Ersan Üldes'in yeni kitabı Hindi'nin Ruhu raflardaki yerini aldı. Üldes: Ne yazık ki en çok öne çıkarılan şey, yazar kutsalı; varsa yoksa yazarın hikâyesi... Metinler üzerinden düşüneceğimiz döneme ne zaman geçeriz? Ümitsizim.
30 Nisan 2015 12:00
“Yazılan her roman, aynı zamanda bir roman teorisidir çünkü ve her romancı, kurgusuyla, diliyle, anlayışıyla önümüze aynı zamanda kuramsal bir perspektif de koyar,” diyor Ersan Üldes. Zafiyet Kuramı romanı 2011’de Avrupa’nın En İyi Kurmaca Kitapları antolojisinde yer alan Üldes, Hindi’nin Ruhu’nda edebiyat dünyasında yok sayılmış bir yazarı ve eserini anlama çabasını kurmacanın meselesi olarak ortaya koyuyor.
Bir romanı anlamak mümkün mü? Ersan Üldes, edebiyatın şifrelerinin yine yalnızca edebiyatta saklı olduğunu söylüyor. Ve bu keşfe mizahın eşlik etmesi önerisinde bulunuyor. Ersan Üldes ile kurmaca ne işe yarar, yazarın görevi ve mizahın işlevi üzerine konuştuk. Söz, Ersan Üldes’te…
Zafiyet Kuramı’nda yazarlara duyduğu öfkenin harekete geçirdiği Meriç; Hindi’nin Ruhu’nda ise özünde değeri anlaşılamamış bir yazara duyduğu hayranlığın harekete geçirdiği isimsiz yazar, yazmanın ve okumanın ağırlığı altında ezilen Mesut… Günümüzde romanlar üzerine yazmak roman yazmaktan daha mı önemlidir?
Bir David Lodge romanında okuduğum bir cümle, aşağı yukarı şöyleydi: “Günümüzde romanın tek bir konusu vardır; o da roman yazmanın zorlukları...” Kurgusal bir karakterin kim bilir hangi maksatla ağzından düşürdüğü bu ifadeyi, ben roman anlayışımı tanımlarken kullanmakta beis görmüyor ve iki farklı biçimde okuyorum. Bir: Roman yazmak, roman yazmanın olanak ve zorluklarını tartışmak en iyi roman konusudur ve günümüzde romanları ayrıştırırken onların hikâyeleriyle yetinmemeliyiz. Tabii bu sadece günümüze özgü bir durum değil, ilk roman kabul ettiğimiz Don Kişot’tan bu yana romansal romanların ana konusu, zaten hep kendi üstüne, kendi döneminin sıradan üretimleri ve kendinden önceki yapıtlar üstüne düşünmek olmuştur. İki: Roman sanatı, daima roman yazmanın olanaklarıyla ilgilenir ve bu olanaklar zamanla daha da daralır. Artık özgür kelebekler gibi daldan dala konan anlatıcılarla, zamandan zamana uçan sınırlamasız romanlar kaleme alamayız. Evet bu fevkalade konforludur, ama çağımızın anlayış ve gereğine aykırıdır. Artık roman, salt kendini konu edecek yönde daralmıştır. Bu aynı zamanda muazzam bir genişleme de sayılır. Hikâyeler, masallar, biyografiler ve efsaneler, adları üstünde, roman sayılmaz.
Ve yazarın önemi bu süreçte değişen bir kavram mı?
Yazarın önemi edebiyatın en kaygan konularından biri. Yazar kutsalının sözde en fazla bozguna uğratıldığı postmodernist eğilimlerde bile, ne yazık ki en çok öne çıkarılan şey, yine yazar kutsalı; varsa yoksa yazarın hikâyesi, fotoğrafı, profili, edebiyat dışı tercihleri... Metinler üzerinden düşüneceğimiz döneme ne zaman geçeriz? Bu konuda ümitsizim.
