Bir dilde kar yağıyor, kâr elde ediliyorsa gereksiz karışıklık çıkarmanın âlemi var mı? Yok; minarenin alemi var. Hatta arıza gibi algılanmasın diye hattâ’ya hakkı olan şapkayı tahsis etmenin ne sakıncası olabilir? Şapkaya ek bedel mi talep ediyorlar?
10 Kasım 2016 14:16
Milliyetçiliğin yegâne rakibinin yine milliyetçilik olduğu, iş millî hamasete geldi mi kimsenin mangalda kül bırakmadığı memleketimizde en korkunç muameleyi gören varlıkların başında dil gelir; Türkçe gelir. Zaten bilemedin iki yüz kelimeyle konuşulan, en okumuşu dahil kimsenin doğru dürüst yazamadığı bu talihsiz dil bir de bu topraklardaki her türlü belanın başlıca müsebbibi olan devletten zulüm görmüştür. Bir tür diller, hattâ kültürler bileşimi olan “Osmanlıca” tukaka edilip, Güneş-Dil teorilerinden falan geçilip “Öztürkçecilik”te karar kılındığında, bir kültürel müesseseye, giderek gelenekleşen bir yerleşik uygulamaya sahip olduk: Devletçe yetkili kılınmış bir heyet dille gönlünce oynayabildi.
Öztürkçecilerin sorumsuzluğu, düşüncesizliği, hoyratlığı, bunlara karşı güya “eskinin güzelliklerini” savunma iddiasındakilerin kofluğu, çürüklüğü, cehaleti, kısa sürede, Türkçe’yi yeryüzünün en sorunlu dillerinden biri haline getirdi. Kalabalık bir nüfusun konuştuğu, daha da kalabalığı konuşsun diye azınlıkların dilleri yasaklanarak kendisine yer açılan Türkçe, neyin nasıl yazılacağı, konuşulacağı bilinmeyen, bilinemeyen bir garip lisan haline geldi. Bir vakitler Ermeni alfabesiyle Türkçe hikâye yazılabilirken, Türkçe yazılsın diye terkip edilen alfabe, cisimleştirmesi gereken seslere yetmedi, kimi kelimeler, üzerlerine giydirilen yeni elbiselerle beraber çöpe atıldı, kalanlar derdi ifadeye yetmedi, emirden geri dönüleceğine ifadeden, derinlikten, seslerden vazgeçildi, bazı sesler duyulmaz olunca yerlerini yenilerinin alıp almayacağına bakılmadı, haliyle bu olmadı, vazgeçilen sesler inatçı zihinlerde, vefalı ruhlarda yaşamayı sürdürdüler, ortalık onlardan yoksun kaldı. Edebiyatçının neyi nasıl yazdığına değil siyasî aidiyetine, kültürel mensubiyetine bakıldı, çocuklar güzel yazılmış dilden yoksun kaldı. Yeryüzünün en benmerkezci, en milliyetçi milleti üretilebildi, ancak beraber yaşadığı azınlıkların kendi dillerini konuşmalarına tahammül edemeyen, başka dilde selamı suç sayan bu millet, dilini öğretemeyen, öğrenemeyen, düzgün kullanamayan, güzel konuşamayan, yazamayan bir topluluk oldu.
Arap harflerinden Latin harflerine geçişin onyıllar öncesinde kalmış sıkıntıları herhalde bir milletin “dahi anlamındaki de”yi neredeyse bir asırlık sürede öğrenemeyişini izah etmeye yetmez. Soru eki mi-mı’nın ayrı yazılacağını bilenlerin sayısı, tüpsüz elli metreye dalabilenlerden fazla mıdır?
Bu zorlu izahat işlemine kalkışmaya hiç niyetim yok, kimsenin de kalkışabileceğini, kalkışırsa başarılı olabileceğini sanmıyorum. Türk Millî Eğitimi adlı işkence değirmeninin bu işte sorumluluğu mutlaka var; ama bu da başlıbaşına vaziyeti açıklamaya yetmeyecektir.
Belki başka diyarlarda en köklü, en değişmez müesseselerden biri olan “imlâ kılavuzu” ile ilişkimizde sırra ulaşmaya yardımcı olacak bir anahtar gizlidir.
1990’larda, İletişim Yayınları’nda çalışırken, bir imlâ kılavuzu girişimine önayak olmuştum. Yayınevinde her gün bir başka mevzuda dil-imlâ tartışması çıkıyordu. Tarih ve Toplum dergisinin kimi yazarları, Murat Belge, bu alanda söz söyleyebilecek başka pek çok insan yanıbaşımızdaydı, yine de tartışmalar bitmiyor, her zaman hepimizi tatmin edecek sonuçlara ulaşılamıyordu.
Diyeceksiniz ki: imlâ kılavuzuna baksaydınız.
