhail’in başta bu tür, yani “tehditkâr öteki” gibi görüşlerin aksini savunduğunu sanıyorduk. Daha da önemlisi, bu iddiaların her ikisi de bu konulardaki ilmi araştırmalarca doğrulanmamıştır. Hayatı boyunca Selim, Hıristiyan Avrupa’dan ziyade kendi Müslüman din kardeşlerine daha büyük bir tehdit oluşturmuştu. Martin Luther üzerine son zamanlarda çıkan çeşitli çalışmaların da gösterdiği gibi Luther’in ilk yazılarına bakıldığında kendisinin Selim ve Osmanlılar üzerine o kadar da kafa yormadığı görülür. Şarlken ve dönemi üzerine çalışan ciddi araştırmacılar 1510’ların sonlarında Avrupa’nın “küçük prensliklerden ve birbiriyle didişen şehir devletlerinden [ayrıca yazar, bu şehir devletlerini yanlış bir biçimde babadan oğula geçen yapılar diye tarif eder!] ibaret bir kıta” olduğunu veya Protestanlığın ayakta kalması ve yayılmasının asıl âmilinin Selim olduğunu okuyunca herhalde epeyce şaşıracaklardır. Dahası, bütün bunları başarmak da Selim’e yetmemişe benziyor. Nitekim “Selim’in etkisi Avrupa ve Ortadoğu’nun da ötesine geçmiş, Atlantik üzerinden Kuzey Amerika’ya uzanmış,” bu sayede Osmanlı İmparatorluğu, “Çin’den Meksika’ya” on altıncı yüzyılda bilinen dünyanın tamamına şekil vermişti (GS, s. 2). Bunu nereden biliyoruz? Çünkü Selim’in “emrindeki Osmanlı askerleriyle Kahire üzerine yürüdüğü sıralarda” (GS, s. 131) Hernández de Córdoba (Selim’in ilerlemesini herhalde internetten görmüş olacak) komutasındaki bir İspanyol filosu Yucatán açıklarına varmıştı. Bu İspanyollar’ın zihinleri Selim’le, ruhları da “Osmanlıların hayaletleriyle dolu” olsa gerek ki gördükleri bir Maya şehrini nedense Memluklar’ın başkenti olarak bilmeye devam ettikleri Kahire’ye benzetmişlerdi. Meksika fatihlerinin asıl Osmanlı bağlantısını çok sonra, 1541’de Hernán Cortés’in başarısız Cezayir seferine katılmasında görebiliriz. Bu tarihte ise Selim çoktan ölmüştü.
Selim’in geride bıraktığı asıl dini miras Protestanlıktan ziyade kendi Müslüman tebaasından olan Kızılbaşların “sapkın”lığını kanlı şekilde bastırmasından doğan acı hatıralardır. Mikhail’in yazdığı tür bir “süpermen tarihinde” bu talihsiz olgulara yer olmayabilir ama Black Lives Matter sayesinde devlet şiddetinin herkesin aklında olduğu bu dönemde bunları hatırlamak boyun borcudur. Selim Mikhail’in kahramanı olabilir, ama o, Türkiye ve Ortadoğu’daki çoğu insan için aynı anlamı ifade etmiyor. Kitabında yaptığı Süpermen tarihçiliği göz önüne alındığında, Mikhail’in, eserinin sonunda günümüz Türkiye’sindeki yeni-Osmanlıcılık hülyalarına dair –tam manasıyla eleştirel olmaktan ziyade– alaycı bir şeyler söyleme çabası (ki liberal muhitlerde tutunmak isteyenlerin bugünlerde takınmak zorunda olduğu bir tavır), okurlarda safi stratejik bir siyasi pozisyon alma girişimi izlenimi bırakıyor. Bu, hem kitaba yayınlanmadan hemen önce aceleyle eklendiği aşikâr olan yavan “kapanış” kısmı (GS, s. 399-405) hem de daha bariz şekilde, Mikhail’in kitabın yayınlanmasından sonra, (3 Eylül 2020 tarihli) Time dergisinde kaleme aldığı yazı için geçerli. Mikhail’in iddialarının aksine, Türkiye’deki Alevi cemaatinin ezici bir çoğunluğu erken modern dönemde Safevilerle olan bağları her ne olursa olsun kendilerini Şii olarak görmediği gibi (GS, s. 402) Şii addedilmek de istemezler. Bu durum, Amerika’da “Hispanik” gömleği giydirilmeye çalışılan ama bu terimi alakasız ya da dışlayıcı (veya bazen her iki şekilde de) bulan milyonların durumundan pek de farklı değildir.