Hasan Cahit Doğanay’dan bahsedelim istiyorum. “Son kurşunum” dediği Hindi dâhil, dört romanıyla edebiyat dünyasından ilgi görememiş bir yazar. Siz Hasan Cahit’in yalnızlığını neye bağlıyorsunuz? Edebiyatın kurumsallaşmasının doğal bir sonucu mu bu?
Hindi’nin Ruhu’nda anlatıcının da belirttiği üzere Hasan Cahit Doğanay’ın yok sayılmışlığından yalnızca edebiyat dünyası sorumlu tutulamaz. Doğanay’ın metni fevkalade kapalı, yoğun emek ve çaba gerektiren, dolayısıyla da sıradan okura kendini ilk elden açmayan zorlu bir metindir. Bu anlamda Doğanay ve benzeri yazarlar yalnızlaşmayı bilfiil ve kasten tercih etmemiş olsalar bile, metinleri yüzünden, düşünce dünyaları yüzünden sıradanın ilgisini ilk planda çekemezler. Edebiyat kurumsallaşmamış olsa bile bu, böyledir. Projektörlerin onlara dönmesi için bir dizi rastlantıya ve biraz da kıymet bilir eleştirel çabaya ihtiyaç duyulur.
Peki, Mesut Penyeci? Murat Uyurkulak, Mesut Penyeci için “unutulmayacak bir kahraman” yorumunda bulunuyor. Sizce onu bu denli özel kılan nedir?
Mesut Penyeci unutulur mu, unutulmaz mı, bilemem, ama unutulmazsa elbette çok sevinirim. Mesut’u özel kılan şey, belki de onu özel kılan hiçbir şeyin olmaması; o, sıradanlığıyla sıra dışı. Ama mesela işe gitmenin bütün gereklerini yerine getirip evde kalması, çalan telefona çoğunlukla cevap vermemesi onun gibi bir çağımız yarı aydını için cesurca bulunabilir, hatta bunlar, günümüzde bir tür kahramanlık dahi sayılır. Koyun sürülerini düşman ordular zanneden yaratıcı asilzade Don Kişot misali, Kâğıthaneli paytak Mesut da büyük çabalar sonucunda dışarı çıkabildiğinde insan sürüleriyle kendince mücadele eder.
Bazı yazarların iddia ettiği gibi, “Roman, yazarından daha zeki olmak durumunda”ysa, Hindi’nin Ruhu’ndaki isimsiz yazarın söylediği üzere “sessizlikle karşılanan… (eserleri)… bir parça daha anlaşılır kılmak” gerekli mi? Yoksa özünde beyhude bir çaba mı?
Bir roman, anlatıcısından pekâlâ daha zeki olabilir. Yazarından daha zeki olmasıysa zamanın ve eleştirinin müdahalesiyle mümkün olabilir ancak. Fakat romanların değeri anlaşılır olmasıyla ölçülmemeli ve onları anlaşılır kılma çabası edebî, romansal ve eleştirel bir çaba olarak görülmelidir. Hindi’nin Ruhu’nda ise kurgusal bir kayıp roman olan Hindi’yi ve kurgusal bir kayıp yazar olan Hasan Cahit Doğanay’ı anlama gayretiyle romanın geldiği noktayı, edebi yaklaşımları, yazar ve okur davranışlarını romansal bir kurgu içinde tartışma imkânı elde ediyoruz.
Hindi’nin Ruhu, bir roman okumasını farklı eleştiri okullarının yorumlarının simgeleştirilmesiyle birlikte veriyor. Malumunuz, eleştiri, farklı eleştiri yaklaşımları çokça tartışıldı. Bugün roman üzerine düşünmenin başat yolu pratikte eleştiriden mi geçer yoksa yine romanlardan mı? Ve, eleştiri roman sanatında yeni açılımların öncüsü olabilir mi?