Hem meselenin ağırlığını gösteren hem bu ağırlığı artıran olgu tam da buydu zaten. Sözkonusu girişime kalkışmamızın sebebi buydu. Bir gün çıktım, Bâbıâli Yokuşu’ndan Sirkeci’ye doğru yürüyüp yayınevine geri döndüm; döndüğümde elimde tam sekiz adet farklı imlâ kılavuzu vardı. Karşılaştırıyor, keşfediyor, tartışıyorduk: Birinde şapkalar yoktu, zira Türk Dil Kurumu filan zamanda bunları –herhalde irticaî faaliyetlerin odağı oldukları için- kaldırmıştı; öbüründe vardılar, zira kılavuz şapkalar kaldırılmadan basılmıştı veya çok daha yeniydi, zira şapkaların bazıları tekrar konmuş, sonra yine kaldırılmıştı veya o kılavuzu TDK’yı sevmeyen birileri hazırlamıştı, elinden gelse şapkaları fes yapacaktı, falan…
Türkiye’de dil, toplumun ortak varlığı, belki zamkı, hayatın aracı, kuşsak hava, balıksak deniz gibi bir şey değildi; herkesin üzerinde tepinebileceği, üzerine basarak, başkalarının üzerine basmak üzere yükselebileceği, herkesin her tarafından çekiştirebileceği, uzatıp kısaltabileceği, buruşturup tomar haline getirebileceği, birbirinin kafasına vurabileceği, memleketin ötekine değil de kendisine ait olduğunu ispat için ibraz ettiği, kâh bizzat manifesto yerine geçen kâh kimlik bildirimi maksadıyla başkalarının burnuna dayayabileceğiniz bir tuhaf malzemeydi.
Kitap fuarlarında iğne atılsa yere düşmüyor, yayınevleri ve bastıkları kitap sayısı hızla artıyor, yayıncılık diye özel bir uğraş, bir meslek alanı oluşuyordu. 12 Eylül öncesinden gelen köklü, ünlü, saygın yayınevlerinin yanısıra, bizimki, İletişim, Metis ve Ayrıntı Yayınları öbürlerinin arasında temayüz ediyor, öne çıkıyor, daha ufak birkaç başka yayıneviyle birlikte, ortak yönleri bulunan, benzer bir okur kitlesine hitap ediyorlardı. Bu yayınevlerini yönetenler, birbirlerini tanıyan, işbirliği yapabilecek insanlardı.
Bizimkilere dedim ki: Yeni nesil okurların en çok okuduğu kitapları sekiz-on yayınevi basıyor. Bu sekiz-on yayınevi bir imlâ kılavuzu hazırlayalım, bizim kitaplarımızda dil ve yazım ortaklığı olsun, kurumlaşsın. Bir süre sonra başka yayınevleri de buna uyacak ve mesele bütünüyle hallolmasa dahi varolan rezaletin boyutları küçülecektir.
Elbette şuna güveniyordum: Edebiyatçıların, araştırmacıların ortaklaştığı mevzuda Türk Millî Eğitimi rekabet edemezdi. Bir süre sonra her yeni edebiyatçı ve araştırmacı bizim imlâ kılavuzunu benimseyecek, anababalar onu güvenilir bulacak, çocuklar ona bakacaktı. Derdi sahiden dil olan, sahici olan kazanacak, derdi toplum mühendisliği ve disiplin olan, resmî olan kaybedecekti. Çok renkli, çok sesli, güzel olan benimsenecek, mütemadiyen emir altında oradan oraya koşturulan, tek renkli, üniformalı olan kenara itilecekti. Ve belki Refik Halid gibi yazabilen gençler yetişecekti.
Bir imlâ kılavuzuna böyle beklentiler yüklemek aşırıya kaçmak mıydı? Belki. Ama sırf sekiz değişik imlâ kılavuzunun varlığına son verme ihtimali bile uğrunda uğraşmaya değerdi.
Uzatmayacağım, bu girişim akim kaldı.
O sıralarda benim de hayatımın geri kalanında kitaplar, yazılar, epey bir metin kaleme alacağım belli olmuştu. Bir karar verdim. Bu defa kendime dedim ki: Bari benim yazdıklarımda tutarlılık olsun, kimi tercihlerim doğru olmasa bile birbirini tutsun, yeni nesiller imlâ kılavuzu olarak benim yazdıklarımı kaynak alırlarsa yollarını şaşırmasınlar, ayaklarını basacakları bir zemin olsun.
Böyle bir karar alırken, herhangi bir dil uzmanlığına dayanmıyordum. Yayınevi, yazı-çizi hayatım dolayısıyla ortalama insandan fazla bilgim vardı, ama bu alanda uzmanlık iddiasında bulunmak için fazlasıyla yetersizdi. Öğrendiğim kuralları Türkiye’de bulunmadığı için bir tanıdığa dışarıdan getirttiğim, muhakeme denen işleme tâbi tuttum, eledim, benimsedim, değiştirdim. Ayrıca elbette bunca yıl içerisinde kimi zaman karar değiştirdiğim, tutarlılığı bozduğum oldu. Hatırladığım bir örnek, “mânâ” kelimesidir. Bir ara bunu şapkasız da yazabileceğimi, “mana” desem de kastın anlaşılacağını, a’ların haliyle uzun okunacağını düşünüp şapkalardan tasarruf ettim, ama sonra yine mânâ’ya döndüm. Ancak tutarlılık kararıma çok büyük ölçüde sadık kaldım. En azından ben böyle sanıyorum. Ve umuyorum.