Nihayet kahve meselesine geldik. Mikhail’in iddiasına göre Selim’in askerleri Yemen’e girdiklerinde “garip, parlak kırmızı meyveli bir bitki”yi ilk defa keşfetmiş ve daha sonra bu bitkiyi kaynatıp satmaya başlamışlardır (GS, s. 318). Beklenebileceği üzere bu iddia da apaçık yanlıştır. Kahvenin ve kahve kullanımının Müslümanlar arasında daha on beşinci yüzyılda yaygınlaşmış olduğunu ve hatta bunun muhtemelen Etiyopyalılar arasında daha da geriye gittiğini gösteren hacimli bir literatür mevcuttur. Kahve içmenin şeriata aykırı olup olmadığı Osmanlı fethinden önce Mekke, Medine ve Kahire’deki âlimler arasında tartışmalara konu olmuştu bile. Kahve kullanımının yaygınlaşması da Osmanlı siyasetinin değil bir dizi özel teşebbüsün sonucudur. Kahvenin “Selim’in insanlığa miras bıraktığı, o her yerde hazır ve nazır bulunan mekân, yani café” (GS, s. 318) sayesinde yaygınlaştığı iddiasının ve bunun yanı sıra (Mikhail’in gazetedeki yazısında dile getirdiği üzere) “ticareti jeopolitikaya tahvil eden, dünyanın ilk kitlesel tüketim ürünlerinden birinin piyasa sürümünü tekeline alan ilk insan bir Osmanlı sultanıydı [yani Selim’di]” gibi bir ifadenin hiçbir dayanak noktası yoktur. Selim ile kahve tüketiminin yaygınlaşması arasında doğrudan bir ilinti kuran tek bir belge bile mevcut değildir. Hatta Selim’in hayatında kahveyi tadıp tatmadığını, kahve diye bir şeyden haberdar olup olmadığını bile bilmiyoruz. Gerçek ile fantezi, hakikat ile “birazcık abartma” arasında çizgi çekmeyi bilemeyen günümüz tarihçisinin bir icadıdır bu yalnızca.
Bırakın on altıncı yüzyıl başlarında hüküm sürmüş bir hükümdarınkini, tarihçi meslektaşlarımızın bile zihinlerini okuyamayız. Saygın bir üniversitede çalışan bir tarihçi hangi saiklerle yalanlar, yarım hakikatler ve ipe sapa gelmez spekülasyonlarla dolu bir yazı yazar, o da bizim için bir muamma. Washington Post gibi bir gazetenin neden böyle dayanaksız iddialarla dolu bir yazıya yer verdiği, o yazıya gelen cevapları neden engellemeyi tercih ettiği sorusu üzerine de düşünmemiz lazım. Gazetenin “Bizi Yapan Tarih (Made by History)” bölümünün aynı zamanda Hollywood ve Amerikan siyaseti tarihçisi olan editörü, Mikhail’in makalesine yazdığımız cevabı “biz haber bölümünün bir parçasıyız, yorum bölümünün değil” gerekçesiyle ilkin reddetti. Daha sonra da şu cömert açıklamayı ilave etti: “Eğer yazıda herhangi bir olgu hatası varsa ve siz de bununla ilgili ayrıntıları düzeltmemiz için göndermek isterseniz, bunu değerlendirmeye almaktan mutluluk duyarız, zira bütün yazılarımızın olgusal olarak doğru olmasını isteriz.” Biz de kendisine, Mikhail’in makalesinde tespit ettiğimiz yedi mühim olgu hatasından oluşan bir liste ilettik. Birkaç günlük sessizlikten sonra editörden şu cevabı aldık: “Mevzubahis yazıyı yeniden değerlendirdik. Yazarın sağladığı kanıtlar uyarınca herhangi bir düzeltme yapmayı gerekli görmüyoruz. Sizin de bu ilgili belgeler için kendisinin yeni kitabını okumanızı tavsiye ederim.” Tabii kimse bize bu “ilgili belgeler”in ne olduğunu ya da nereden geldiğini söylemek istemedi [Bu arada, eleştiri yazımızın İngilizce yayınından sonra Washington Post, Mikhail’in makalesini düzeltme kisvesi altında bir editör notu ekleyerek üç küçük kozmetik dokunuş yaptı – CF, CK, SS.]