Eleştirinin başlı başına bir sanat dalı olduğunu kabul etmeden bu tartışma yürütülemez. Eleştirinin roman sanatına katkısını da yadsıyamayız. Bu anlamda elbette eleştiri yeni yaklaşımların önünü açabilir. Ancak buradan bir sanat dalı olarak romanın eleştiriye mecbur olduğu anlamı çıkmaz. Yazılan her roman, aynı zamanda bir roman teorisidir çünkü ve her romancı, kurgusuyla, diliyle, anlayışıyla önümüze aynı zamanda kuramsal bir perspektif de koyar.
Yazılarınızda roman sanatının gelişmesinde mizahın rolüne özellikle değiniyorsunuz. Bir söyleşinizde “vazgeçilmezim” olarak tarif ettiğiniz Milan Kundera “Mizah ancak insanlar önemli olan ile önemsiz olan arasında bir tür sınır olduğunu fark edebildiği sürece var olabilir. Günümüzde bu sınır tanınmaz hale geldi” diyor. Bu sınırın muğlaklaşması veya Kundera’nın deyimiyle tanınmaz hale gelmesi roman sanatı için nasıl açılımlara gebe olabilir?
Bu sınır bütünüyle ortadan kalkmamış olmalı ki, Kundera son romanı Kayıtsızlık Şenliği’nde yine mizahi durumlar yaratabilmiş. Biz de bu sınırın bütünüyle ortadan kalkmaması için direnmeliyiz. Bu anlamda romanı biraz da direnme sanatı olarak görebiliriz. Roman tarihine baktığımızda bu direnişi açıkça görürüz; özellikle yeni sanat dallarına, yeni anlayışlara ve anlamayışlara karşı bir direniştir roman. Ayrıca kendisi adına bunca endişelenen başka bir sanat dalı bulamayız. On dokuzuncu yüzyılın sonunda sinemanın icadına karşı bir savunma refleksi olarak modernist roman ortaya çıkmıştır mesela. Sinemanın asla anlatamayacağı kurgu ve anlayışlarla kaleme alınan romanlar böylece doğmuştur: Kayıp Zamanın İzinde, Ulysses, Vergilius’un Ölümü, Niteliksiz Adam, Mrs. Dalloway ve benzerleri. Resim sanatının fotoğrafın icadından sonraki mücadelesi gibi. Kayıtsızlık Şenliği’nde Stalin’in hikâyesi özelinde bu endişesini dile getiren Kundera sonuna kadar haklı. Bugünkü anlamının dışında, o bir endişeli modern.
Biraz da, postmodern edebiyat üzerine konuşalım istiyorum. Pek çok kişi, modernizm projesinin bu ülkede tamamıyla hayata geçirilemediğini, kimileri ise başarısız olduğunu söylüyor. Postmodernist edebiyat dediğimizde ise Türkiye’de ekseri birkaç edebi teknik geliyor aklımıza. Siz, Türkiye’de postmodernist edebiyatın halini nasıl yorumlarsınız?
Sadece bize özgü olarak düşünmemek kaydıyla modernizm elbette tamamlanmamış bir projedir, ama bu modernist romanı bağlamaz ve onun bir eksikliği olarak görülmemelidir. Bize dönüp baktığımızdaysa “batının iyi taraflarını almak” klişesi bir kez daha önümüze çıkıp aklımızı karıştırır. Transfer edilerek gelen anlayışlar mutlaka büyük kayıp ve boşluklarla taşınır. Evet, tatbik edilen birkaç kurgusal teknik, bu anlamda postmodernist romanı deneyimlemeye yetmez. Bütününde klasik veya romantik romanın bütün klişelerinden istifade ederek kotarılmış metinleri, bir iki revaçta postmodernist teknikle kurtaramayız. Hindi’nin Ruhu da bu arada postmodernist gerçeklik yanılsamasına sırtını yaslayan modernist bir metin bana kalırsa.