(Mânâ demişken, şunları araya katayım: İlk a’nın uzun fakat kalın, ikincisinin hem uzun hem ince oluşu, sırf bu kelimedeki bu incelik, zenginlik, dilcileri zevkten kendinden geçirmeli, nasıl eder de bu incelikleri ifade edecek yazım şekilleri buluruz, acaba öyle okunacak a’dan önceki harfin –burada n’nin, kağıt’ta k’nin- üzerine mi bir işaret koysak, vs. diye aylarca düşündürmeli, alfabe oluştururken bunun için günler geceler boyu kafalar patlatılmalıydı. “Anlamını anlamak” diyemeyeceğimiz, ve fakat buna ihtiyaç duyabileceğimiz, bu durumda “mânâsını anlamak” gibi bir seçeneğimizin olduğunu bilmek, dili emir-komutayla hizaya getirmeye kalkanları bu menfur teşebbüsten derhal vazgeçirmeliydi.)
Şimdi artık, yazan çizeni dahil bizim toplumumuzun dilini doğru dürüst öğrenme ve kullanma diye bir kaygısının, arzusunun ve gayretinin bulunmadığını göre göre mücadeleden yıldım, başkasının ne yaptığına takılmıyorum, fakat kendi yazdıklarımda imlâ bakımından tutarlılığı gözetmeyi sürdürüyorum.
Bu konuda daha umutlu ve gayretliyken çeşitli saldırı ve savunma silahları geliştirmiştim. Bunların başlıcasını anlatayım:
Herhangi bir kelimenin nasıl yazılacağına veya doğru kullanımına dair tartışmada fikrimi/önerimi söylüyor, benim en güvenilir kaynak olduğumu iddia ediyordum. İnsanlar haliyle şaşırıp bu yersiz ve abartılı iddianın dayanağını soruyorlardı. Ben de karşı soruyla üzerlerine gidiyordum: “Benden daha güvenilir hangi kaynak var?” diyordum. Kimse “Türk Dil Kurumu” diyemiyordu. Zaten onları beklemeden ben, “TDK mı?” diyordum. “Üç defa şunu, beş defa bunu değiştirdi, ben çok daha istikrarlıyım.”
Dil konusunda bilgisi, tecrübesi tartışılmayacak insanların dediklerine kulak verdim, Türkçe’yi güzel yazan, dili zenginliği ve çeşitliliğiyle kullanabilen yazarları esas aldım. Ve usul usul, kendime Britanya usûlü, yazılı olmayan anayasa oluşturdum.
Dil savcı ve yargıçlarını değil edebiyatçıları kaynak kılarak yürüttüğüm anayasa çalışmasına hem aklı hem gönlü katmaya çalıştım. Gönül, aklın çizeceği sınırlar içinde ferah feza dolaşabilecekti.
Kelimeden bir harf atıldığında anlam aynı kalıyorsa o harf fuzulî demektir. Yanlış mı? Kapamak yetiyorsa neden kapatmak diyelim? Ancak eğer biri çıkıp bunlardan birini yanlış, dil dışı ilan eder, kullanımını kısıtlamaya kalkarsa ona gülüp geçebilirsiniz –ya da fena kızabilirsiniz, ben ikincisini yapıyorum-, zira iki kelimenin sesi farklı ve edebî, estetik kaygılarla israfa kaçıp kapatmak deriz, kimse de karışamaz. Ancak hangisini niye kullandığımıza dair –kendimize- açıklamamız olmalı.
İmkân-mümkün’ün kıvrımları şükür ki olanak’ın sevimsiz köşelerine kurban gitmedi. Bunun için az mücadele vermedik ama. İhtimal-muhtemel’in yuvarlak hatlarıyla oluşturdukları, kafada sorularla içinde dolaşabileceğiniz tünel de neyse yıkılmadı; ancak olası’nın bütünüyle tatsız, kokusuz olduğunu ileri sürebilir miyiz? Hayır. Kendine yer açmayı başardı. Peki olasılık’ı mâkûl ile yanyana koyabilir miyiz? “Mâkûl olasılık” demesi hem zor hem tatsız olmasa pekâlâ koyabilirdik. Mâkûl’ü ille böyle bol şapkalı mı yazmalıyız? Makule varken neden yazmayalım? O da makûle olmasın? Niye mâkul’u değil de mâkul’ü? Yoksa Türkçe “yazıldığı gibi okunan” dil değil mi? Araya “bir” koymalı mıydım, “bir dil” mi demeliydim? Demeyince eksildi mi bir şey, anlaşılmaz mı oldu dediğim? Bir dilde kar yağıyor, kâr elde ediliyorsa gereksiz karışıklık çıkarmanın âlemi var mı? Yok; minarenin alemi var. Hatta arıza gibi algılanmasın diye hattâ’ya hakkı olan şapkayı tahsis etmenin ne sakıncası olabilir? Şapkaya ek bedel mi talep ediyorlar?
Keşke hepimizin güvenini kazanacak bir imlâ kılavuzu olsaydı da kendi uyduruk kurallarımı terk edebilseydim.