Lakin meselenin dünyadaki daha genel siyasi boyutunu ele alalım. Mikhail’in kitabı, Türkiye’deki kimi grup ve bireylerin, Sultan Selim’in şimdiye kadar ihmal edilmiş olsa da dünyayı değiştiren büyük bir şahsiyet olduğu yönündeki görüşünü teyit etmesi mucebince sosyal medyada hızla övgü topladı. Okurların Osmanlı İmparatorluğu’nun, onun dünya tarihindeki etkisinin ve Selim gibi bir figürün önemini idrak etmesini sağlamak gerçekten de tarihçiler için değerlidir. Ancak bunu, içi boş bir “revizyonizm” kisvesiyle ve sahte bir bilimsellik üzerinden yapmamak gerekir. Saygın tarihçilerden Caroline Finkel’in (5 Eylül 2020’de) Literary Review’da yazdığı gibi, “Mikhail, en azından Türkçe özgün halinde, hiçbir dipnotu bulunmayan ve yazarını ne benim ne de danıştığım meslektaşlarımın tanıdığı bir kitabı da fazlasıyla dikkate almış.” (Fatih Akçe tarafından yazılan Yavuz Sultan Selim: Doğu’nun Fatihi adlı kitabı Mikhail tam 31 kere alıntılamış). Çalışmalarını Batıda sürdüren bir bilim insanının Arapça, Farsça ve Osmanlı Türkçesindeki ilgili tonlarca birincil kaynağı incelemeye değer görmemişken böylesi “orijinal“ bir araştırmayı keyfince kullanması sorumsuzca değil mi? Hele de Mikhail tam da Batı basınında Osmanlı geçmişinin siyasi emeller uğruna kullanılmasındaki sakıncalara dair ikaz yazıları yazarken!
Her hâlükârda şurası muhakkak ki God’s Shadow küresel tarihin nasıl yazılmaması gerektiğine dair mükemmel bir örnek. Bereket, üniversite yayınevleri ya da ticari yayıncılar tarafından basılan başka eserler de var ki küresel tarihin muhtelif biçimlerde nasıl yazılabileceğine ve yazılması gerektiğine dair bize umut veriyor. “Küresel tarihten kuşku duyan” ve sayıları hiç de yabana atılmayacak kişilerin haklılıklarını ortaya koymak için en kötü örneklerin üzerine atlaması doğrusu üzücü olurdu.
•
Çevirenler: EVRİM BİNBAŞ, TUNÇ ŞEN
GİRİŞ RESMİ:
16. yüzyıl sonuna ait Seyyid Lokman’ın Hünernâme’sinde I. Selim’i Dulkadir seferi sırasında avdayken gösteren minyatür. Avlanan hayvan Anadolu parsı olsa gerektir.
EDİTÖRÜN NOTU:
Makalenin İngilizce versiyonu Chromos adlı internet sitesinde yayınlanmıştır.